Aslınca cevap açık. İslam toplumları bünyesinde felsefe, bilim ve diğer sanatlar nasıl sönmeye başladıysa hikâyecilik de böyle söndü. Kısaca şeriat, hakikat ve tarikat olarak uydurulan büyük garabet tüm ilimleri hızla yuttu ve sindirdi.
Bu konu uzun süredir üzerinde düşündüğüm konulardan birisi. Sosyolojik ve psikolojik sebepleri beni oldukça aştığı için bu yazıda dinler tarihi, mitoloji perspektifinden kendimce bu konu üzerinde vardığım sonuçları paylaşmak istedim.
İlk olarak şunu söylemek gerekiyor; hikâye anlatıcılığı derken modern edebiyatı kastediyorum. İkinci olarak da elbette İslam toplumları içerisinde modern hikâye anlatıcılığı bağlamında Bangladeş’te Hafız Reşid’ten tutun, Afganistan’da Halit Hüseyni’ye ve yine ne kadar İslam toplumu olduğunu tartışmalı olsa da Türkiye’den Orhan Pamuk’tan, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’e kadar sayılamayacak kadar çok isim var. Kısacası bu bir genelleme ve oldukça yanlış bir genelleme olabilir. Hatta bu konu üzerinde düşünüp araştırırken İngiltere ve ABD’nin önde gelen yayınevlerinden Penguin Random House books’un listesine bir baktım. Gerçekten de çok başarılı Müslüman yazarlar var ve Halit Hüseyni hariç hiçbirini bilmiyorum
[1].
Ancak kulağa ne kadar çelişkili gelse de bu genellemenin doğru olan tarafları olduğunu düşünüyorum. Mesela İslam toplumlarından neden bir Dostoyeveski ya da Palahniuk çıkmamıştır? Ya da çıktığında gerçekten o “İslam” toplumunun dışlanan bir ekalliyetinden çıkmış olması da şaşırtıcıdır (Yaşar Kemal’in Kürt olması gibi).
Şimdi bu konuda neyin doğru olabileceğine bakalım.
TRAJEDİ
Trajedi kelimesinin günlük hayatında kullandığımız anlamından daha derin ve köklü bir anlamı vardır edebiyatta ve genel olarak tüm sanatlarda. Kelime kökü Antik Yunanca τράγος (erkek keçi) olan ve Yunan ahalisinin etnisitelerinden biri olan Dorianlar tarafından keçi maskeleriyle oynanan sahne oyunları olduğu için trajedya (τραγῳδία) olarak bilinen trajedinin diğer anlamı da şatafatlı, soylu, ciddi ve ağırbaşlılığı ifade etmektedir
[2].
Trajedinin Batı’da hikâye anlatıcılığının başlangıcı olduğunu söylemek abartı olmaz. Nietzsche’den George Thomson’a, Walter Burket’ten Jean Pierre Vernant’a kadar pek çok büyük âlim ve sanatçı da aşağı yukarı bu konuda hem fikirdir.
Peki, bu doğrudan anlamının dışında trajedi ne demektir? Antik Yunan’ı en iyi okuyan uzmanlardan birisi olan Vernant’ın deyimiyle trajedi, “bir insanın kendisini kendine karşı bölen çelişkilere dair “parçalanmış bilincin”, hissiyatın açıklamasıdır.
[3]”
Örneğin Euripides’in oyununda Theseus bir anda ilahi mevcudiyet karşısında ezilir ve “tanrıça, ben mahvoluyorum!” diye bağırır
[4]. Theseus’un orada karşılaştığı ilahi mevcudiyet, Yunan trajedisinin esaslı unsurlarını, dini, felsefeyi, psikolojiyi ve gizemi bir arada alır. Bunları insanın karşısına koyar, onu hayrete düşürür ve en sonunda hepimizin bildiği arınmaya (katharsis) ulaştırır.
