Dün konuşmama kişisel bir hikâye ile başlamıştım, bugün de öyle başlamak istiyorum. Zira benim ve bu salonda oturan sizlerin hayat hikayeleri yaşadığımız dünya tarafından şekilleniyor ve sonra dönüp o dünyayı bizler yeniden şekillendiriyoruz ya da şekillendirdiğimizi sanıyoruz. İzmir’i ilk gördüğümde 3 yaşındaymışım. Annem ve babam Almanya’ya işçi olarak gitmişler, bir noktada artık bana bakamayacaklarına karar verdiklerinde de beni bir uçağa bindirip İzmir'e dedemlerin yanına göndermişler. İzmir havaalanında beni daha önce hiç görmediğim akrabalarım karşılamış. O gün bugündür İzmir benim için çok özeldir, bütün İzmir benim yuvamdır. Annem ve babamın da dahil olduğu Türk işçi göçü, 20. yüzyılda Avrupa'daki en büyük göç hareketlerinden biriydi. 1970'lerin sonunda, Almanya'da yaklaşık 2 milyon Türk vardı ve ülkedeki en büyük etnik azınlık gruplarından birini oluşturuyordu. 1970li yıllardan sonra Almanya, yüksek verimlilik, düşük işsizlik oranları ve güçlü ihracatı ile müthiş bir ekonomik performans gösterdi. 1990lı yıllara gelindiğinde dünyanın en güçlü ekonomilerinden biriydi. Türkiye’den Almanya’ya giden milyonlarca vatandaşımız Alman ekonomik mucizesinin, Almanların deyişiyle "Wirtschaftswunder" ın fitilini ateşledi. Ama mucizenin gururunu onlar yaşayamadıkları gibi, meyvelerini de onlar yemedi. Bugün benzer bir süreci çok başka bir biçimde tekrar yaşıyoruz. Geçtiğimiz on yılda Türkiye Cumhuriyeti’nin bin bir emekle yetiştirdiği on binlerce eğitimli insan siyasi istikrarsızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, ekonomik belirsizlik gibi nedenlerle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.  On binlerce eğitimli insanımız daha iyi ekonomik fırsatlar, çalışma koşulları veya yaşam kalitesi arayışıyla Batı ülkelerine göç ettiler. Arkalarından “varsın gidiyorlarsa gitsinler” diyen iktidar bu ülkenin kaynakları ile yetişen ve belki de edinilmesi en zor olan “gelişmiş insan kaynağını” bir kez daha başka ülkelerin yaratacakları ekonomik mucizeye hediye ediyordu. Bir kez daha bu topraklarda büyüyenler ne katkıda bulundukları mucizenin gururunu yaşayabilecekler ne de o mucizenin meyvelerini yiyebileceklerdi. Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf, Doğu’dan Uzakta romanında şöyle der;“Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir." Batı’ya kafa tutarmış gibi yapan bu iktidarın bilerek ya da bilmeyerek  çanak tuttuğu şey küresel bir güç dengesizliğine katkıda bulunmaktı. Kendi ülkesini yetenek ve donanım açısından kurak bir toprak haline dönüştürmekti Batı’ya kafa tutarmış gibi yapan bu iktidar bu büyük nitelikli emek göçünü durduracak hiçbir şey yapmadığı için, bu ülkeyi doktorlar, mühendisler, öğretmenler için yaşanılır bir yer olmaktan çıkardığı için bu yüzyılda da Batı’nın ekonomik ve teknolojik hakimiyetini mümkün kıldı. Batı’ya kafa tutarmış gibi yapan bu iktidar bağımsız düşünmeye, yaratıcılığa, liyakate karşıydı çünkü tüm amacı ülkeyi vasatta eşitlemek, çaresizliği ve yoksulluğu yönetmekti. İşte 20.yy ın başında İktisat Kongresi’ni düzenleyen bağımsızlıkçı ruh Türkiye’yi geriye götüren bu zihniyetin 100 yıl önce farkındaydı. O yüzden de ilk oturumun 7. Maddesine aynen şöyle yazılmıştı: “Her Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir, fakat her şeyden evvel memleketinin malıdır.” İşte Cumhuriyetin bize en büyük kazançlarından birisi, dünyanın her yerinde çalışabilecek, mesleğini dünya kalitesinde yapan insanlar yetiştirmek oldu. Ama maalesef onları memleketimizde tutamadık. Bugün hem bir birey olarak hem de bir ulus olarak sahip olduğumuz en değerli