PazarPolitik Yorum

Kanadı Kırık Kuşun Ateş Dansı-III

Abone Ol
Bir toplumun refahının artması için iktisadi olarak büyümesi gerekir. Ama yetmez. O büyümenin kapsayıcı ve sürdürülebilir de olması gerekir. Kapsayıcılıktan kasıt, birilerine yok gibi davranmamaktır, adil bölüşümdür. Serinin üçüncü ve son yazısını, krizlerin maskelediği derin kırılganlıklara ayırdım. Bunların hepsini burada tartışmaya imkân yok ama kendimce en önemli olanları bu yazıda kısaca anlatacağım. Bir toplumun refahının artması için iktisadi olarak büyümesi gerekir. Ama yetmez. O büyümenin kapsayıcı ve sürdürülebilir de olması gerekir. Kapsayıcılıktan kasıt, birilerine yok gibi davranmamaktır, adil bölüşümdür; büyümenin maliyetinin sadece bazı toplumsal sınıflarca yüklenildiği, kremasının ise ayrıcalıklı bir tabaka tarafından yendiği bir model değildir. Sürdürülebilirlikten kasıt, ateş üzerinde seke seke dans etmenin tam tersidir; büyümenin istikrarlı, fazla tökezlemeyen bir seyir izlemesi ve bunu yaparken de kaynakları bir daha yerine konamayacak biçimde tüketmemesidir. Kapsayıcı ve sürdürülebilir büyümenin ana belirleyicileri kur, faiz, enflasyon değildir. Bu memlekette, iktisat biliminin kur-faiz-enflasyon sarmalına indirgenmesi, televizyon ekranlarının ve sosyal medyanın sözüm-ona iktisatçıların ıvır zıvır finans tahlilleri ile dolup taşması ve bu sebeplerle de esasa yer ve ilgi kalmaması hazin bir meseledir. Uzun dönem büyümenin ana belirleyicisi maliye politikası da değildir. Para politikası hiç değildir. Olsa olsa figüran hadi bilemediniz, yardımcı oyuncu olur bunlardan. SADE BİR BÜYÜME MUHASEBESİ Peki, başrolü nerede aramak lazım? Tabii ki, üretim fonksiyonunda! E, başrol bu; hakkını vermek icap eder. Sadece yüzeysel özelliklerini değil, derinliklerini de bir miktar anlatmak gerekir. O halde, gelin, Dani Rodrik’in aşağıda yer alan ekonomik büyüme muhasebesi diyagramından faydalanalım. Bu muhasebenin çok daha çetrefillilerini yapmak mümkün ama bu damıtılmış versiyon bu yazıda işimizi görür. Kaynak: Rodrik, D. (2012). Introduction: What do we learn from country narratives?. In search of prosperity (s. 5). Princeton University Press. İktisatçıların, büyüme meselesini düşünürken kullandıkları standart araçtır üretim fonksiyonu. Buna göre, bir ekonominin toplam çıktısını, o ekonominin kaynak (faktör) donanımı (işgücü, fiziksel sermaye, beşerî sermaye) ve bu kaynakların verimliliği belirler. Kişi başına düşen üretimin büyümesi için (1) fiziksel sermaye derinleşmesi, (2) beşerî sermaye birikimi ve (3) verimlilik artışı olması gerekir. Fiziksel sermaye derinleşmesi, işgücünün daha fazla fiziksel sermaye (makine, ekipman ve yapılar) ile donanmasıdır. Beşerî sermaye birikimi, bilgi, beceri, iyi sağlık ve iyi eğitimin bir araya toplanıp büyümesi ile ortaya çıkar. Verimlilik artışı ise, aynı miktarda ve kalitede kaynak kullanarak daha fazla çıktı ürettiğimiz zaman meydana gelir. Kişi başına düşen üretimin büyümesinin daha derinde yatan nedenleri ise (1) coğrafya, (2) uluslararası ticaret ve (3) kurumlardır. Coğrafya, bir ülkenin fiziksel konumunun (bulunduğu enlem, denizlere erişim, iklim vb.) ortaya çıkardığı avantajlar ve dezavantajlarla ilgilidir. Uluslararası ticaret, dünya ile bütünleşme demektir. Pazar büyüklüğünün artması demektir. Mal, hizmet, sermaye, işgücü ve veride uluslararası ticarete katılımın yararları ve maliyetleri ile ilgilidir. Kurumlara gelince… Bunlar, ekonomik performansın