Yetiştirdiği toplum kesimlerine baktığımızda gerçek halk çocuklarına fayda sundu. Memleketin dört yanındaki farklı etnisite ve inançlara sahip ailelerden gelen öğrenci kitlesi bakımından çoğulcu bir öz taşıdığını da söyleyebiliriz.Maliye okulları bir anlamda Mülkiye’nin ön basamağı olarak da düşünülebilir: devlete kadro yetiştirmek bağlamında. Zaten bizim lisede “önce Maliye, sonra Mülkiye” diye bir gelenek vardı ve mezunların çoğu eğitimine Mülkiye’de devam etti. Yani bir “devletçi” damardan bahsedebiliriz. Fakat yetiştirdiği toplum kesimlerine baktığımızda gerçek halk çocukları ve onların ailelerine bir fayda sunmuş oldu. Memleketin dört bir yanındaki farklı etnisite ve inançlara sahip ailelerden gelen öğrenci kitlesi bakımından “çoğulcu” bir öz taşıdığını da söyleyebiliriz. Özellikle 90’lı yılları düşündüğümüzde Güneydoğu’daki çocuklara tanınan bu eğitim imkânı, o güne dek gelen eşitsizlikleri telafi etmek üzere sunulmuş bir fırsat eşitliği olarak okunabilir. İşçi bir aileden gelen beş kardeşli eşim bunun en güzel örneğidir mesela. (Maliye okulu mezunlarına has bir endogami de (iç evlilik) söz konusu yani). Kamucu eğitimin en güzel örneklerinden biri ve sonuncusu olan İzmir Maliye Okulu da 2001-2002 eğitim yılında öğrenci alımını durdurarak mevcut öğrencilerinin mezuniyetiyle birlikte kapandı ne yazık ki. Yerinde bir İmam Hatip duruyor şimdi. 2002 yılında Maliye Okulu Mezunları Derneği yönetiminin düzenlediği panelde 1960 yılı mezunumuz Kamer Genç “Maliye Okulu’nu kapatmakla Maliye Bakanlığı bindiği dalı kesiyor” diyecektir.
Kamuculuk ve devletçilik arasında bir okul: Maliye Meslek Lisesi
“Devlet pantolon üretir mi” den “devlet aşı üretmeli” argümanına geçiş yaptığımız küresel ortamda kamucu çözümler daha fazla konuşulmaya başlanacak gibi… Ben de bu tartışmalara mezun olduğum liseyi anlatarak katkı sunmak istedim…
“İktisatçı” belgeseli ilk yayınlandığında aldığım eleştirilerden birisi filmde “devletçi hocaları konuşturmuşsun” şeklinde olmuştu. Oysa ben belgeseldeki isimleri “kamucu” aydın ve akademisyenler oldukları için seçmiştim. Bu eleştiri ve benim filmde vermek istediğim mesaj arasındaki tezat, kamuculuk ve devletçilik arasında yaygın bir kafa karışıklığı olduğunu düşündürdü bana.
Sanırım bu kafa karışıklığının bir nedeni kamu deyince devleti anlamamızla ilgili ve bu da kamu sektörü-özel sektör arasındaki kavramsal ayrımla bağlantılı. Örneğin, birisi “kamuda çalışıyorum” dediğinde devlet memuru olduğunu söylemek istiyordur. Devletçilik de kamu sektörünün yani devletin sahip olduğu iktisadi işletmeler aracılığıyla ekonomide başat aktörlerden biri olması anlamına geldiğinden sıklıkla “kamuculuk” ve “devletçilik” bir ve aynı şeylermiş gibi görülür.
TDK’ya göre kamu sözcüğünün ilk anlamı: “toplum, topluluk, halk”; ikinci anlamı, “bütün” iken üçüncü anlamı ise “hepsi, herkes” şeklinde. Mesela Yunus Emre “Adımız Miskindir Bizim” şiirinde “biz kimseye kin tutmayız kamu âlem birdir bize” derken kamu kelimesiyle “herkes” demek istiyor. Dolayısıyla kamu “çokluk” olarak ele alınabilir. Devlet ise “tekçi” dir. Yani bu ikisi arasında bırakın yakınlığı çok önemli bir anlam farkı vardır, olmalıdır. Ve bu ikisi arasında bir ayrım yapmayarak büyük bir hata yapmış oluruz.
Bir kere kamucu bakış açısı toplumsal faydayı önceleyen bir politik tutumdur, devletçi bakış açısı ise devletin yani onu yönetenlerin ve onların yarenlerinin faydasını önceler. Devletin, kamu adına eylemlerde bulunması onun kamucu olduğunu göstermez. Devlet düzeneğini yöneten hükümetlerin yaptığı kamu yatırımları da kamusal nitelik taşımak zorunda değildir, bu yatırımlar toplumun tümünü değil bir azınlığın faydasını amaçladığı sürece. Bir kamu yatırımının kamucu olabilmesi için devlet eliyle yapılması değil, toplumun faydasını öncelemesi ve en büyük toplumsal idealler olan eşitlik ve özgürlüğe hizmet etmesi gerekir.
