Dünyanın en başarılı modern ulus-devletlerinden birisi Türkiye’dir. Türkiye’de Allah ve devlet arasındaki çizgi hiçbir zaman mutlak olmadı.
Bu köşede aktüel olaylarla ilgili yazmamak gibi bir prensibim var. Ancak bu prensibe bugün uymak istemiyorum. Genç bir tıp öğrencisi olan Enes Kara’nın intiharı üzerine de çok fazla söylenecek söz yok. İntihar bir eylemdir. Eyleme karşı sözün pek değeri olmaz. İntihar, bazı filozofların -özellikle Schopenhauer’in- uyardığı gibi kendini gerçekleştirmekten çok aksine bir kendinden kaçıştır. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın, bu olumsuz bir yargı değil. Burada ne müntehiri ne de onun intiharına sebep olan durumlara ilişkin yargı dağıtma hakkım yok. Bu kaçışın bir sebebi vardır. İşte oraya odaklanmak gerekiyor. Bir insanı kendinden kaçıracak kadar mutsuz kılan ne olabilir?
Konuyu yine felsefeye getirmek zorundayım. Ancak intihar konusunda çoğu filozofun da endişeyle uyardığı gibi psikolojizme kaçmadan nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Kimi zaman en dakik ve titiz düşüncede bile zihnimizin bize uydurduğu ile kavram arasındaki karmaşayı aşamamamız mümkündür. Kant’tan bu yana bile bu hatanın yapıldığını sık sık görürsek şaşırmayız.
Nereden başlamak gerekir? Aklıma Karl Jaspers’ın intihar üzerine bir sözü geldi. “Her intihar bir sırdır.” İşte buradan başlayabiliriz.
Aslında sahnenin arkasını az çok görebilenler için ortada bir sır yok ama bu sırrın neden bu kadar yayıldığını anlamak zorundayız. Ve bunun sebebi çok daha korkutucu geliyor bana.
DİN
Din üzerine düşüncelerimi daha sonra daha ayrıntılı bir şekilde kaleme alacağım. Şöyle kısa yoldan gidelim. Benim düşünceme göre hiçbir din bir iktidar ve gerçeklik manipülasyonu olarak dünya sahnesine çıkmamıştır. Çünkü dinin kendisi
gerçeklik, akıl ve
dünya arasındaki çizgilerin hiç de kesin olmadığı çağlarda ortaya çıkmıştı. O halde Marduk’a inanan bir Babil rahibi, Kıbele’ye tütsü sunan bir Çatalhöyük’lü, Tilki tanrı Kitsune’ye inanan bir Japon veya Göbeklitepe’deki bilinmeyen varlıklara -tanrılar mı? Onu dahi bilmiyoruz- tapanlar, bunların hepsi için din ve yaşam arasında büyük bir fark yoktu. Din belki de bir kavram dahi değildi; onlar için doğa, din, bilim, söz, kelam; bunlar arasındaki ayrım ya çok muğlak ya da hiç bulunmuyordu.
Hatta bu fark ortaçağın sonuna kadar yoktu.
Din, modern çağa kadar bu şekilde gelmedi ancak; felsefeden ve hatta kadim dönemlerin bilimlerinden yararlandı. Din, tam bu noktada giderek aksak ve savsak hale gelmeye başlamıştı. Bazı insanların aklı almıyordu; bunun dine inanmak için birinci sebep olduğu söylendi. Özellikle Aziz Augustine bu fikrin bayraktarlığını yapmıştı. Kimileri de tam tersine dine inanmak için bunun tek başına yeterli sebep olduğu düşündü.
Fakat din hiçbir zaman ölmedi. Peki, Nietzsche’nin keyifle müjdelediği “Tanrı öldü” lafzı
ne için geçerliydi? Mesih gerçekten öldü; Tanrı hiçbir zaman ölmezdi. Başka bir sebep olmalıydı. Nietzsche hakkındaki kesin yargıların da bu söz üzerine yeteri kadar düşünmemize engel olduğunu düşünüyorum. Burada konuyu dağıtmadan başka bir sebep olduğunu hatırlamamız gerekir. Bu da bizi Enes Kara’nın intiharına kadar götüren bir izlek oluşturacak.
ULUS-DEVLET
Derhal bir tanrı yaratılmalıydı. Hegel ile bunun başının çekilmesi zor olmadı. Elde malzeme de vardı. Fransız Devrimi pek çok olanağın önünü açtı ancak kendini gerçekleştirmesi Bonaparte ile oldu. Meşruiyeti de bizzat genç Hegel tarafından alkışlandı. Bugün herkesin dudak büktüğü Alman romantikleri gelen tehlikeye karşı herkesi uyardılar; Heinrich Heine ile başlayarak. Ne diyordu sahiden Heine? “Bir gün Alman ulusları Thor’un çekicini vuracaklar.” Nazizmle birlikte o çekici vurmaları gecikmedi (bir hatırlatma: Heine bunu bir övgü olarak yazmamıştı; oluşacak şiddete dair olağanüstü öngörüsünü kelimelere şairce döktü ve bu yüzden onu suçlayamayız).
Eğer bir uzaylı ya da başka bir boyuttan bir varlık olsaydım insanları yargılarken şu sonuca varırdım: “Ne kadar aceleciler? Kırdıkları putların döküntülerini toplamadan hemen yeni put yapıyorlar.”
Thor’un çekici Mjöllnr midir bilinmez ama 18. Yy’ın başından beri oluşturulan tanrı bürokrasisi, orduları, adaleti ve tüm sistemi ile ulus-devlet o dönem için oldukça
fool proof (insan hatalarına karşı) görünmüştü. Meselenin öyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı.