desteklenmesinde veya engellenmesinde önemli rol oynayan, hukuk siteminden tutun da geniş siyasi kurumlara kadar resmi ve gayri resmi sosyopolitik düzenlemeler silsilesidir. SÜREGELEN KIRILGANLIKLAR Bu önemli kavramların kısaca üzerinden giderek Türkiye’nin süregelen kırılganlıklarını tartışacak bir zemin oluşturmuş olduk. Ciltler dolusu yazılabilecek bu konuyu kapsamlı olarak bu kısa yazıya sığdırmak mümkün değil. Dolayısıyla, burada, Türkiye ekonomisi bağlamında, az önce söz ettiğim son üç unsura ilişkin bazı önemli kırılganlıklara değineceğim. Yukarıdaki grafiğin en altındaki unsurla, yani coğrafya, ile başlayalım. Coğrafya, kader midir? Bir ölçüde evet. Büyüme, coğrafyanızı önemli ölçüde değiştiremez ama coğrafyanız büyümenizi etkiler. Coğrafya, kurumların evriminin, uluslararası bütünleşme derecesinin ve kaynak donanımının önemli bir belirleyicisidir.
Peki, biz bu coğrafyanın hakkını verebiliyor muyuz? Maalesef hayır! Tek bir örnek vereyim: Türkiye, bereketli topraklar üzerinde bir ülke. Fakat ne yazık ki, tarım arazilerinin kıymetini bilmeyen, katma değeri yüksek tarım yap(a)mayan bir ülke.
Türkiye, işte bu konuda, şanslı ülkelerden biridir. Şahane bir iklim kuşağında, denizlerle çevrili, ticaret yollarının ortasında, yer altı ve üstü zenginlikleri göz kamaştırıcı, binlerce yıllık bir kültür mirasının ev sahibidir. Peki, biz bu coğrafyanın hakkını verebiliyor muyuz? Maalesef hayır! Tek bir örnek vereyim: Türkiye, bereketli topraklar üzerinde bir ülke. Fakat ne yazık ki, tarım arazilerinin kıymetini bilmeyen, katma değeri yüksek tarım yap(a)mayan bir ülke. Milli hasılamıza katkısı 1960 senesinde %55 olan tarım kaynaklı katma değer, 1980’de %26’ya, sonrasında ise orta yüksek gelir grubu ülkeler ortalamasına yakınsayarak 2000’de %10’a ve 2020’de %7’ye kadar inmiş durumda. 1960’da çalışan kadının %80’i tarım işçisiyken, bugün bu oran %25. Bunun önemli bir kısmı, kadının işgücüne katılımındaki ve tarım dışı istihdam edilebilme kapasitesindeki artıştan kaynaklanıyor. Bu, güzel bir şey, ancak bunun tamamının kadının gönüllü seçimiyle olduğunu iddia etmek zor. Erkek istihdamında ise tarımın payı 1960’dan bugüne %35’ten %15’e düşmüş. Öte yandan, tarımsal ürünler ticaretinde neredeyse çoğunlukla net ihracatçı olan Türkiye 2000 yılından beri dalgalanan bir ticaret dengesi yaşıyor. Geçen 20 yılın 10’unda tarım ürünlerinde net ithalatçı statüsünde bir Türkiye artık burası. Bu tabloyu bir sanayileşme veya kalkınma başarısı olarak görmemek lazım. Neden? Çünkü eldeki kıymetli kaynak, o bereketli topraklar, yanlış kullanılıyor veya terkedilmiş, kullanılmıyor. Bu da önemli kırılganlıklar yaratıyor: Çağın gerektirdiği beşerî ve fiziksel sermaye yoğunluğu ve ölçek bir türlü yakalanamayınca veya ülkenin kendi şartlarına has yenilikçi çözümler geliştiril(e)meyince, tarımdan ilk çıkan küçük çiftçi oluyor. Kırdan kente göçün ardı arkası kesilmiyor; şehirler çelik, beton ve cam yığınlarından oluşan ısı adalarına dönüşüyor, uç hava olayları sıklaşıyor. Aşırı kalabalıklaşan metropollerde çevre kıyasıya tahrip ediliyor, trafik çekilmez hale geliyor, suç oranları artıyor, mutsuz ve umutsuz bir toplum yaratılıyor. Diğer taraftan, tarımda üretim azalması ile birlikte dışa bağımlılık artıyor ve tarım ürünlerinin fiyatları oynaklaşıyor, gıda güvenliği açıkları oluşuyor. Tüm bunların sonucunda derin yoksulluk ve katmanlı eşitsizlik artıyor. Böyle bir desen, kapsayıcı veya sürdürülebilir olabilir mi?