Kahraman, Theseus, Perseus, Herakles, Jason veya Firdowsi’nin muhteşem lejendaryumu olan Şahname’deki Zaloğlu Rüstem veya Feridun olabilir ancak bunların ortak bir özelliği vardır; onlar sayısız güçlükle karşılaşır ve bu güçlükleri eninde sonunda yenerler. Ancak en son karşılaştıkları genellikle ve trajik bir biçimde kendileri olur ve kahraman buna yenilir. Bu arketipi hepimiz biliriz ancak adını gerçekten de başarılı bir şekilde Joseph Cambell “kahramanın sonsuz yolculuğu
[5]” olarak koymuştur.
Neden sonsuzdur? Bunu kendi oğlum üzerinde gözlemlediğim ilginç bir psikolojik gözlemle destekleyebilirim; oğlum genel olarak Marvel çizgi-romanlarını ve evrenini çok seviyor ve Örümcek Adam hayranı. Küçüklüğünden bu yana benden Marvel kahramanlarının hikâyesini anlatmamı ister ben de onu kırmayıp anlatırdım. Hatta hayatı boyunca çok fazla çizgi roman okumuş biri olarak tüm hikâyeleri hatırlayamayınca kendi başıma kurgular yapıp anlattığım da oldu. Ancak onun hikâye talepleriyle baş edemeyecek duruma gelince çizgi-romanlarını birlikte okumaya başladık.
Kahraman, Jason veya Firdowsi’nin muhteşem lejendaryumu olan Şahname’deki Zaloğlu Rüstem veya Feridun olabilir ancak bunların ortak bir özelliği vardır; onlar sayısız güçlükle karşılaşır ve bu güçlükleri eninde sonunda yenerler.
Çünkü devamlı olarak kahramanı
orada istiyordu. Aslında hepimiz istiyoruz. Bunu sadece bir çocukluk psikolojisinin gereği olarak tanımlarsak hata yapmış oluruz. Adeta kahramanın hikâyesinin hiç bitmemesini isteriz.
Bu özellikle son zamanlarda görsel imgelerin dijital devrimle güçlendiği günümüzde çok karşılaştığımız başka bir soruna da yol açmıştır. Disney’in devam ettirdiği Star Wars felaketi örneğinde veya artık mozarella peyniri gibi sündürülen dizilere baktığımızda aslında meselenin sadece arz değil talep olduğunu da görüyoruz. Titizlikle geliştirilmiş karakterler, olay örgüleri, çokkatmanlı anlatı ve bin bir edebi numara ile dolu Game of Thrones’u bile Snow fanlarının “onu hayatta tutmak için” katlettiklerini düşünüyorum.
Çünkü kahraman o kadar önemli ki ölsün de istemiyoruz. Onunla bağımızı koparamıyoruz. Bu sebeple yine büyük dinler tarihçisi ve psikolog Campbell’ın kitabının asıl adının bizde çevrildiği gibi kahramanın sonsuz yolculuğu değil, “kahramanın bin yüzü” olduğunu fark ediyoruz.
Bahse klasik Yunan edebiyatıyla başladık ama bu izleri Tevrat’tan İncillere, oradan dinsel edebiyatın, mitolojinin kısacası hikâyeciliğin elinin uzandığı her yere kadar takip etmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Yakub’un, Eyüp’ün veya klasik Arap edebiyatında Antarah ibn Shaddad veya Imru’l Qays ile Herakles’in, Sigfried’in veya Beowulf’un hikâyeleri arasında sadece olay örgüleri bağlamında farklar olup pek çok genel benzerliğin bulunduğunu bugün edebiyatçılardan dinler tarihi uzmanlarına kadar herkes kabul ediyor.
İslam’ın sadece inancını değil teolojisini de tahrip eden eden bu şeriat, tarikat ve hakikat üçlemesi sadece hikâyeciliğin değil insanlığın da düşmanıydı.
