Şu ara seçim sonuçları kadar merak edilen bir başka konu da seçim sonrası Türkiye ekonomisinin ne olacağı; bu konuyla ilgili Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden Doç. Dr. Metin Altıok ile konuştum. Altıok, Türkiye ekonomisi, ekonomik krizler, istikrar ve neoliberal politikalar üzerine çalışmaları olan bir akademisyen. Kendisinin seçim sonrasında Türkiye ve IMF ile ilişkiler konusunda söyledikleri ilgi çekiciydi.
Nisan ayı enflasyonu açıklandı ve TÜİK’in açıkladığı enflasyon ile ENAG’ın açıkladığı enflasyon arasında ciddi bir fark var. Bu durumda hangi enflasyona bakmamız doğru olacaktır?
Bir iktisatçı olarak TÜİK’in verilerini değil, ENAG’ın verilerini esas almak gerektiğini düşünüyorum. Yani Nisan ayı enflasyonu TÜİK’in açıkladığı gibi yıllık bazda yüzde 43,7 değil, ENAG’ın açıkladığı gibi yıllık bazda yüzde 105,2 olarak alınmalıdır. TÜİK’in açıkladığı enflasyonun daha düşük olmasının sebebi, TÜİK’in kullandığı hesaplama yöntemiyle ENAG’ın açıkladığı hesaplama yönteminin birbirinden farklı olmasıdır. TÜİK, ayda 3 kere araştırmaya çıkıyor ve bu araştırmada piyasada belirlediği mal ve hizmet fiyatlarının ne kadar değiştiğini bize anlatıyor, örneğin 3 araştırmasını ayın 25 gibi yapıyorsa bundan sonraki günleri hesaba katmıyor demektir.
Ancak ENAG’da günlük fiyat verileri söz konusu dolayısıyla bir mal ve hizmetin günlük fiyat değişimini konu ediniyor. Bu yüzden vatandaş için ENAG’ın enflasyon oranları doğru bir enflasyon rakamıdır diyebiliriz. Yaşadığımız dönemde de gördüğümüz üzere gittiğimiz herhangi bir markette günlük fiyat değişimlerinde TÜİK’de görülen fiyat değişimleriyle ENAG’da görülen fiyat değişimleri arasında fark var.
Gerçekten geçen sene ben de bir kilo peyniri 36 TL’ye alırken şimdi 105 TL oldu. Böyle bir durumda TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamı inandırıcılığını yitiriyor. İnsanlar genel ihtiyaçlarını karşıladıkları mal ve hizmetlerdeki fiyat artışlarıyla TÜİK’in açıkladığı mal ve hizmet fiyat artışları arasında bir benzerlik göremiyor. Madem öyle TÜİK fiyat araştırması yaptığı mal ve hizmetlere söz konusu marketleri söylesin halk da oradan alışveriş yapsın söylemleri mizah konusu oldu.
Öte tarafta, şimdiye kadar İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) açıkladığı enflasyon rakamları daha doğru ve işlevsel idi. Oraya baktığımızda, yıllık enflasyonun yüzde 62,5 ile TÜİK’in enflasyon rakamlarının çok üzerinde olduğunu görüyoruz. Bu yaşananlar döviz krizinden sonra 4-5 kat artışlar olduğunu gösteriyor ki bu, TÜİK’in açıkladığının çok ilerisindedir.
Bu açıklanan enflasyon rakamlarının ülkedeki gelir dağılımı istatistikleri ile bir bağıntısı var mıdır? Çünkü en son açıklanan gelir dağılımı istatistikleri ciddi bir bozulma gösteriyor.
İktisat teorisinde şöyledir: Eğer siz kâr oranlarınızı artıramıyorsanız, sabit sermaye üzerinden var edemiyorsanız, hareketli sermaye üzerinde bir baskı yaratarak onu karlılığı arttırıcı bir şekilde kullanmaya çalışacaksınız. Emek faktörü hareketli sermaye üzerinde en önemli araçlardan biri olduğuna göre emeğin maliyetini düşürerek karlılığı artırmak istiyorsanız emeğin satın alma gücünü düşürmek zorundasınız.