Eldeki kıymetli kaynaklar, bereketli topraklar, yanlış kullanılıyor veya terkedilmiş, kullanılmıyor. Bu da önemli kırılganlıklar yaratıyor: Çağın gerektirdiği beşerî ve fiziksel sermaye yoğunluğu ve ölçek bir türlü yakalanamıyor.
Şimdi tekrar grafiğe dönelim ve ticaret ile devam edelim. Her ne kadar Bretton Woods kurumları bünyesindeki politika yapıcılar, dünya ekonomisine entegrasyonun, bir ulusun refahı için en kesin yol olduğunu iddia etse de, geleneksel ticaret kuramı bu tür abartılı iddiaları desteklemez; zira ticaret kazançları sürekli olarak daha yüksek büyümeye dönüşecek kadar büyük değildir. Ancak, 1980'lerde ortaya çıkan içsel büyüme kuramı çerçevesinde, ticaret açıklığından büyük dinamik faydalar elde etmek mümkündür. Teknik değişim ve büyüme, bilgi, beşerî sermaye ve yenilikleri içeren "geniş sermaye" birikimi ile içselleşmiştir artık. Daha sade bir ifade ile sermaye akımları, zengin ülkelerden yoksul ülkelere gittiği ve yönetim ve teknoloji cephelerinde dışsallıklarla geldiği sürece, dünya ile bütünleşme sürdürülebilir büyüme yaratma potansiyeline sahiptir. Türkiye’nin bu konuda son 40-50 senelik karnesi acaba ne durumda? Onun için önce ticaret performansımıza şöyle kuşbakışı bir bakalım. Birincisi, Türkiye’nin bu süreçte ticaret açıklığı etkileyici bir biçimde 7’ye katlanır (1979’da %9’dan 2019’da %63’e). Buradaki önemli eleştiri, ihracat büyümesinin ithalattaki büyümeye bağlı olması ve bunun yarattığı yüksek cari açık sorunudur. İhracatın ithalat bağımlılığı konusu tartışmalıdır. Eğer, ithalat büyümesi, küresel değer zincirleri üzerinde faal olmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, bu yolla teknolojik edinimlerin ve üretkenliğin artışı sağlanıyorsa, katlanılabilir bir bedeldir. Çin’le karşılaştırıldığında, Türkiye’nin ithalat büyümesi Çin’in yarısı kadardır, örneğin. Ama kompozisyonu çok farklıdır. 2018 yılında, Çin’in ithalatının %30’u tüketim mallarından oluşurken bizde bu oran %50’ye yakındır. Her ne kadar küresel değer zincirleri üzerinde “sınırlı imalat sanayi” mallarından “ileri seviyede imalat sanayi” mallarına ve hizmetlere ilerlemiş olsak da, bu zincirlere katılımımız hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler ortalamasının altındadır. İkincisi, son 40 yılda, ihracata konu olan mallar daha rekabetçi hale gelir ve 1979’da %0.25 olan dünya ihracatındaki payımız, 4 kat artarak, 2019 yılında %1’e çıkar.  Ancak ihracatın teknoloji kompozisyonunda önemli ilerlemeler olduğu söylenemez. Türkiye hala alt-orta teknolojik sofistikasyonda ürünlerin ihracatçısı konumundadır. Yüksek teknolojili ürün ihracatı düşük seviyededir ve yerinde saymaya devam eder. Ürün kalitesine gelince… Bu konuda, Avrupa Birliği’ne entegrasyon çabaları meyvelerini verir. Tarım ve gıda sektörlerinde, otomotivde, elektrikli eşya ile makine ekipmanda kalite bakımından önemli ilerlemeler kaydedilir. Tekstil ve giyim kalitesinde ise maalesef kayda değer iyileşmeler görülmez. Doğrudan yabancı yatırımlar konusunda Türkiye, Gümrük Birliğine rağmen, potansiyeli yüksek ancak performansı düşük bir ülke olmaya devam eder. Hatta son on yılda doğrudan yabancı yatırımların büyük bir kısmı Körfez ülkeleri sakinlerinin emlak edinimleri ile gerçekleşir. Bu, her bakımdan kaygı vericidir.
