Loading...
İsmail Kadare edebiyatına giriş
Kadare’nin uluslararası şöhrete kavuşmasını sağlayan ve onu Nobel adaylığına götüren kitabıysa Ölü Ordunun Generali’dir (Ketebe, çev. Ece Dillioğlu). Yine savaş ve işgal anlatır. Kadare, hiçbir zaman “angaje edebiyatçılar” arasına dahil olmamış, özgünlüğünü korumuş bir yazardır.
İsmail Kadare’nin Ergiri’deki evini gördüğümde şaşırmıştım. Oradaki birkaç malikâneden biri. Ama yazarlar, istisnaları bir tarafa bırakırsak, genellikle malikânelerden çıkmazlar. Onları yazmaya sevk edecek bazı zorlu şartlara ihtiyaç duyarlar.
2009 senesinde L’Express gazetesine verdiği bir mülakatta Kadare şöyle diyor: “Ergiri Kasrındaki evimiz babama miras kalan 3 katlı, 10 veya 12 odalı çok büyük bir evdi. Bu evde altı kişi yaşıyorduk. Evimizdeki odalardan bazıları boştu ve beni o zamanlar boş odalardan daha fazla korkutan bir şey yoktu. Çünkü sürekli ruhları, cadıları hayal ediyordum.”
Arnavutça edebiyatın yetkin çevirmeni Ece Dillioğlu’nun yayımlanmamış yüksek lisans tezinden Kadare’nin anne tarafından dedesinin eğitimini İstanbul’da almış bir yargıç, babasınınsa mübaşir olduğunu öğrendim. Üstelik Kadare’nin yargıç dedesinin Ergiri’de toprağı ve dükkânları da varmış. Dedesinin hali vakti yerinde olsa da Kadare’nin çocukluğunda ailesinin maddi imkânları sürekli gerilemiş. Arnavutluk’taki çalkantılar, pek tabii ki Kadare’nin ailesinde de yankı bulmuş. İki Dünya Savaşı, İtalya, Yunanistan ve Almanya işgalleri, ardından da Enver Hoca… İlginç olan, ailenin daha varsıl olan anne tarafından komünistleri desteklerken daha yoksul olan babasının Enver Hocaya hiç destek vermemesi.
Kadare, dönemin ruhuna uygun biçimde eğitim alması için Sovyetler Birliği’ne gönderilmiş. Moskova’daki Gorki Enstitüsü’ne kaydolan Kadare enstitü hakkında şu tespitti yapmış: “Bu, yazar topluluklarını, komünizme hizmet için fabrikalaştırması gereken bir enstitüydü.” Kadare oradayken Pasternak’ın Doktor Jivago’su yayımlanmış ve kızılca kıyamet kopmuş. Bu “sapmayı” kabul edemeyen enstitü yetkilileri derhal Pasternak aleyhinde açıklamalara girişmişler. Ama Kadare, hiçbir zaman “angaje edebiyatçılar” arasına dahil olmamış, özgünlüğünü korumuş.
Enstitüde geçirdiği günlerden birinde, Sovyetlere eğitim almaya gelen farklı milletlerden arkadaşlarıyla konuşuyorken konu dönüp dolaşıp yaşadığı yere gelmiş. Doğduğu Ergiri’ye dair bir roman yazma fikrini işte o sohbette karar vermiş.
Ergiri, İsmail Kadare gibi Enver Hoca’nın da doğduğu şehir ama bugün en çok Kadare’nin pek çok dile çevrilen romanlarıyla biliniyor: Taş Kentin Kroniği (Ketebe, çev. Ece Dillioğlu) ve Taş Kentin Düşüşü (Ketebe, çev. Ece Dillioğlu). Kadare, bu romanlarında çocukluğunun şehrini anlatırken Arnavutların İkinci Dünya Savaşı’nın işgalleriyle mücadelesini de görürüz.
Kadare’nin uluslararası şöhrete kavuşmasını sağlayan ve onu Nobel adaylığına götüren kitabıysa Ölü Ordunun Generali’dir (Ketebe, çev. Ece Dillioğlu). Yine savaş ve işgal anlatır, İkinci Dünya Savaşı ve İtalya işgali ama bir farkla, bu kez aradan yirmi sene geçmiştir. Yani, ortada savaş falan kalmamıştır. Ama toprak, orada ölmüş ve usulünce gömülememiş gencecik asker bedenleriyle doludur. General de işte ölü orduyu toparlamak ve kemikleri ailelerine teslim etmek için görevlendirilmiştir. İnsanlık tarihi boyunca ölülerini gömmüş ve bunu çeşitli törenlerle kutsamıştır. General, yer yer çıldırışın eşiğine gelir. Topraktan çıkan ölülerin kimliğinin saptanması ve bütün kalıntıların doğru şekilde tasnif edilerek ailelerine ulaştırılması gerekmektedir. İmkânsıza yakın bir görev olsa da en az savaşan general kadar büyük bir sorumluluk yüklemektedir çünkü çok sayıda insan bu “sefer” öncesinde generalin yanına gelip ona ölülerinden bahsetmiştir. Ölüler, usulünce gömülmedikleri müddetçe ölmüş sayılmazlar. Ruhlarının huzur bulacağına inanılmaz.
