Loading...
Laiklik, asli olarak iktidar erkinin meşruluk kaynağının dünyevileşmesi olarak düşünülmesi gerekir. İktidar erkinin dünyevileşmesi iktisadi düzenin ve toplumların refah arayışlarının direttiği bir zarurettir.Aslında bu ihtiyaç çok daha önceleri doğmuş ve toplumsal dönüşüm bu yönde başlamıştı. Bu dönüşümün en önemli parçası ise, değişen ekonomik yapıyla uyumlu olarak iktidarların ve beraberinde iktidar erkinin dayandığı kaynakların değişmesi olmuştu. Kaçınılmaz olarak meşruiyetin kaynağı gökyüzünden dünyaya indirilmek zorunda kalınmıştı. Bu bakımdan Fransız Devriminin yarattığı etki küçümsenmemelidir. Zira eski meşruiyet kaynakları, yeni ekonomik düzende ortaya çıkan mülkiyet sahiplerindeki çeşitliliği ve bunun için toplumun göstermesi gereken rızayı üretmekte yetersiz kalmaktaydı. Bırakın toplum bu mülkiyet imtiyazlarına yeterli düzeyde rıza göstermeyi, eski rıza üretici söylemler etkisini yitirdiği için insanlar itiraz etmeye başlamıştı. Bu süreçte iktidarların meşruiyet kaynakları zorunlu olarak “dünyevileşti”. Meşruluğun kaynağı, insan yapısı olan ve toplumun tüm bileşenlerinin katılımını sağlayan birtakım hukuk kuralları olmaya başladı. İfade ettiğimiz gibi, bu bir gereklilikti. Tekrar etmekte yarar var. Zira bu yapılmasaydı, sanayileşmenin gelişip ilerlemesi ve bu şekilde daha fazla refah üretebilmek için gerekli sermayenin ve sermaye üzerindeki mülkiyet hakkına sahip grupların sayısının ve çeşitliliğinin arttırılabilmesi mümkün olmayacaktı. Tabii bu durumda, önceki iktidar sahiplerinin güç kaybetmesi kaçınılmazdı. Yeni iktidar sahiplerinin de yeni ekonominin ürettiği artığa el koyulabilmesi için yeni meşruiyet kaynaklarına ihtiyacı vardır. Aranan bu kaynak insanların kendi aralarında yaptıkları kurallarla oluşturulan “hukuk” vasıtası ile oluşturulmuş oldu. Yani iktidar sahiplerinin sermaye üzerinde hâkimiyetlerinin meşruluğu “hukuk” kaynak gösteren sağlanmaya başlandı. Bir sanayi toplumunun gelişimini hukuk olmadan sağlamak mümkün değildir. Aksini söylemeye çalışanların iktidarı dayandıracakları alternatif meşruluk kaynakları ileri sürmeleri ve bunu da topluma kabul ettirebilmeleri gerekir. Özellikle sanayi toplumlarının oluşturduğu sınıfları iktidara ortak eden “liberal demokratik” sistemin inşası içinde hukuk kilit öneme sahiptir. Bu toplumlarda iktidarlar güçlerini hukuktan aldıkları için ve iktidarın kaynağını ilahi kaynaklara değil de daha dünyevi kaynaklara dayandırdıkları için “laiklik” ilkesini kendilerine esas almışlarıdır. Bu kapsamda laiklik sadece devlet yönetiminin dini kurallarından arındırılması olarak düşünülemez. Bu, son derecede basit ve hatta kısır bir bakış açısı olurdu. Laiklik, asli olarak iktidar erkinin meşruluk kaynağının dünyevileşmesi olarak düşünülmesi gerekir. İktidar erkinin dünyevileşmesi iktisadi düzenin ve toplumların refah arayışlarının direttiği bir zarurettir. Bu zarurete neden olan koşullar geçerliyken, meşruiyeti geleneksel tarım toplumlarında olduğu gibi, “ilahileştirme” çabaları sorunludur. Özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede, sanayileşmeyi ekonomik refah arayışının en önemli parçası hâline getirmiş bir toplumda, böyle yönelişler çok iyi niyetli bir ifadeyle geçmişe özlemden öte gitmez.