Herkesin malumu olduğu üzere Türkiye-AB ilişkileri son 10 yılda ciddi bir erozyona uğramıştır ve Türkiye aday ülke olmanın artık çok uzağındadır. Adaylık sürecindeki kurumsal iyileştirmelerde büyük geriye dönüşler olmuştur.
Üçüncüsü, Türkiye, son 40 yılda, ticaret destinasyonlarının sayısını artırır; yüzlerce ülke ile ticaret yapmaya başlar. İhracat yoğunlaşma endeksinde, yükselen diğer ülkelere göre daha iyi performans sergiler. Bunda Avrupa Birliği (AB) ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasının katkısı vardır. 1996-2018 arasında Avrupa Birliği’ne yapılan ihracat 6 katına, Avrupa Birliği’nden yapılan ithalat ise 3 katına çıkar. Hem Küresel Finansal Krizin Avrupa’da yarattığı büyük daralma hem de hükümetin politika değişikliklerinin ürünü olarak Türkiye 2010’lu yıllarda Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Sahra Altı Afrika ülkelerine önemli açılımlar gerçekleştirir. Bu açılımların başarısında, Avrupa Birliği ile genişleyen ticaret sonucu artan kalite ve edinilen ticari uzmanlığın etkisi vardır. Ancak bu ilerlemelerin sürdürülebilirliği iki önemli kırılganlık nedeni ile şüphelidir: (1) Herkesin malumu olduğu üzere Türkiye-AB ilişkileri son 10 yılda ciddi bir erozyona uğramıştır ve Türkiye aday ülke olmanın artık çok uzağındadır. Adaylık sürecindeki kurumsal iyileştirmelerde büyük geriye dönüşler olmuştur. Dahası, tam üyelik müzakere sürecinde gerçekleşmesi öngörülen Gümrük Birliği modernizasyonu hala gerçekleşmemiştir. Bu sebeple, Türkiye, AB’nin akdettiği serbest ticaret anlaşmalarının üstlenilmesinde güçlüler yaşamakta ve Gümrük Birliği’nden tam anlamıyla yararlanmaya mâni olan karayolu kotalarından giderek daha fazla etkilenmektedir. (2) Türkiye’nin hâlihazırdaki eğitim seviyesi, kalitesi ve politikası içsel büyüme modellerinin öngördüğü ticaret yolu ile gelen tamamlayıcılıklar ve dışsallıkları realize edebilme altyapısı ile uyumlu değildir. Bir türlü rayına oturamayan, her gelen iktidarın ve son 20 yılda da AKP’nin deneme tahtasına çevirdiği eğitim sistemi, kapsayıcı olmadığı gibi çağın gerektirdiği uzmanlık ve yetkinlikleri kazandırmaktan da uzaktır. Son olarak, özellikle son zamanlarda, büyüme yazınında en büyük ilgiyi gören kurumlar unsuruna dönelim. İktisat disiplininde, daha önceleri, kurumlar için, ekonomik büyümenin bir yan ürünü olarak içsel ve zahmetsizce ortaya çıktıkları örtülü varsayımı benimsenirdi. Şimdi ise mülkiyet hakları, düzenleyici yapılar, yargının kalite ve bağımsızlığı ve bürokratik kapasitenin ekonomik büyümenin başlatılması ve sürdürülmesi açısından son derece önemli olduğu artık genel kabul görüyor. Türkiye’nin bu konuda 1990’lardan beriki serüvenini bu yazı serisinin birinci ve ikinci bölümlerinde anlatmıştım; burada uzun uzadıya tekrar etmeye gerek yok. Karnemiz maalesef pek kötü. Çok ciddi kırılganlıklar var: İfade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, bürokratik kapasite ve kalitedeki aşınma hem kaynakların verimliliğini hem de dünya ile