Antik Yunan’ın şafağı sona erip karanlığa karıştığında, Hristiyanlık ve -elbette Hristiyanlığın da mirasını aldığı Yahudilik- trajedi geleneğini devam ettirmekte gecikmiyor. Ortaçağ romansları, Mabinogion hikâyeleri ve hepimizin bildiği Yeşil Şövalye (Green Knight adıyla geçen sene oldukça başarılı bir filme de uyarlandı) ve Kral Arthur gibi destanlar hep bu izleğin devamıdırlar.
İslam da elbette bu bağlamda geri kalmıyor. Binbir Gece Masalları’ndan Kelile ve Dimneh’ye, yukarıda sözünü ettiğim ve benim küçük fikrimce Eski Yunan’ın Homeros’u ile karşılaştırılacak kadar büyük bir destan olan Firdowsi’nin Şahnamesi’ne kadar o kadar muhteşem örnekler var ki anlatmakla bitmez. Peki, İslam’da ne oldu da hikâyecilik böyle akamete uğradı? Şimdi de buna kendimce bir cevap vermenin zamanı.
ŞERİAT, HAKİKAT VE TARİKAT
Aslınca cevap açık. İslam toplumları bünyesinde felsefe, bilim ve diğer sanatlar nasıl sönmeye başladıysa hikâyecilik de böyle söndü. Kısaca şeriat, hakikat ve tarikat olarak uydurulan büyük garabet tüm ilimleri hızla yuttu, sindirdi ve kendi hakikatini Bentham’ın, Foucault’nun panoptikonunu aratmayacak kadar büyük bir hırs ve şevkle dayattı.
Tam anlamıyla bir trajedi olmasa da Klasik Yunan, Yahudi-Hristiyan anlatıdan etkilenen Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un gözü gibi İslam toplumlarının başına bela oldu bu şeriat, hakikat ve tarikat trilojisi veya benim tercih ettiğim tanımla triumviratı.
Öyle bir bela oldu ki, modern propagandanın mucitlerinden Goebbels çatlayarak patlayarak kıskanabilirdi. Mao’nun megafonlarından hınçla duyurulan sahte kültür devrimi bu hakikat tecavüzünden farklı değildir.
İslam’ın sadece inancını değil dinsel özünü de yerle yeksan eden bu üçleme sadece hikâyeciliğin değil insanlığın da düşmanıydı. Alevi katliamlarının modern döneme kadar devam etmesinin altında bu vardır. Osmanlı bu propaganda ile Batılılaşma hareketlerine kadar yüzyıllarca halklarını çok başarılı bir şekilde uyutmuştur. Yıllarca halkı uyutan Portekiz diktatörü Salazar’ın “futbol, fiesta ve fadosu” neyse bu üçleme de budur.
Bakın bu başarı küçümsenir bir şey değildir. Ne Hitler’in, ne Salazar’ın ne de diğerlerinin acımasız diktatörlükleri yüzyılları bulmamıştır. Ancak Osmanlı’dan, Safevilere (ve sonra Kaçarlar ve Nadir Şah ve Pehlevilere kadar) Babürlülerden Timur’a kadar Türk hanedanlıkları bu inanılmaz sulta ile vahşetlerini ve barbarlıklarını yüzyıllarca sürdürmeye devam etmişlerdir.
Kimse bunları yazdığım için beni oryantalizmle suçlayamaz. Hristiyan engizisyonu, Haçlı Seferleri veya Fransa’nın Afrika’daki katliamlarında katledilen insanların her birine karşı bu korkunç cürümleri eleştiren binlerce Batılı entelektüel bulmak mümkünken Nesimi’nin derisini diri diri yüzen pragmatist ve oportünist Timur’un rejimini eleştiren çok az Özbek veya Türk entelektüel bulursunuz. Hatta eleştirmek şöyle dursun, en ufak bir eleştiride karşınızda binlerce kutsaldan oluşan milliyetçiler ve dincilerden oluşan bir stop levhası vardır.
Hangimiz böyle bir çelişkiyi bu dönemde hissedebiliriz? Sosyal medya çöplüğünü de geçerek kendimize soralım. Değil İslam toplumlarında, dünyada artık bu insanı aşmayı kendine dert edinen kalmış mıdır?