Ölü Ordunun Generali, savaşın acımasızlığını, gencecik bedenlerin toprakta çürümesi anlamına geldiğini ve seneler sonra bile geride onulması mümkün olmayan büyük acılar bıraktığını anlatan kusursuz bir roman.
Rüyalar Sarayı (Jaguar, çev. Ece Dillioğlu), okudukça bende Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hatırlatan bir roman oldu. Mark-Alem’in bir şekilde girmeyi başardığı Rüyalar Sarayı ve Halit Ayarcı’nın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün benzerliği çok ilgi çekici ve bir başka makalede iki roman arasındaki paralellikleri ele almak istiyorum. Nasıl Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ülkedeki bütün saatlerin ayarlanması için devasa bir bürokrasi yaratılır ama ortada hiçbir katma değer yoktur, yapılan bir iş olmadığı gibi yapılması düşünülenin yapılabilmesi de mümkün değildir; Rüyalar Sarayı’nda da insanlar halkın gördüğü rüyalarla uğraşır. Ama bu rüyalar öncelikle “doğru mu değil mi” diye incelenecek, doğru bulunanlar sınıflandırılacak, bir üst aşamada analiz edilecek… Tabii ki baştan sona bir parodidir her şey. Kimse neyi niçin yaptığını bilmez ama maaşlar düzenli yattığı müddetçe şikâyet de etmez, sorgulamaz, söyleneni yapmaya devam eder. Rüyalar Sarayı, ülkenin bütün kaynağını emen devasa bir canavara dönüşmüştür ve bu haliyle akla Enver Hoca’nın her yere koyduğu demir sığınakları hatırlatır. Bu hiçbir işe yaramaz sığınaklar da Arnavutluk ekonomisinin dibine darı ekmiş, bugün dahi ne yolla kullanılacağına karar verilememiştir. O kadar ki, bunları kaldırmak bile ciddi bir maliyet doğurduğundan çoğu olduğu gibi atıl bırakılmıştır. Rüyalar Sarayı, bir kurum olarak Kadare’nin başka romanlarında da arada geçer. Bu da metinlerarası bir birliktelik olarak göze çarpar.
İbret Taşı (Kırmızı Kedi, çev. Yaşar Avunç) ise Kadare’nin en sevdiğim romanlarından biri oldu. Topkapı Sarayı’nda yer alan ibret taşında asilerin kellelerinin sergilendiğini biliyoruz. Döneminin en güçlü adamlarından biri olan ve Napolyon’la birlikte anılan Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın kellesi de ibret taşında sergilenmiştir. Roman, Ergiri’den payitahta kellenin bal içinde bozulmadan getirilmesini konu eder. Bu kelle, ibret taşında sergilenen başka hiçbir kelleye benzemez. O Tepedelenli Ali Paşa ki “Yanya Aslanı”, “Epir Sultanı”, “Müslüman Bonapart” gibi isimlerle bilinir, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında onun ayaklanmasının ciddi etkisi vardır, ve düşünün, Alexander Dumas, Tepedelenli Ali Paşa diye bir roman yazmış, Lord Byron ziyaretine gelmiştir, David’in öğrencisi Dupre resimlerini çizmiştir.
Arnavutların en tanınan romancısı Kadare’nin de Tepedelenli’ye uzak durması beklenemezdi. Ölü Ordunun Generali’nde olduğu gibi burada da savaşı anlatmıyor Kadare. Bu kez isyanın hemen sonrasını anlatıyor. İsyan bastırılmış, Tepedelenli’nin kellesi bala yatırılıp padişahın huzuruna doğru yola çıkmıştır. Bu kelleyi gören insanlar artık eski insanlar olmayacaktır. Kadare, İbret Taşı’nda bu “heybeti” mükemmelen aktarır. Bu çevirinin diğerlerinden farkı Arnavutça orijinalinden değil, Fransızcasından yapılması. Ama Ece Dillioğlu, Kadare çevirilerini mukayese ettiği yüksek lisans tezinde bu çevirinin anlamı vermede oldukça iyi olduğunu vurguluyor.
Kadare, velut bir yazar. Hâlâ çevrilmeyi bekleyen romanları ve roman dışı verimleri var. Onların da Türkçeye kazandırılacağını umuyorum.