Bu yüzden enflasyon, emek maliyetlerinin sermaye sınıfına daha az bir maliyet içermesi için başvurulan politika araçlarından biridir. Bu noktada enflasyon, bölüşümü bozan, gelir dağılımında adaletsizliği yaratan ve karlılığı artıran bir politik aracı olarak dönem dönem bütün ülkelerde kullanılır. Son üç yıldır da Türkiye’de emek maliyetini düşürebilmenin en önemli araçlarından biri olarak enflasyon kullanılıyor; yani sermayenin kârlılığını artırmak için.
Enflasyon, gelir dağılımını etkileyen en önemli faktörlerden biridir. Gelir dağılımı için açıklanan son verilere baktığımızda, gelirden en yüksek pay alan kesimin son bir yılda neredeyse yüzde 1,3 artış ile yüzde 48 gibi bir pay aldığını görüyoruz. TÜİK dün bir açıklama yaptı; 2022 gelir dağılımı istatistiğine göre en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunun toplam gelirden aldığı payın yüzde 1,3 arttığını belirtti.
Türkiye’de bir mülksüzleştirme ve proleterleştirme söz konusu. Türkiye işçi sınıfını Çin işçi sınıfı ile eşdeğer hâle getirebilmek için bu politikalara ihtiyaç var, bunun da en önemli araçlarından biri enflasyon.
TÜİK bile bunu söylediyse demek ki yüzde 20’lik en yüksek gelir grubu giderek bu ülkede gelirin büyük bir çoğunluğuna sahip ve gelirden aldığı pay oranı giderek artıyor. Hatta burada Korkut Boratav’ın yaptığı çalışmada, en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunun yüzde 10’unun o yüzde 48’lik payın yüzde 75’ine sahip olduğunu görüyoruz.
Yani sermaye sınıfı ister enflasyon yolu ile ister devletin borçlanma mekanizmasıyla gelirin büyük bir kısmını kendisine transfer ediyor o nedenle zaten son bir yıldır yaşanan ekonomik krizlere ve siyasi istikrarsızlığa rağmen TÜSİAD gibi sermaye gruplarının ses çıkarmadığını görüyoruz.
Ancak bu gelir dağılımı dengesizliği Türkiye’de her zaman vardı…
Tabii ki vardı. AKP hükümetinin iktidara geldiğinden bugüne kadarki gelir dağılımı verilerine baktığımızda aslında en yoksul yüzde 20’lik grubun yüzde 5,8 ile yüzde 6 arasındaki payı hiçbir zaman artmadı; daha çok orta gelir grubu dediğimiz orta direk paylarını artırabildi. Fakat son üç yıllık dönemde şu fark edildi ki zaten ülkedeki en yoksul kesim en altta ve transfer edilecek bir gelirleri yok, o zaman da gelir dağılımını bozmak için orta sınıfları hareketlendirmek gerekildi. Son üç yılda yapılan, ikinci ve üçüncü yüzde 20’lik kesimden yani orta sınıf denilen kesimden en yüksek gelir grubuna sermaye ya da gelir transferidir.
Yine iktisat teorisinde gini katsayısı diye bir katsayıdan bahsederiz siz de bilirsiniz, gini katsayısı sıfıra yaklaşıyorsa gelir dağılımı adaleti söz konusu ancak 1’e doğru yaklaşıyorsa gelir dağılımı adaletsizliği söz konusudur. Son bir yıldır TÜİK’in kendi açıkladığı rakamlara göre gini katsayısı 1’e yaklaştı; hatta bu durumun devam edeceği görülüyor.
Peki enflasyon düşerse bu düzelir mi?
Enflasyondan ziyade, bu ülkede üretim artışı ve sermayenin karlılığının artırılması ile gelir dağılımı düzelir. AKP iktidarının ilk on yılında görece dışarıdan gelen sermaye burada karlılığı arttırdığı için ve o karlılıktan toplumun diğer kesimine sermaye aktarıldığı için hayali bir refah dönemi yaşamış olduk. Eğer siz kârlılığınızı artıramazsanız bu gelir dağılımı eşitsizliği devam eder. Bunu geriye döndürmek için sermaye sınıfının kârlılık ve yatırım artışı yapması gerekiyor. Sermaye sınıfı kârlılığının bir kısmını yükselttiğinde bu kârlılığın bir kısmını işçi sınıfı ile toplumun diğer kesimleriyle paylaşmaktan rahatsız olmaz çünkü ülke içinde satın almanın koşullarına da yarar ama sermaye sınıfının kârlılığı düşmeye başladığı andan itibaren koşullar işçi ve emekçi sınıfından bunu almayı yaratan iktisat politikalarını beraberinde getirir.
