Sri Lanka Kralı’nın en öncelikli görevinin “Budizmi korumak” olduğunu daha önce söylemiştim, dişin gelişiyle birlikte bu koruma görevi soyuttan somuta indirgenmiş. Tapınağın yan yapılarından birinde doldurulmuş bir fil var. Bu hayli heybetli fil, Raja, bahsettiğim törende dişi taşıyormuş.
Sri Lanka, “başkent” konusunda anlaşılan gönlü geniş bir ülke: Kotte, “idari”, Kolombo, “ticari”; bizim şimdi biraz zaman geçireceğimiz Kandy ise “dini” başkent.
Kandy bugüne kaldığım yerlerden ayrılıyor, bir kere buranın kalabalık bir şehir olduğu adım atar atmaz göze çarpıyor.
Oysa ben bugüne kadar hep köyler ve kasabalar görmüştüm.
“Dini başkent” diyerek anlatmaya başladım ya, önce bunun sebebini açıklayayım istiyorum.
Buda’nın öğretisi benim ilgimi çekmedi hiç, bunda, sanırım, son yıllarda iyice magazine düşürülmüş olmasının da bir payı var -bu öğretinin popüler kitapları plaj çantalarının ve şezlong kenarlarının vazgeçilmezlerindendir.
Neyse, benim için Budizme dair fikir edinmek Sri Lanka’ya kısmetmiş.
Buda, Tanrı Vişnu’nun reenkarne olarak dünyaya gelmiş hâli.
Peki tabii ki “tanrı çocuk” olarak mucizeler de göstermiş, doğar doğmaz yürümüş, yürüdüğü yerlerde otlar bitmiş, yemyeşil ağaçlar çıkmış…
Hiç bilmiyordum, Buda’dan sonra şartlar oluştukça başka Buda’lar da gelecekmiş dünyaya, yirmi üç tane mi ne, neden yirmi üç diye sormayın işin içinden çıkamayız.
Aranızda “seni yirmi üçte durduran neydi?” diye sormaya cüret eden olursa onun hakkından da asla kandırılamayan Tanrı Şiva geliyormuş, tavsiye etmem.
Tanrılar da Buda olamıyormuş, diyelim bir tanrıya Buda olacağı müjdelenecek, onun evvela insan olarak dünyaya gelmesi ve akabinde bu yolculuğa çıkması gerekiyormuş.
Aklına esen Buda olamamalı tamam ama süreç bu kadar çetrefil olursa, o da kötü gibi…
İnsanlar neye inanmak istiyorlarsa ona inanmakta özgürler ama benim bu “mucize gösterileriyle” başım hiç hoş değil, hani kolaysa, gel bugün…
Daha fazla günaha girmeden bu konudan çıkalım ve Kandy’yi gezmeye başlayalım.
Kandy’yi “dini başkent” yapan Buda’nın dişinin buradaki Dalada Malagiwa tapınağında bulunması.
Dolayısıyla, tapınağın içinde, çevresinde, etrafında ve şehrin her yerinden “Buda’nın dişini” görmeye gelen hacılar var.
Peki, diş neden bu kadar kutsal?
Buda’nın ağzından çıkan her kutsal söz, topluma ulaşmadan önce ona değiyor ya ondan.
Bunlar gerçekten benim aklımın alacağı şeyler değil, ama hacıları görüyorum, ellerinde çiçekler, Buda’nın dişinin saklandığı yerin önüne getirip sunmuşlar, yerlerde oturup dua edenler, kendinden geçmişçesine ağlayanlar…
Malum, bir Budist öldükten sonra yakılıyor ve külleri de bir küçük anıt mezar gibi yakınına veriliyor.
Ama faşizmin toplama kamplarından da bildiğimiz bir şey, insanı yaktığınız zaman bazı kemikler ve özellikle de dişler öylece kalıyor -kamplarda ellerinde çekiçlerle bu “kalıntıları” yok etmesi için çalıştırılanlar vardı.