Fakat bu velinimet hep hazımsızlık yaptı. Ulus-devlet bir bakıma helvadan puttu. Fakat kısa süre içerisinde insanlık tarihinin en eski fikirlerinden biri olan Tanrı ile kaynaşması uzun sürmedi.
Adı umurumuzda olmamalıdır. Hayali cemaat, konstrüktif bir yapı, hikâyelere dayanan bir anlatı. Akademik tartışmalar bir kenarda dursun. Ulus-devlet bir tanrı olmayı kısa sürede başardı. Sonuçta her şeyde olduğu gibi tek başına ulus-devlet de kötü bir tanrı değildi, insanları tarihte hiç olmadığı kadar medeniyetin olduğu en yüksek yerlere çıkardığı kadar, alçalttı da. Helvadan putların kendilerine bir hayrı olmadığı söylenir Kuran’da. Ebu Cehil’in buna karşı da “onları yiyebildikleri için yapıyoruz” dediği söylenmişti. Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in “velinimetidir” devlet.
Fakat bu velinimet hep hazımsızlık yaptı. Ulus-devlet bir bakıma helvadan puttu. Fakat kısa süre içerisinde insanlık tarihinin en eski fikirlerinden biri olan Tanrı ile kaynaşması uzun sürmedi.
ULUS+DEVLET+DİN=TÜRKİYE
İşte bu yüzden dünyanın en başarılı modern ulus-devletlerinden birisi Türkiye’dir. Türkiye’de Allah ve devlet arasındaki çizgi hiçbir zaman mutlak olmadı. Cumhuriyet’ten önce de mutlak değildi zaten ancak bu zehirli fikrin Cumhuriyet’e entegrasyonu gayet hızlı olmuştur. Buraya yazmama gerek yok Türkiye tarihinin her iç karışıklık olayında ya Mustafa Kemal (veya silah arkadaşları) ya da Allah (veya Muhammed veya sahabesi) hassasiyetin temel noktası olmuştur.
Sır mı demiştim? Sır bu değil. Henüz gelmedik.
Bu o kadar sağlam bir duvar oluşturdu ki... Burada onu kelimelere dökmekte bile şu an zorlanıyorum. Babil Kulesi gibiydi diyebilirim. Ancak Babil Kulesi’ni Yahweh yıkmıştı. Fakat bu kuleyi yıkabilmek için ciddi bir panteon gerektiğini düşünmeye başladım. İçerisinde binlerce tanrı olan Bhagavad-Gita’nın tanrılarının topyekun saldırısı bile bu kuleyi yıkamayabilir.
O kule nedir?
KARA KULE
Stephen King’in Kara Kule’si gibi evet. Bu kule, Türkiye halklarının zihnine zerkedilmiş olan bir
angsttır (kaygı). Öyle bir angst ki, varoluşsal sancı ile kıyaslanabilir. Bu anksiyetenin adı ise -tabii ki bence- “kontrolünü kaybetme korkusudur”. Sosyolojik bir panik atak.
Eğer Allah, Atatürk, vatan, misak-ı milli, yapılar, RTÜK, peygamber, ezan, İstiklal Marşı, Kuran, bunlara en ufak bir zarar gelirse kontrol kaybedilir. Herkes birbirini öldürür; hafazanallah bu Picasso’nun muhteşem bir şekilde tabloya yansıttığı İspanyol İç Savaşı’ndaki Guernica’ya benzer. Kimse bu kontrolsüzlükten kaçamaz. Kendisini en özgür düşüncelere sahip sananlar bile bu değerlerin alt-üst olduğu bir Türkiye’nin ertesi gün aynı Türkiye olmasından kuşkuludur.
Çünkü
sınanmamışlardır. İşte üzücü haber de bu. Enes Kara’yı öldüren değerler silsilesi -ister dinsel, ister seküler olsun ama çoğunlukla bunlar tabii ki dinseldir- bu sınamayla karşı karşıya gelmediler. Ne fikri bir sınama ne de fiziksel. Fikri bir sınama neredeyse hiçbir zaman olmadı. Fiziksel anlamda ise çoğunlukla aynı anksiyete ve kendine güvensizliğin bir sonucu olarak hasıraltı edildi. Mağduriyet rolü çok güzel oynandı.
Kimse bu kontrolsüzlükten kaçamaz. Kendisini en özgür düşüncelere sahip sananlar bile bu değerlerin alt-üst olduğu bir Türkiye’nin ertesi gün aynı Türkiye olmasından kuşkuludur.
Peki, bu “sırrın” ortaya çıkmasından sonra cemaat yurtları kapatılsın ya da kapatılmasın farkı nedir? Benim fikrimce üstlerine kireç dökülerek kapatılmaları gerekir. Ama Enes Kara’nın artık intiharı olamayacak hale gelmiş cinayetinin motivasyonu bu aşağıdaki sorularla ölçülebilir;
Eminim bu konularda araştırmalar vardır ama çoğumuz bu cevaplardan eminiz; PKK ile savaşta ölen askerlerin kaçının ailesi “
bir oğlum daha var onu da şehit veririm” değil de “bu işte bir yanlışlık var” demektedir?
Tecavüze veya cinsel şiddete uğrayan kadın, çocuk, transseksüel veya eşcinsellerin kaçının ailesi onları bağrına basmaktadır?
Hepimiz, İslamcı, laik, sen, ben, o, biz, siz ve onlar… Bu soruların cevabını biliyoruz ve sesimizi çıkaramıyoruz. Çünkü sınanacağız. Bu tehlikelidir. Aman imtihan olmayalım. Bir kere de imtihan olsak ne çıkar sevgili Türkiye?
Sağlıcakla kalın.
Bunlar da ilginizi çekebilir