Son üç yıldır bunun yaşandığını düşünüyorum ve bu politikaların hayata geçirildiğini düşünüyorum. AKP’nin de bu politikaları bilinçli olarak yarattığını düşünüyorum çünkü Türkiye’de bir mülksüzleştirme ve proleterleştirme söz konusu. Türkiye işçi sınıfını Çin işçi sınıfı ile eşdeğer hâle getirebilmek için bu politikalara ihtiyaç var, bunun da en önemli araçlarından biri enflasyon.
Dolayısıyla, AKP bunu bilerek yapıyor. Enflasyonla toplumun büyük bir kesimini işçileştiriyor, hatta asgari ücrete bile razı etmeye çalışıyor. Çalışan toplumun yüzde 70’e yakın kesiminin asgari ücretli olarak istihdam edilmesi bize aslında bu politikanın çok da bilinçsiz olmadığını gösteriyor.
Ülkedeki ekonomik krizi dile getirdiniz, döviz krizinden bahsettiniz, Türkiye’de seçimlerden sonra yeni bir kriz yaşanması olasılığını görüyor musunuz?
Aslında an itibariyle bir krizin içerisindeyiz fakat seçimlerden sonra bunun giderilebileceği konusunda şüpheliyim. İçinde bulunduğumuz kriz, geçmişte yaşadığımız krizlerden daha şiddetli ve daha geniş fakat insanlar bir kriz yaşadığımızın farkında değildi. Bu son yılda yaşadıkları enflasyon ve işsizlik baskısıyla hisseder hale geldi. Millet İttifakı’nın Mutabakat Metninde koyduğu ekonomi politikalarında geçmişten çok büyük bir değişim yok.
1980’lerden itibaren uygulanan neoliberal politikaların yarattığı istikrar bizim ülkemizde tamamlanmış görünüyor olmasına rağmen, devam eden bir süreci de gösteriyor. Millet ittifakı da, son iki yılda AKP politikalarının sıkıştığı yerden neoliberal politikalara geçişin(geri dönüşün) haberini veriyor.
AKP bunu bilerek yapıyor. Enflasyonla toplumun büyük bir kesimini işçileştiriyor, hatta asgari ücrete bile razı etmeye çalışıyor. Çalışan toplumun yüzde 70’e yakın kesiminin asgari ücretli olarak istihdam edilmesi bize aslında bu politikanın çok da bilinçsiz olmadığını gösteriyor.
Örneğin TCMB özerkliği, yeniden dalgalı kura geçiş, mali kurala dönüş gibi, bunlar baştan beri uygulanan neoliberal politikalara geri dönüşün habercisidir. İktidara kim gelirse gelsin seçimlerden sonra bu kriz daha da derinleşecek çünkü bu kriz önce bir çöküş yaratır, o çöküş sermayenin değersizleşmesi yolu ile yeniden bir heyecanlanma dönemi yaratır. Yani iktidara kim gelirse gelsin önce bir dip nokta görülecek akabinde canlanma yaşanacaktır.
Peki iktidara Millet İttifakı geldiğinde Avrupa ve ABD’deki sermayenin yüzünü buraya çevirmesi, yatırımların gelmesi ile bu krizin derinleşme olasılığı hafifleyemez mi?
IMF’in Nisan ayında yayımladığı Ekonomik Durum Raporu’na göre artık uluslararası piyasada başıboş dolaşan bir sermaye akımı yok çünkü dünyada ülkeler merkez bankaları aracılığıyla faiz oranlarını yükselterek artık başıboş dolaşan paranın kendi menşeinde ya da daha yüksek (reel) faiz veren ülkelere aktığını belirtiyor. O sermayenin gelmesi, Türkiye’de hangi iktidar gelirse gelsin pek mümkün gözükmüyor. O zaman ya faizleri arttıracaksınız ki bu durumda maliyetler yükselir ve yatırımlar daralır. Dolayısıyla bu 300 milyar doların ilk aşamada gelmesi biraz zor görünüyor.