Hiç bilmiyordum, Buda’dan sonra başka Buda’lar da gelecekmiş dünyaya, yirmi üç tane mi ne, neden yirmi üç diye sormayın işin içinden çıkamayız. Aranızda “seni yirmi üçte durduran neydi?” diye sormaya cüret eden olursa onun hakkından da asla kandırılamayan Tanrı Şiva geliyormuş, tavsiye etmem.
Buda da yakılmış ve doğal olarak bazı kemikleri yanmamış.
Ama neden bir dişi kaldı, geri kalan en azından yirmi küsur dişe ne oldu, bunlar hep muamma.
Bunun ayrıca bir büyük töreni de varmış ama ben denk gelemedim.
Haydi artık, ayakkabılarınızı çıkardıysanız tapınaktan içeri girelim.
Girer girmez birkaç heykel görüyorsunuz, bunlardan benim için önemli olanı küçücük bir çocuğun heykeli.
Madduma Bandara’nın babası İngiliz döneminde işbirlikçilikten yargılanmış ve Kral tarafından bütün aile ölüme mahkûm edilmiş.
Madduma ise ölümden korkan kardeşine korkacak bir şey olmadığını göstermek için hiç düşünmeden…
Tapınağın içi hoş, ahşap işlemeler, mermerler, fildişleri…
Buda’nın dişine ev sahipliği yapan bir mekân için gerekli olan şatafata sahip.
Matrak bir şey, üst kata çıktığınızda resimler eşliğinde bu dişin buraya nasıl getirildiği, daha doğrusu Hindistan’dan nasıl ustaca çalındığı sahne sahne gösteriliyor, böylece hırsızlık da kutsallık pelerinine kuşanıp hayırla addediliyor.
Prens Daha ile birlikte Hindistan’a giden Prenses Hemamala, oradayken dişi alıp saçında saklamış, e kimsenin de ondan şüphelenecek hâli yok, böylece diş de yeni adasına kavuşmuş.
Sri Lanka Kralı’nın en öncelikli görevinin “Budizmi korumak” olduğunu daha önce söylemiştim, dişin gelişiyle birlikte bu koruma görevi soyuttan somuta indirgenmiş.
Tapınağın yan yapılarından birinde doldurulmuş bir fil var.
Bu hayli heybetli fil, Raja, bahsettiğim törende dişi taşıyormuş.
Öldükten sonra da doldurmuşlar, bu yakınlarda halefi de ölmüş ama onun da doldurulup doldurulmayacağı belirsizmiş henüz.
Duvarlarda görevini ifa ederken çekilen fotoğrafları var; kıyafetleri, sırtında, sunağın içindeki diş…
Otuz küsur sene bu işi yaparak efsaneleşmiş.
Matrak bir şey, üst kata çıktığınızda resimler eşliğinde Buda’nın dişinin buraya nasıl getirildiği, daha doğrusu Hindistan’dan nasıl ustaca çalındığı sahne sahne gösteriliyor, böylece hırsızlık da kutsallık pelerinine kuşanıp hayırla addediliyor.
Yine aynı yere gelince bir avluya çıkıyoruz.
Burası İngilizler döneminde yaptırılmış ama nedense uzunca bir süre Sri Lankalılar el sürmemişler.
Ta ki Prens Charles gelinceye kadar, gelip bakmış, buradaki viraneyi görmüş, mirasın bu hâle gelmesine çok üzüldüğü için büyükelçisine talimat vermiş…
Büyükelçinin devreye girmesiyle birlikte de bu alan restore edilmiş.
Şehirde biraz dolaşayım istedim ama gördüklerim beni hiç cezbetmeyince otele yollandım.
Tapınak, yapay bir gölün yanında; benim kalacağım otel Thilanka ise diğer tarafta, hafif bir tepenin üstündeydi.
Böylece, bir yerel bira -Lion- içip Kandy’nin gecesini de otelin camından izleyebildim.
Kandy kötü bir yer değil ama gördüğüm diğer şehirlerden sonra bir daha yolum düşmese de olur diyebileceğim tek yer.