entegrasyonumuzun derecesini ve istikametini istenmeyen yönlerde değiştiriyor. Bunlara ek olarak, Dünya Bankası’nın 2019 Türkiye Ekonomik Monitörü çalışmasında rastladığım ilginç bir istatistik var. 2000-2009 yılları arasında yılda ortalama 360 düzenleme yapılmış Türkiye’de. Bu rakam, 2010-2018 aralığında 2100’e çıkmış. Yapılan bu düzenlemelerin tümü doğru ve etkili olsa dahi bu derecede mevzuat oynaklığı iyi bir şey değildir. Belirsizliği artırır. SON SÖZLER ve BİR SORU Kanadı kırık kuş iyileşir mi? Uçabilir mi? Elbette! Aksi nasıl iddia edilebilir? Süregelen bazı kırılganlıklara ilişkin saptamalarımı ve bunları gidermenin ipuçlarını vermeye çalıştım bu yazı dizisinde. Türkiye ekonomisinin iyileşmesi için uzun uzadıya bir yapılacaklar listesi yazmak mümkün ama öyle sanıyorum ki o listenin layığınca uygulanması için gereken çok temel bir özellik var. Ve bu noktada, ondan biraz söz etmek lazım: Dayanıklılık (resilience). Dayanıklılık ancak ve ancak bir toplumdaki bireyler bir bütün olarak hareket eder, birlikte mücadele ederse mümkün. Bir toplum, mevcut sosyal sözleşmesinin kalite seviyesi ile orantılı bir kolektif işlevsellik sergiler. Bu sözleşmenin temelinde, bireylerin, kendi davranışlarının başkaları üzerinde etkileri olduğu kabulü vardır. Bu etkilere biz iktisatçılar “dışsallık” deriz. Toplumsal bir sözleşmenin yokluğunda, bireyler olumsuz dışsallıklar yaratma eğilimindedir. Bu dışsallıklar kritik eşikleri geçtiğinde, toplumun bazı kesimleri açmaza girer ve hatta yıkılma noktasına gelir. Dolayısıyla, olumsuz dışsallıklar, büyük krizlerde, toplumsal kırılganlığın artmasına ve dayanıklılığın azalmasına neden olur.
Karnemiz maalesef pek kötü. İfade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, bürokratik kapasite ve kalitedeki aşınma hem kaynakların verimliliğini hem de dünya ile entegrasyonumuzun istikametini istenmeyen yönlerde değiştiriyor.
Krizin doğasına bağlı olarak, toplumsal sözleşmede değişimler yapılır. Bunlar, hükümet kararnamelerinin, sosyal normların ve piyasa mekanizmalarının bir karışımıdır. Kanımca, bizim kanadı kırık kuşun iyileşme serüvenin ilkesel temellerini burada aramak gerekir. Toplumsal sözleşmede gerçekleştirilmek istenen değişimler, dikkatle değerlendirilmeli ve kararlılıkla uygulanmalıdır. Bireyler, yaşamlarına ilişkin plan yapabilmek için net ve tutarlı toplumsal çerçevelere ihtiyaç duyarlar. Yeni durumları anlamak ve yeni davranışları deşifre etmek sınama-yanılma gerektirir. Kriz yönetmek için tam ve güvenilir bilgi gerekir. Bu koşullar altında, etkili iletişim önemli hale gelir. En önemlisi, bir toplumsal sözleşme, adalet varsa ve eşitsizlikler tolere edilebilir derecede küçükse dayanıklıdır. Soruyorum: Dayanıklı mıyız? --- [*] Bu yazıda, geçmişte yazdığım iki yazıdan alıntılar mevcut. O yazılarıma erişim için: https://iktisatvetoplum.com/kirdan-kente-gocun-firtinalari-icinde-ahhh-guzel-istanbul-ayca-tekin-koru/ https://iktisatvetoplum.com/sosyal-bilimciler-konusuyor-ayca-tekin-koru/