Diğer

Jedem das Seine

Abone Ol
Spor muhabiri olarak gazeteciliğin o maceralı dünyasına adım attığım günlerdi, Sunay Akınla Oyuncak Müzesinde spor üstüne bir söyleşi yapmıştık. Hiç unutmadığım, yerden göğe katıldığım bir şey söylemişti: Boks spor değil vahşettir. Spor muhabiri olarak gazeteciliğin o maceralı dünyasına adım attığım günlerdi, Sunay Akın’la Oyuncak Müzesi’nde spor üstüne bir söyleşi yapmıştık. Hiç unutmadığım, yerden göğe katıldığım bir şey söylemişti: “Boks spor değil vahşettir.” Başkasının acısı üstünden galibiyet olur mu? Başkasını yaralamaya insan nasıl sevinir? Galiba bir tek sefer, o da dinlediğim Muhammed Ali hikâyelerine özendiğim için, sabahın köründe bir boks maçı için uyandım: Lennox Lewis’le Mike Tyson. Hiç sevmedim, hata iğrenç buldum, Mike Tyson’ın gözü yediği yumruklardan kapanmıştı ve bu kutlanıyordu. Gel zaman git zaman, boksa başladım ve kendimi kum torbasını yumruklarken buldum. Sonra anladım ki, bu boks bir insanı değil de torbayı yumrukladığın müddetçe insanı hayli rahatlatan bir tür psikolog. Mühendis bir baba ile öğretmen bir annenin oğlu olan Tadeusz Pietrzykowski ise küçük yaşlardan itibaren hayatını bu spora adamayı kararlaştırmıştı. Yirmi yaşına geldiğinde, sene 1937, Legia Varşova’nın ve ülkenin bilinen bir tüy sıklet şampiyonuydu. Polonya işgal edildiğinde ülkesini savunmak için direnişçilere gönüllü olarak katılmıştı. AUSCHWITZ KURULURKEN Varşova düşüp de Naziler girdiğinde “Teddy” Fransa’da yeniden kurulan Özgür Polonya ordusuna katılmayı düşündü ama Macaristan’da yakalandı ve 1940’ta daha yeni kurulmakta olan Auschwitz’e gönderildi. Numarası 77’ydi… Kampın yeni yerlerinin yapımında çalıştırıldı, taş kırmaya gönderildi, bu esnada kamp içindeki direniş hareketinde görev yaptı, Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss’e karşı düzenlenen suikastte rolü vardı, ama mahkemede 2.5 milyon esirin öldürülmesinden sorumlu olduğunu beyan eden Höss’ün sadece bacağı kırıldı. Artık ne kadarı gerçek ne kadarı onu öyle görmek istediğimiz için bilmiyorum ama çeşitli efsaneler de türedi Pietrzykowski üstüne. Höss’ün mahkûmlara saldıran meşhur köpeğini öldürmek ve ardından pişirip yemek… İki mahkûm arasında çıkan kavgada güçsüzün yanında durup dövüşmek ve belki de o zayıfın hayatını kurtarmak: kimsenin henüz ilerde “aziz” olacağını bilmediği Maximillian Kolbe’yi… Subaylar kendilerine eğlenecek bir şey arıyorlarken Teddy’yi keşfettiler. Ve, ring kuruldu, Auschwitz’de dövüş başladı. Adeta Roma’nın arenalarını anımsatan bir eğlence anlayışı, birkaç bin sene sonra, Avrupa’nın göbeğinde ihya edilmişti. Bokstan nefret eden ben, Auschwitzin Şampiyonu’nu izlerken oturduğum yerde bir yumruk da ben sallıyordum. Teddy, sıkletine, beslenmesine bakmadan dövüşleri kazandıkça hayata tutundu. Mesela, ağır sıklet dövüşçüsü Çekiç Schally’yi -Schally Hottenbach- yere sererken bunun acaba gerçekte nasıl yaşandığını hayal ediyordum. Her yumruk aslında Nazilerle beraber fallus’un da yıkılmasına yol açıyor çünkü. 1943’te, yani kampta tam bin koca gün geçirdikten sonra Neuengamme adlı bir başka kampa gönderildi ve orada dövüşmeye devam etti. Sonra, kısa bir süre Bergen Belsen; özgürlüğe adımını orada attı. Toplama kamplarında dövüşerek, ama kelimenin gerçek anlamıyla dövüşerek kurtuldu Teddy. Mahkemede Höss’ün aleyhinde şahitlik yapanlardan biri bu asla pes etmeyen dövüşçüydü. Polonya kurtulunca bu kez bir boks eğitmeni olarak hayatını sürdürdü. HEM BOKSÖR HEM RESSAM Aynı zamanda ressamdı Tadeusz Pietrzykowski, resim sergileri açtı. Oysa, daha 1963’te onun hayatından esinlenen Çekoslovak yapımı siyah-beyaz bir film çekilmişti. Boksör ve Ölüm’de bir boksörü kampın komutanı yere sererken görüyoruz. Orada sadece Auschwitz’in gaddar komutanıyla dövüşüyor mahkûm boksör, oysa gerçekte böyle bir şey olduğuna dair hiçbir kanıt ya da anlatı yok. Ama savaşın hemen arkasından görmek istediğimiz bu, üstelik film Sovyetlerin her şeye rağmen güçlü olduğu bir dönemde çekilmiş. Adı Tadeusz Pietrzykowski değil, Jan Kominek, sonda, kampın dayak yiyen komutanı onu özgürlüğüne kavuşturunca adının artık Anton Lapinski olduğunu söylüyor, ona bu adı taşıyan evraklar veriyor ve böylece kahramanlık git gide Sovyetikleşiyor. Bu fark sanırım bize faşizmi zaman içinde nasıl algıladığımızı ve onunla mücadelede başvurduğumuz metotların nasıl değiştiğini bir miktar açıklıyor. Altmışlarda kamp komutanını yere sermek gerekiyorken bugün, aradan zaman geçip de acılar biraz daha soğuduktan sonra, kamp komutanına yumruk sallamaya gerek görülmüyor. O insanın ıstırabını anlatabilmek bence faşizme karşı verilebilecek en büyük mücadele. Auschwitzin Şampiyonu’nda, her şey bittikten sonra, “o evi bulduğumda kim olacağımı bilmiyorum,” diyor Ted, “ama kim olmak istediğimi biliyor olacağım.” O evi bulmuş Tadeusz Pietrzykowski, dört bir yanda çocuklara boks dersleri verirken kendi duvarlarını tablolarla süslemiş. Hayat belki de böyle, mesele kim olmak istediğimize karar vermekte. Boksu hâlâ sevmiyorum, bir spor olarak da görmüyorum. Ama sanatçı ruhlu boksörler de vardır hayatta. Ve bazen başkasının acısı üstünden gelen galibiyetlere de sevinir insan. Jedem das Seine, herkes hak ettiğini bulur.