Kamu bankaları mesela. Bunlar kamunun ihtiyaçları için mi çalışıyorlar gerçekten? Çiftçinin, esnafın, küçük işletmecinin fon ihtiyacı için kurulmuş bu finansal kurumların belli başlı isimlere kredi verir hale geldiğini bilmiyor muyuz? Dahası devlet, bazılarına kamu bankalarından neredeyse bedava borç vererek kamu işletmelerini onlara vermiyor mu? Yani hem kamunun parasını hem de kamunun varlığını birilerine hediye edenlere kamucu diyebilir miyiz?
Peki toplumsal faydayı önceleyen “kamucu” devlet olabilir mi? Mümkün ama sağ iktidarlarla değil. Sağ iktidarlarla uygulanan kamuculuk da aslında özünde bu devletlerin “sol” korkusundan kaynaklanır. Örneğin, kapitalizmin altın yılları diye nitelendirilen savaş sonrası yıllarda karşımıza çıkan “refah devleti”, yani 1945 sonrasında Avrupa’daki “sosyal devlet” uygulamaları SSCB korkusundan bağışık değildir ki. 80’lerle birlikte sosyalizm korkusu yatışınca sağcı devletler özüne dönüp kamuculuktan vazgeçmiştir zaten. Dolayısıyla 1980 sonrası tüm dünyaya hâkim olan küresel düzende kamu yatırımları ve sosyal devlet uygulamaları gözden düşmüştür artık.
Türkiye’de AKP eliyle son 20 yılda önce kamu işletmeleri yok paraya satılarak daha sonra da KÖİ adı verilen şaklabanlıklarla kamu ciddi zarara uğratılırken, 2008 krizi ve ardından pandemi krizleriyle birlikte küresel aktörlerin kamusal fayda, kamu yatırımları, kamu mülkiyeti gibi sözcükleri daha sık kullanmaya başladıklarına şahit oluyoruz. IMF, OECD gibi kurumların nasıl kamucu kesildiklerini Hayri Kozanoğlu hoca bir yazısında çok güzel anlatmıştı. (https://www.birgun.net/haber/dunyada-kamuculuk-ruzgarlari-318905 ). Buna göre, örneğin IMF, Mali İzleme Raporu’nun önden yayımlanan İyileşme İçin Kamusal Yatırım başlıklı, 2. bölümünde (Public Investment For the Recovery, Fisal Monitor October 2020) Covid-19’un neden olduğu belirsizlik ve güvensizlik ortamında üye ülkelerin hükümetlerine kamu yatırımlarını artırarak, milyonlarca yeni iş yaratma ve ekonomik iyileşme umutlarını canlandırma çağrısında bulunurken, OECD Covid-19 krizi sırasında kamu mülkiyetinin yaygınlaşmasının normal karşılanması gerektiğini söylüyor.
“Devlet pantolon üretir mi” den “devlet aşı üretmeli” argümanına geçiş yaptığımız küresel ortamda kamucu çözümler daha fazla konuşulmaya başlanacak gibi görünüyor. Ben de bu tartışmalara devletçilik ile kamuculuk arasında bir yerde duran mezun olduğum liseyi anlatarak katkı sunmak istedim: Maliye Meslek Lisesi veya genel tabiriyle Maliye Okulları. Hemen söyleyeyim en ünlü mezunumuz rahmetli Kamer Genç’tir.
1924’TE AÇILDI
Meclisin 2. yılında Atatürk’ün kürsüden dillendirdiği “mali bağımsızlık ve Maliye” (TBMM Zabıt Ceridesi, 1922:2) vurgularından sonra 20.04.1924 tarihinde kabul edilen anayasada, “Umur-ı Maliye” (Maliye İşleri) başlıklı bir kısımda “Maliye Okulu”nun açılması da yer alır. Okulun 1945-46 yıllığında yer alan Enver Behnan Şapolyo imzalı tarihçede, Sakarya Muharebesi sırasında 2 Numaralı Hastane olarak kullanılan sonradan Türk Ocağı binası yapılan konferans salonunun Maliye Mektebi olarak açıldığı, İlk müdür olarak da ‘Maliye Vekaleti Zat İşleri Müdürü’ Cemal Gönülal’ın tayin edildiği belirtilmektedir. 16 Eylül 1925 de ‘İcra Vekilleri Heyeti’ kararı ile Maliye Tatbikat Mekteb-i Âlisi; 22 Eylül 1926 tarihinde de Maarif Vekaleti’nin görüşü ile meslek içi eğitim, kurs çağrışımının önüne geçilerek Maliye Meslek Mektebi adını alır. 1943 yılında ‘Maarif Vekaleti’nin Talim Terbiye ifadeli 748 no’lu emriyle Maliye Okulu adıyla üç yıllık eğitim veren “lise” muadili bir okul olarak Çankırıkapı’daki modern binasında eğitim vermeye başlar.