Sanat, ilim ve insan düşmanlığının batısı ve doğusu yoktur; ancak bunu açıkça dillendirmekten kaçınamayız. Artık bunu tüm İslam dünyası haykırmalıdır. Kendini eleştirmeli ve hatanın nerede olduğunu bilmelidir.
Alas! Böyle bir şey mümkün bile değildir; bugün beyni ve dimağları bu hakikat örtüsüyle kapanmış binler lağım fareleri gibi en asgari salim ve muhlis düşüncelere sahip insanları bile kuşatmıştır. Sadece doğu değil dünyanın her yerinde bunu açıkça görmeye başladık ve bu insanlığın sonunu getiren bir atom bombasından daha tehlikelidir. Atom bombaları en azından bunu hızla yaparlar. Oysaki bu fare sürülerinin yaydığı vebalar her yerdedir, yavaşça kemirdikleri lağımlarından çıkıp üstünde durduğumuz toprağa pisliklerini bırakır ve bizi de yok ederler.
Bu konudaki sağduyumu kaybedip bu kadar öfkeli yazdığım için özür dilerim. Hatta konudan bile saptım.
Elbette böyle bir ortamda bir değil edebiyat ve hikâye anlatıcılığı, en kalitesiz yağ olan ayçiçeği yağı için gerekli ayçiçeği bile yetişemez, o yüzden dışarıdan satın almaya başlarsınız. Tabii ki ekonomik durumların sanatı belirleyiciliği tartışmalıdır ama örneği anladınız.
Biat kültürünün önce kapattığı şey içsel çelişkilerin dışavurumunun imkânsız olmasıdır. Zorba’nın yazarı Nikos Kazancakis’in Türkçeye “Günaha Son Çağrı” olarak çevrilen “
The Last Temptation of Christ” hikayesinin girişinde şu muhteşem sözlere yer verilir, bu sözler aynı adla uyarlandığı filmin girişinde de kullanılmıştır;
“İçimde Kötü Olan’ın, insansı, insanöncesi ta ilkten var olan, karanlık güçleri var; içimde, Tanrı’nın, insansı, insanöncesi o nurlu güçleri de var, ruhumsa bu iki ordunun karşılaşıp çarpıştığı bir savaş alanı.[6]”
Hangimiz böyle bir çelişkiyi bu dönemde hissedebiliriz? Sosyal medya çöplüğünü de geçerek kendimize soralım. Değil İslam toplumlarında, dünyada artık bu insanı aşmayı kendine dert edinen kalmış mıdır?
İşte asıl savaşımızı kaybettiren budur. İslam toplumları da bu yüzden yenilmiştir. Çünkü önce kendi savaşlarını kazanamadılar. Bu sebeple diktatörleri her yerde Ebenezer Scrooge’a musallat olan Noel zamanı hayaletleri gibi kâfir hayaletiyle mücadele edeceklerdir. Ama bulamayacaklardır. Çünkü bu hayalet onlara çoktan musallat olmuştur, kurtuluşları ise sonları olacaktır.
Esen kalın, gelecek hafta görüşmek üzere.
---
[1] https://www.penguinrandomhouse.com/the-read-down/contemporary-novels-by-muslim-authors/
[2] Güler Çelgin,
Eski Yunanca-Türkçe Sözlük, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s.661.
[3] Jean Pierre Vernant,
Myth and Society in Ancient Greece, Zone Books, New York, 1990, s.100.
[4] Jennifer Larson,
A Land Full of Gods: Nature Deities in Greek Religion, der. Daniel Ogden, A Companion to
Greek Religion, Blackwell Publishing, 2007, s.53.
[5] Joseph Campbell,
The Hero with a Thousand Faces, Princeton University Press, 2004.
[6] Nikos Kazancakis,
Günaha Son Çağrı, çev. Ender Gürol, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s.7.