Türkiye ne sahip olduğu kurumsal yapı ne de bugünkü iktisadi gerçeklerle böyle bir merkez için gerekli koşullara sahip değildir. Dolayısıyla ülkenin bu hâliyle açılan İstanbul Finans Merkezi, yirmi yıllık AKP iktidarının en iyi bildiği inşaat alanında ulaştığı noktanın şatafatlı bir örneğidir.
Bundan tam bir hafta önce İstanbul Finans Merkezinin açılışı Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından yapıldı. Aslında şu hâliyle finans merkezi, yirmi yıllık AKP iktidarının ekonomiyi yönetim şeklinin kısa bir özeti gibi.
Büyük bir inşaat projesi olarak gayrimenkul ve kira üzerine kurulu bir ekonomik modelin “anıtsal” bir simgesi olmuş.
Açılışı yapılan bu ve benzeri projelerin çoğu daha önceki seçimlerde de gündem olmuş, seçim vaatleri arasında yer almıştı.
Daha önce kullanılmış olan bu projelerle AKP, yirmi yıllık iktidarlarının jübilesini yapar gibi, bu seçimde de sanki son bir kez daha vatandaşlardan destek istemektedir. Hem de o günlerde yapılmış onca eleştirileri de bir yana bırakarak.
İstanbul Finans Merkezi bu projelerden biriydi. Farklı zamanda, farklı koşullarda gündeme getirilmiş, kararları alınmıştı. Benim bu projeden haberdar olmam, o günlerde başbakan yardımcısı olan
Nazım Ekren hocanın uzmanlarla yaptığı bir toplantıya kadar gider. Görüşlerimi ve endişelerimi o toplantıda bizzat Sayın Bakana iletebilmiştim.
Projenin fikri olarak başlangıcı 2008-2009 yıllarına kadar gidiyor.
Yani Türkiye’nin ekonomik olarak başarılı kabul edilen bir yönetime sahip olduğu, ekonomik büyümenin yüksek seyrettiği, TL’nin değerli olduğu, buna bağlı olarak vatandaştaki “refah” algısının da son derecede yüksek seyrettiği bir döneme kadar gidiyor bu projenin başlangıcı. Bugün bu projeyi sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilmek için projeye fikri olarak kaynaklık eden o günlerdeki ekonomik ve siyasi koşulları anlamakta büyük yarar var.
O günlerde Türkiye dünyadan hâlâ ciddi miktarlarda sermaye çekebiliyor, yaptığı herhangi bir harcama için gereken finansmanı kolayca temin edebiliyordu. Bu konjonktürel durumun iktidarın kendi yönetim başarısının bir sonucu olduğu düşünülerek, süreklilik arz edeceğine dair bir inanış toplumun büyük bölümüne hâkim olmuştu.
Çok daha önemlisi, bugün söylediklerinin aksine Sayın Cumhurbaşkanı o günlerde, ülkenin Başbakanı olarak ekonomi yönetimine hiç müdahale etmiyordu. Bu dönemde Türkiye, tarihindeki en yüksek cari açıkları verir duruma gelmişti. Bu açıklar bugün karşı karşıya kaldığımız açıklardan çok daha fazla olmasına rağmen, o günlerde kamuoyu bunu hiç dert etmemişti. Hatta dert edenlere de pek iyi bir gözle bakmamıştı.
İşte böyle olumlu ekonomik ve mali koşullarda, dünyadaki likidite bolluğundan daha fazla yararlanmak için kurumsal düzeyde yeni bir yapı oluşturma fikri ortaya atılmıştı. Aslında bu, bir yönüyle 1988 krizi sonrası
Turgut Özal’ın aynı finansal ihtiyaçlarla sermayeye serbestlik getirdiği 32 kararnamenin “
zamansız” yürürlüğe konulmasına benzemektedir. Harcamalarının finansmanında sıkışan iktidarlar tüm yaratıcılıklarını kullanarak yeni yapılar ve araçlar keşfeder ve bu ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Türkiye ekonomisinde bunun örneklerine her dönemde rastlamak mümkündür. Siyasiler genellikle aldıkları bu tip kararların uzun dönemli sonuçlarına bakmadan, sadece kısa dönemde onlara sağlayacağı yararlara odaklanırlar.
Bu arada yaptıkları popülist uygulamalarla da aldıkları bu kararlara kamuoyunun desteğini alarak, meşruiyet kazanmaya çalışırlar.