1945-1946 yıllığında Türkiye’de bir ilk olan ve o yıl kurulan Okul Kooperatifi şu cümlelerle anlatılıyor. “Maliye Okulu’nun nerede olursa olsun, ismi anıldığı zaman uzun uzun bahsedilecek çok üstün bir meziyeti, bütün okulları kendine hayran bırakacak bir iç teşekkülü hatıra gelecektir. KOOPERATİF! ”Bu yıllıkta ayrıca, Memurlar Kanunu tasarısı, Damga Resmi Kanunu Tasarısı ile birlikte iki yıl sonra yürürlüğe girecek ilk Vergi Usul Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu, Kurumlar Vergisi Kanunu tasarılarını, Maliye Okulu öğrencileri “Vergi Reformu” başlığı altında incelemektedirler. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi kurucularından Alman mülteci hocamız Fritz Neumark’ın bu yasalardaki emeğini hemen not düşmek isterim.
Çankırıkapı’daki binada eğitim 1949-1950 eğitim yılı sonuna kadar sürer ve beş yıllık aradan sonra, Ulus’ta, tümüyle kapanacağı 1998 yılına kadar Maliye Okulu olacak binada,1955-1956 Eğitim yılında yeniden öğrenci alınmaya başlanır. Erkek öğrenciler demek daha doğru olur herhalde çünkü 1966-1967 Mezunları arasında hiç kız öğrenci yoktur.
Burada ‘Okul Kooperatifi’ yerini ‘Banka Kolu’na bırakmıştır. Üçüncü sınıfa gelinceye kadar ders ortalamaları en yüksek üç öğrenci bu kola seçilerek öğrenci aylık harçlıklarının tahakkuku ve ödenmesinden, memleketten havalelerin (okul yatılı olduğu için öğrencilere velileri memleketten para gönderir) tasarruflu kullanılmasının sağlanmasından, diğer kolların finansmanından, banka hesap takibinden sorumludurlar. 1976-1977 yılı mezunları arasında 11 kız öğrenci bulunmaktadır. Sonraki yıllarda da 70-75 kişi civarında olacak iki şubeli sınıfta kız/ erkek oranı 1/7 olarak korunacaktır.
Ankara’dan sonra 1977-1978 eğitim yılında Maliye Bakanlığı’nın İzmir Maliye Okulu’nu; 1978-1979 eğitim yılında da İstanbul Maliye Okulunu açması ise maliye teşkilatının yetişmiş memurlara ihtiyacını gösterir. Okuldaki müfredata baktığımızda Türkçe, Tarih, Coğrafya, Matematik, Beden Eğitimi, Lisan dersleri gibi tipik MEB dersleri olmakla birlikte ağırlıklı olarak meslek derslerini görürüz: Hukuk, Devlet Muhasebesi, Vergi Usul Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu, Masraf Kanunları, Damga Vergisi, Veraset ve İntikal Vergisi, Amme Alacakları, Mesleki Tatbikat gibi. 1985 yılında yürürlüğe giren Katma Değer Vergisi kanunu ile 1986-1987 yılı eğitim döneminde son sınıf ders programına Katma Değer Vergisi Dersi ilave edilir.
2000’LERDEN SONRA TEK OKUL KALDI…
Bu yıllarda Maliye Bakanlığı’nca açılan Öğrenci Seçme Sınavı yerine, Milli Eğitim Bakanlığı’nca Meslek Liseleri Seçme Sınavı ile öğrenci alınmaktadır. Aynı zamanda okulun adı Maliye Meslek Okulu olarak değişmiştir. Anlatıma yine de Maliye Okulu adı kullanılarak devam edilecektir. İstanbul Maliye Okulu, Eğitime başladığı 1978 yılından kapandığı 1988 yılına kadar 498 Mezun verir. 1996-1997 eğitim yılında, Ankara Maliye Okulu son mezunlarını verecek, 2. sınıf ve son sınıf öğrencileri artık İzmir’de okuyacaklardır. Maliye okulunda (Ankara) Adil Cömert, Şemsettin Ataman, Fevzi Kırbıyık, Seher Amiklioğlu ve Ataman Aydınlı; (İstanbul) Kurucu Müdür Zeynel Eroğlu, (merhum) Vedat Kurtsatan, İsmail Güçlüer, Emin Kavasoğlu ve Hüseyin Canbağ; (İzmir) Fehmi SALIK, Ahmet ERGENÇ ve M. Fahri ARTAN okul müdürü olarak görev yapmışlardır.