becerinin bilgi olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bugün İzmirdeki bir öğrenci sadece Ankaradaki bir öğrenci ile işler için rekabet etmiyor, aynı zamanda Barcelona, Boston, Hong Kong, Şangay, Moskova, Tokya’daki milyonlarca öğrenci ile aynı iş için rekabet ediyor. Kontrol edemediğimiz ama etkilerini derinden hissettiğimiz büyük değişimler bizi dünyaya çok hızlı bir biçimde ayak uydurmak zorunda bırakıyor. Artık içimize kapanarak, dünyayı kendimizden ibaret sanarak, sahip olduğumuz bütün avantajları büyük bir öngörüsüzlük ve cahillik ile tek tek yok ederek bu dünya ile rekabet edemeyiz. Dünyadaki değişimi öngörmek ve bu değişime sadece uyum sağlamak değil onu yönetmek zorundayız. Bu değişimi yönetmek sadece büyük bir devlet olmanın gereği değil aynı zamanda bu ülkenin insanlarına hak ettikleri yaşam şansını verebilen bir devlet olmanın gerekliliğidir. İşte biz de 21.yüzyıla mesleğini, hayatını, ülkesini üzerinde gururla taşıyan, tökezlediğinde yanında bu devletin olduğunu bilen yeni bir toplumsal sözleşme ile girmeliyiz. Bu toplumsal sözleşmenin ilk ve en temel unsuru yaşatmaktır. Devlet yaşatmak için vardır. Daha 40ını yeni çıkardığımız büyük deprem felaketi devletin yaşatma vaadini yerine getiremediğini güçlü bir şekilde gösterdi. Deprem milyonlarca insanın evlerini yıktı ve geçim kaynaklarını yok etti. Birçoğu doğup büyüdükleri, şehri ve tüm hatıralarını terk etmek zorunda kaldı. Bir zamanlar ses, renk, ışık, hayat olan köyler, kasabalar ve kentler bir anda kocaman bir enkazın altında kaldı. İşte bu yüzden temel sorumluluğu vatandaşlarına değil, piyasaya duyan bu zihniyet yaşatamaz. İşte o yüzden bir yandan yasımızı tutarken diğer yandan da bu kaybı, bu yası, bu büyük acıyı ana sorumluluğu yaşatmak olan, vatandaşının acısını, öfkesini hissedecek bir devlet modelini yeniden inşa etmek için kullanmalıyız. Yıkılan şehirleri eşitsizlik ve rantın hayatı belirlediği bir eskiye dönüş için değil, 21.yyın temel sorunu olan salgınlara, afetlere hazırlıklı yaşanabilir kentler inşa etmek için kullanmalıyız. 21.yüzyılda yeni toplumsal sözleşmenin ikinci unsuru fırsat eşitliğidir: Eğer biz bugün CB seçimlerinde Rizeli bir kaptanın çocuğu ile Dersimli 7 çocuklu bir ailenin çocuğu arasında seçim yapacaksak bu Cumhuriyetin bize sunduğu fırsat eşitliği sayesindedir. Eğer ben bugün İzmit’in bir köyünde doğup üniversitede öğretim görevlisi olan, İçişleri Bakanlığı yapan bir kadının yardımcısı olarak çalışıyorsam bu Cumhuriyetin bize sunduğu fırsat eşitliği sayesindedir. Fırsat eşitliğini ve sosyal hareketliliği teşvik etmek için elimizdeki en temel kamusal araç ise eğitimdir. Tüm çocukların içine doğdukları ailenin ekonomik durumuna bakılmaksızın kaliteli bir eğitime erişmesi, yoksullukla mücadelenin ve ülkenin kalkınmasının da bir numaralı kuralıdır. 20.yüzyılda devletin ana görevi nitelikli bir nüfus yetiştirmekti. Bugün ise görevimiz daha zor. Hem neredeyse çökmüş eğitim kurumlarını çağın gerekliliklerine göre düzenleyip kendi ayağı üzerinde durabilen bireyler yetiştirmeliyiz hem de yetişmiş nüfusu elimizde tutmak ve hatta nitelikli emeği ülkemize çekmek zorundayız. 