Her şey bir yana, böyle bir finansal merkez için olmazsa olmazlardan biri olan sermaye hareketliliğin idari izne bağlı olmama koşulu şu anda ülkemizde yok. Böyle bir kurumsal yapıya sahip finans merkezine uluslararası yatırımcı nasıl gelecek, gelince de nasıl gideceği belli değil.
Elbette her dönemde işbaşında olan iktidarlar, bu tarz uygulamalara kendi iktidarlarının karakteristik özelliklerini yansıtmaktan geri kalmazlar. Özal ve o günlerdeki ANAP, ülke ekonomisindeki kurumsal ve yasal düzenlemelere verdiği önem bakımından AKP’den farklılık göstermekteydi.
AKP ise, bu tarz mevzuat değişikliklerinden ziyade, kendi iktidar pratiğine uygun bir şekilde, finans merkezi fikrine salt bir kurumsal düzenlemelerden öte bir anlam yükleyerek, şaşalı bir inşaat projesine dönüştürdü. O yüzden bir finans merkezine sahip olmak için gerekli kurumsal yapı ve ekonomik koşullar görmezden gelindi.
Özellikle o günlerde, Türkiye’nin siyasi olarak daha özgürlükçü ve çoğulcu bir yapıya evriliyor olması, hukukun üstünlüğünün siyasiler nezdinde giderek daha çok kabul görülüyor olması, böyle bir proje için gerekli olan iyimserliği sağlıyordu. O günlerdeki Türkiye ekonomisi ve siyaset bugünküyle taban tabana zıt koşullara sahipti.
Türkiye’de artık çoğulculuktan eser kalmadı.
Hukukun üstünlüğü sadece bir temenni hâline geldi. Demokrasi ve özgürlükler konusunda Türkiye lig düştü. O günlerdeki AKP, bugün toplumun yarısı teşkil eden kadınların haklarını siyasi pazarlığa konu etmiş bir siyasi anlayışa dönüştü. Ekonomik alanda o eski parlak başarılardan eser kalmadı. Büyümenin sürdürülebilirliği şüpheli bir hâl alırken, enflasyon aldı başını gitti. Kur çeşitli yöntemlerle baskılanır hâle geldi. Makroiktisadi istikrar kayboldu.
Ama çok daha önemlisi böyle bir finansal merkez olmak için gerekli olan TL’nin konvertibilitesi ve sermaye hareketlerine serbestlik getiren 32 numaralı kararnameden eser kalmadı.
Her şey bir yana, böyle bir finansal merkez için olmazsa olmazlardan biri olan sermaye hareketliliğin idari izne bağlı olmama koşulu şu anda ülkemizde yok. Böyle bir kurumsal yapıya sahip finans merkezine uluslararası yatırımcı nasıl gelecek, gelince de nasıl gideceği belli değil.
Belki de onca işin gücün arasında Sayın Cumhurbaşkanı finans merkezindeki her bir işleme için bizzat kendisi karar verecektir.
Bu kurumsal altyapı eksiklikleri, bir finans merkezinde olması gereken en önemli koşulları oluşturmaktadır. Türkiye’de geçmişte böyle bir altyapı varken, şimdi ortadan kaldırıldı. Bu “
zig zaglar” ise, uluslararası yatırımcılar nezdinde önemli bir istikrarsızlık algısının kaynağı oldu.
Kanımca bir finans merkezi için, en az kurumsal altyapı kadar önemli bir konu da makroekonomik istikrardır. Türkiye de iktidar enflasyonla mücadele edebilmek için bugüne kadar hiçbir yerde denenmemiş yöntemleri uygulayarak, bu istikrarsızlıklara müdahale ediyor. Ama sonuç almakta zorlanıyor.
Ülkedeki fiyatların oluşumu gerçekçilikten uzak, baskılanmış durumda. Böyle bir durumda hangi yatırımcı elindeki mali kaynağın TL karşılığı konusunda gerçek bir fikre sahip olabilir ki?
Kurumsal bağımsızlıkları demokrasiye aykırı bir davranış olarak gören bir siyasi anlayış, ekonomide ortaya çıkacak olan sorunların hesabını vatandaşa kendisinin vereceğinden bahsedip, ekonomi yönetimine doğrudan müdahale etmeyi kendine hak görebiliyor.