2000’lere doğru Maliye Bakanlığı’nın okula ilgisinin azaldığını, İstanbul’dan sonra Ankara maliye okulunun da kapatılarak elde sadece benim mezun olduğum İzmir Maliye Meslek Lisesi’nin kaldığını söyleyebiliriz.
1992 yılında Kurumlar Sınavını kazanarak bu okula başladım. O zamanlar Fen Liselerini kazanamayan çocukların gittiği okulların başında Anadolu liseleri ve bu tür kamu meslek liseleri gelirdi. Daha önce adını bile duymadığım bu liseyi kazandığım haberi gelince, eğitimin içeriğinden çok uzak olmama rağmen yatılı okul macerası iyi olur diye gitmeye karar vermiştim. Muhtemelen o yaz yatılı okulda geçen bir roman okumuştum. Babam ise yazarlık, yönetmenlik gibi uçuk hayalleri olan kızını devlet kapısına atmanın yolunu bulmanın sevinci içindeydi. 17 yaşında memur olma garantisi o dönem de Anadolu insanı için çok cazipti. Bunun yanında, parasız yatılı olması dar gelirli insanların tercih ettiği bir seçenekti.
İlk iktisat dersini bu lisede almış olsam da Edebiyat dışındaki okul dersleri hiçbir zaman ilgimi çekmedi. 15 yaşında çocukların vergi kanunlarını sevmesi de beklenemez zaten. Amma velakin meslek derslerimize gelen defterdar, vergi dairesi müdürleri, maliye müfettişleri ve hesap uzmanları gibi bürokratlar ufkumuzu açtı diyebilirim. Bu idealist bürokratlar, üç yıl sonra memur olup hayata atılmayı düşünen bizlere üniversite diye bir seçeneğin de olduğunu ve memurluktan çok daha fazlasını yapabileceğimizi aklımıza soktular. Okul kütüphanesinin zenginliği, günlük gelen gazeteler, okuldaki sosyal faaliyetler de çoğu Anadolu’dan gelmiş çocuğa farklı bir vizyon kazandırdı. Örneğin ilk defa opera ve baleye o okulda gittim, tıpkı diğer arkadaşlarım gibi. Çoğunluğu işçi, çiftçi, köylü çocuğu olan arkadaşlarım bu okul sayesinde hayatını kurtardı. Bugün okula aç giden çocukları gördükçe lise çağında olan bir çocuğun gelişimine uygun olarak hazırlanan beslenme listelerine göre çıkan yemeklerimiz aklıma geliyor ve kahroluyorum. Parasız eğitim almak ve iyi beslenme imkanlarının yanında okulumuz üç yıl boyunca ayakkabıdan eşofmana, terlikten bornoza her tür giyeceğimizi verirdi ki bunlar hep Sümerbank mallarıydı. Üstüne bir de her ay cep harçlığı verilirdi. O okulda okuyan çocukların 14 yaşından itibaren ailesinden maddi destek almadan ayakta kalabilmesi başka nasıl açıklanabilir ki zaten? Bugün kendi çocuklarımızı okutabilmek için maaşlarımızın yetmez hale geldiğini neyle açıklayalım peki?
Sonraki nesillerin öncekilerden daha kötü durumda olmasını şansla, kaderle değil o ülkede izlenen kamucu olmayan politikalarla açıklayabiliriz ancak. Hatta beceriksizlikle açıklamak da yanlış olur bunu, tam tersine bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yok edildi kamucu eğitim politikaları.
YERİNDE BİR İMAM HATİP DURUYOR ŞİMDİ…
Esasen maliye teşkilatına alt düzey memur yetiştirmek üzere kurulmuş bu okullar, ortamın uygunluğu ve öğrencilerinin azmi ile birleşerek üniversite sınavlarındaki başarı sırasında hızla üst düzeylere yükseldi. Hatta “fakir ama akıllı” çocuklar diye öyle meşhur olmuştuk ki İzmir’deki dershaneler bize burs verirdi. Böylece, bir yandan 17 yaşında liseden mezun olan öğrenciler olarak mahkemeden çıkardığımız kaza-i rüşt kararı ile devlet memurluğuna adım atarken bir yandan da üniversite okumaya devam ettik. Bu o kadar yaygınlaşmıştı ki göreve başladığımız idarelerdeki amirler, maliye okulundan gelen memurlardan haftalık ders programı ister ve buna göre mesai saatinde üniversitedeki derslere gitmemize izin verirlerdi. Tüm arkadaşlarım böylelikle ailesinden tek kuruş almadan üniversite bitirebildi.