Maalesef bu kişinin dini kullanarak yaptığı bu çağrı, seçimi kazansa da kaybetse de Şekib Beyin kampanyasına ve hatta şahsına zarar vermiştir. Bu yoldan geri dönülmelidir.Buna rağmen, bunu mevcut iktidarın meşruluk kaynağı olarak kullanmak ve geçmişte olduğu gibi birtakım tarikatları toplum nezdinde meşruluğun aracı olarak görünür kılmaz, diyanet gibi bir kamu kuruluşunu da bu meşruluğu sağlayacak bir kuruma dönüştürmek, ülkemizin kalkınma amaçlarıyla çelişkili bir durum yaratmaktadır. Kaldı ki on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki sanayileşme yönündeki gelişmeler, aynı zamanda iktidarın meşruluğunu dünyevileştirme mücadelesini ve bununla birlikte “hukuk devleti” pratiklerinin ağırlık kazandığı bir dönemi işaret eder. Bugüne kadar bu kurumsal yapı, örnekleri çok fazla olan kalkınma ve refah kazanımlarına vesile olmuştur. Bazılarını da bu düzeyde bir kalkınma arayışı içinde, kurumsal düzleme gayreti içine sokup, hukuk devleti pratiklerini benimsemeye sevk etmiştir. Artık günümüz dünyasında hukuk ve iktidar erkinin kaynağını dünyevi hukuk kurullarına dayandırmak, kalkınmanın da en önemli unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu yazdıklarıma neden ihtiyaç duyduğumu belirtmeden yazıma son vermek istemem. Malum olduğu üzere 9 Kasım günü İstanbul Ticaret Odası seçimleri olacak. Şu andaki başkan Şekib Avdagiç. Anlaşılan bu seçimde Şekib Bey ciddi bir değişim dinamiğine maruz kalarak, başkanlığı kaybetme riski ile karşı karşıya. Kendisi uzun yıllardır İTO’da görev yapan biri ve 2018 yılından beri de bu görevini İTO başkanı olarak sürdürüyor. Önemli bir başarı ve önemli bir deneyim örneğidir kendisi. Ancak bu seçimi son zamanlarda çok daha fazla ilgi çekici yapan, sözüm ona bir tarikat liderinin Şekib Bey lehine, onun başkanlığını destekleyen “fetva” vermesidir. Bu da yetmezmiş gibi, rakibi olan ve anlaşılan CHP’nin desteklediği şahsın seçilmesi halinde de “meydana gelecek tüm günahlara ortak” olunacağını açıklamasıdır. Aslında sözüm ona bu tarikat liderinin yapmaya çalıştığı, İTO’daki iktidar arayışlarına kendi iradesi doğrultusunda dini olarak bir meşruluk kazandırma arayışıdır. “İlahi” güçlerin mutlak iradesine sözüm ona aracılık etmesi. Meşruluk sağlayıcı bir kurum olarak kendine iktidar nezdinde yer arayışıdır. Herhalde ilgili şahısın bir sonraki aşamada kendi iradesine karşı gelenleri, yine dini gerekçeleri kullanarak, sorgusuz ve sualsiz “düşman” ilan etmesi de mümkün olabilir. Bu görüş ve söylemlerin kaynağını din yapınca, eleştirilmeleri de pek mümkün olmuyor tabii. Bu yüzden bu tarz sözleri sarf eden kimseler de “korunaklı” bir alan elde ediyorlar kendilerine ve eylemlerine. İçinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntılardan ülkemizin bu şekilde kurtulabilmesi mümkün değil. Böyle bir durum her şeyden önce bu çağın gerçekleriyle uygun da değil. Eğer dünyevi kurallarla yapılan demokratik bir mücadeleye girilecekse, bu sözüm ona tarikât liderinin de “cübbesini ve sarığını çıkartıp, sakalını keserek” bu mücadelede diğer rakiplerle eşit koşullarda yer alması gerekmektedir. Haklı olarak Sayın Cumhurbaşkanımız da geçmişte zaman zaman zaman bu tip çağrıları kendisini eleştiren kamu bürokratı ve akademisyenlere karşı yapardı. Maalesef bu kişinin dini kullanarak yaptığı bu çağrı, seçimi kazansa da kaybetse de Şekib Beyin kampanyasına ve hatta şahsına zarar vermiştir. Bu yoldan geri dönülmelidir.