Ama böyle bir finans merkezinde uluslararası yatırımcılara kimin, nasıl hesap vereceği düşünülmüyor. Dahası bu hesap sonunda vatandaşın ve yatırımcıların çıkarları farklılaşırsa, idarenin bu konuda alacağı tavır konusunda da bir belirsizlik oluşuyor.
Şimdi tüm bunları bir kenara bırakın ve şu soruyu sorun kendinize. Türkiye cari açık veren, yani sermaye ithal etmek zorunda olan bir ülke. Bu koşulda Türkiye’nin sermaye ihraç etmesi nasıl mümkün olacak?
Bence ülke ekonomisi bu hâlde iken, finans merkezi projesinin Türkiye ekonomisinin cari açıklarının finansmanını kolaylaştırmayı ve bu finansmanın sürekliliğini güvence altına almayı amaçlayan bir projeden öteye gitmesi mümkün değil. Aslında böyle bir merkez kurmadan önce, ülkenin ihracat kapasitesinin arttırılarak cari açıkların boyutunun azaltılması, mümkünse fazla veren bir ekonomi hâline getirilmesi yerinde olur. Ekonominin mevcut hâliyle girişilecek böyle bir proje, daha ciddi mali istikrarsızlıkların kaynağı olabilir.
Sizce bugün ülkeye ciddi miktarda sermaye girişi olsa, iktidar TL’nin değer kazanmasını, hele de böyle önemli bir seçim öncesinde istemez mi? Bu bakımdan siyasi istikrar da böyle bir finans merkezi kurmak için bir koşul olarak düşünülmelidir.
Varsayalım ki, her şeye rağmen bu proje mevcut siyasi ve ekonomik yapımızla devreye girdi. Böyle bir merkezin ülkeye çekeceği sermayenin TL’nin talebini arttırırken, değer kazanmasına yol açması kaçınılmaz. Lütfen hiç kimse bana sterilizasyondan, TCMB’nin alabileceği tedbirlerden bahsetmesin. Mevcut iktidardaki anlayışa sahip bir siyasi anlayışın maruz kalabileceği siyasi sıkışıklıkla, TL’nin değer kazanmasından medet umması pekâlâ mümkün. Sizce bugün ülkeye ciddi miktarda sermaye girişi olsa, iktidar TL’nin değer kazanmasını, hele de böyle önemli bir seçim öncesinde istemez mi?
Bu bakımdan siyasi istikrar da böyle bir finans merkezi kurmak için bir koşul olarak düşünülmelidir.
İktisadi olarak böyle merkezlerin olduğu yerlerde genellikle yerel nitelikli, uluslararası ticarete konu olmayan iktisadi faaliyetlerin talebindeki artışlar onların fiyatlarının da artmasına ve bu şekilde yerel para biriminin değer kazanmasına yol açar. Bu yüzden, bu finans merkezlerinin bulunduğu yerlerdeki para birimlerinin değerli olması sürpriz değildir. Ama bu durum, Türkiye gibi ülkedeki mevcut cari açık sorunlarını daha da içinden çıkılmaz bir hâle sokar.
Özellikle gayrimenkul ve kiraların, böyle değerli TL politikasının oluşacağı bir ortamda artması kaçınılmaz olurken, mevcut hayat pahalılığının da artmasına yol açar. Mevcut barınma sorunu daha da içinden çıkılmaz bir durum hâl alır. Bugün İTO’nun İstanbul için açıkladığı geçinme endeksi, ülke genelindeki enflasyonun öncül göstergesi olarak kullanılmaktadır. Ama böyle bir finans merkezinin mevcut koşullarda devreye girmesiyle kullanabilme imkânı da kalmaz. Zira İstanbul’un fiyat yapısı bakımından ülke genelinden ayrışma ihtimali çok yüksektir.
İstanbul Finans Merkezi ile ilgili eleştirilere bu şekilde devam etmek mümkün. Ama gerçek olan bir şey var ki, Türkiye ne sahip olduğu kurumsal yapı ne de bugünkü iktisadi gerçeklerle böyle bir merkez için gerekli koşullara sahip değildir.
Dolayısıyla ülkenin bu hâliyle açılan İstanbul Finans Merkezi, yirmi yıllık AKP iktidarının en iyi bildiği inşaat alanında ulaştığı noktanın şatafatlı bir örneğidir.