21.yüzyılın devleti, sadece sınırlarının içerisindeki nüfusu koruyan bir devlet olamaz, malların, fikirlerin ve insanlarının akışının olağanüstü hız kazandığı bu dönemde 21. Yüzyılın devletinin ana görevi toprakları üzerinden akan, göçü, yabancı yatırımları, ve sıcak parayı bu ülkenin insanları yararına kontrol edebilen, bütün bu hareketten sağlanan faydayı da maksimize edebilen bir devlet olmalıdır. Çünkü artık yüzyıl öncesine göre bambaşka ve ülkelerin birbirine olan bağlılık ve bağımlılıklarının çok daha karmaşık olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tam da bu nedenle 21. yüzyılın devleti küresel eğilimleri okuyan, kapsayıcı bir devlet olmalıdır. Unutmayalım, dünyadaki küresel eğilimleri okuyamayan ve ona göre politikalar üretemeyen ülkeler gelişemezler. Bugün 20 sene önceye göre çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Peki nedir bu değişiklikler? Bildiğimiz anlamda küreselleşmenin sonuna geldik. Bölgeselleşen bir dünyanın Türkiye için sunduğu fırsatları değerlendirmemiz ve oluşturduğu riskleri yönetmemiz gerekiyor. Dünyanın kişi başı milli gelir açısından en zengin coğrafyasının kıyısındayız. Dünyadaki ithalatın neredeyse üçte biri bu coğrafyada meydana geliyor. O yüzden Türkiye’nin etrafındaki zenginlikleri kullanabileceği küresel bir devlet anlayışına ihtiyacımız var. Yeni ve yıkıcı bir sanayi devriminin ilk fazını yaşıyoruz. Vasata tahammülün olmadığı yıkıcı bir dünya bu. Bu dünyada ucuz ve kalifiye olmayan bir işgücü üzerinden rekabet gücü geliştirmek hem imkansız hem de bize yakışmaz. O yüzden insanımızın ve şirketlerimizin bu döneme uyum sağlaması için gerekli olan politikaları oluşturacak çevik bir devlet anlayışına ihtiyacımız var. Dünya ve Türkiye olarak yaşlanıyoruz ve nüfus bağımlılık oranımız giderek artıyor. Eşi benzeri görülmemiş bir göç dalgasının yarattığı demografik riskler her geçen gün artıyor. Bir yandan her geçen gün büyüyen sosyal güvenlik problemlerini çözüp insanımıza 21. Yüzyılda insan onuruna yaraşır bir geliri garanti etmemiz gerekirken diğer yandan da bunun hantal bir bütçe doğurmamasını amaçlamalıyız. Bu ikisini de başarmanın yolu istihdamı artırıp vatandaşlarımıza iyi işler sunmaktan geçiyor. Bu işleri de başta kadınlarımız ve gençlerimiz için sağlamamız gerekiyor. Kadınları eve, gençleri de kafelere hapseden, sosyal yardıma bağımlı ve uysal bireyler olmaktan çıkarmamız gerekiyor. Ve tabii ki daha önemlisi, bu işleri de devletin değil, özel sektörün yaratması gerekiyor. Üretimi, büyümeyi, yatırımı özel sektör marifetiyle başarmamız gerekiyor. İşte bunun için de iş dünyasıyla uyumlu ve girişimci bir devlet anlayışına ihtiyacımız var. İklim krizini derinden hissediyoruz. Bakın Dünya Ekonomik Forumu önümüzdeki yüzyılın en büyük riskleri olarak iklim değişikliğini ve bu değişiklikle mücadele edecek politikaların geliştirilemeyecek olmasını görüyor. Ülkemiz de, mevcut iktidar sadece bakanlık ismini değiştirip başka hiçbir şey yapmadığı için, bu iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden payını fazlasıyla alıyor. Eğer Uzak Asya’dan dört nala geldiğimiz, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memlekette çocuklarımızın da bizim çocukluğumuzdaki gibi yaşamasını istiyorsak yeşil ve çevreci bir devlet anlayışına ihtiyacımız var. Özetle, biz bu yeni yüzyılda sadece enflasyonu düşüreceğiz demiyoruz, yeni bir devlet anlayışının sözünü veriyoruz. Devlet ile vatandaşı arasındaki sözleşmeyi yeniden yazacağımıza söz veriyoruz.  Hangi inanca sahip olursa olsunlar, hangi partiye oy vermiş olurlarsa olsunlar, hangi aileye doğmuş olurlarsa olsunlar herkesin kazanma şansına sahip olduğu bir ülke inşa edeceğimizin sözünü veriyoruz. Konuşmamın ortasında İzmir İktisat Kongresi’nin 7. Maddesinden alıntı yapmıştım. Kapanışı da 3. maddesiyle yapayım: Türkiye halkı, tahribat yapmaz; imar eder. Bütün mesaimiz iktisadi olarak memleketi yükseltmek gayesi taşımalıdır. Biz de Millet İttifakı olarak bu gayeyle yola çıktık. Yeniden ve daha iyisini inşa edeceğiz. Ve bunu birlikte başaracağız.