Türkiye’de şu anda enflasyon oranı çok yüksek; batıda da enflasyon oranı 2000’li yılların başına göre daha yüksek o yüzden sermaye akımı o zamanlardaki gibi bol olmaz, üstelik o zamanlar uluslararası finans piyasalarında yaşanan genişlemeci politikadan da çıkılmış durumda.
Dünyada kriz yaşayan bir Arjantin örneği var şu anda, bir benzerlik görüyor musunuz Türkiye’de yaşananlar ile?
Arjantin’in büyüme politikası ile Türkiye’nin büyüme politikası oldukça benzer. 2001 kriz sonrası yaşanan büyüme düşüşleri, 2008-2009 küresel kriz sonrası büyüme yavaşlaması ve 2019-2020 pandemi sürecinde benzer ekonomik yavaşlama eğilimi taşıyorlar. Her iki ülke için istikrarsız bir büyüme söz konusu.
Aslında Türkiye’ye gelen yabancı yatırımın donduğunu ve bunun Arjantin için de geçerli olduğunu düşünürsek yaşanan krizde her iki ülke için bir benzerlik görebiliriz. Arjantin ekonomisinde de enflasyon yüzde 100’ün üzerinde, ülke ekonomisi bir resesyon içinde ve döviz kıtlığı söz konusu, döviz kıtlığı çökme noktasına geldiği için bir paralel döviz piyasası oluşmuş, bizde de TCMB kuru ile Kapalıçarşı döviz kuru arasındaki farklılıklarda bu emareleri görüyoruz.
Türkiye’nin ekonomi sorunları sadece sıkı para politikasına geçişle, faizlerin artırılması ile çözülebilecek gibi görünmüyor. Yaratılan yük emekçilere her şekilde yıkılmak zorunda kalacaktır.
Arjantin’de de karaborsada paralel bir döviz kuru söz konusu, resmi kur ile arasındaki makas 3 katına çıkmış durumda. İnsanlar enflasyonun yarattığı kayıptan korunmak için dövize hücum ediyor. Paralarının değer kaybına karşın, alışveriş merkezlerine hücum ediyor, pahalı elektronik eşyalar ve arabalar için siparişler veriyor. Türkiye’de de aynı durum söz konusu, konut, otomobil, döviz yolu ve altın satın alma yolu ile enflasyondan korunmaya çalışıyor. Öyle olunca talep artıyor, talep artınca fiyatlar artıyor ve enflasyon yükseliyor. Enflasyon yükseldikçe de yerli paradan kaçış ve harcama eğilimi artıyor. Böylece enflasyon-harcama kısır döngüsüne girilmiş oluyor. Bu anlamda da benzer bir kriz özelliği var.
O yüzden nasıl ki Arjantin, IMF’in politikalarını uygulamayı kabul edip IMF ile bir Stand-by anlaşmasına oturdu ise Türkiye’de de bir sonraki dönemde iktidara kim gelirse gelsin IMF ile bir stand-by anlaşmasına girmek zorunda kalacaktır. Tıpkı 2001 ‘de Kemal Derviş’in yaptığı bir stand by anlaşmasına gitmek gibi. Bunun kaçarı yok. Öyle Nas diyen, IMF gelsin biz ona borç verelim diyen Cumhur ittifakı da seçimi alsa IMF’in kapısını çalmak zorunda kalacaktır.
Seçimlerden sonra nasıl bir Türkiye ekonomisi beklentiniz var?
Türkiye’nin ekonomi sorunları sadece sıkı para politikasına geçişle, faizlerin artırılması ile çözülebilecek gibi görünmüyor. Yaratılan yük emekçilere her şekilde yıkılmak zorunda kalacaktır. Cumhur İttifakı belki farklı politika arayışına girebilirdi ama Şubat’ta yaşanan deprem olayından sonra bakıyoruz ki yeniden bir inşaatlaşma sürecine geçilmiş, bu da var olan sermayenin üretim amaçlı değil daha çok sabit yatırımlı ve tüketim amaçlı kullanılması demektir.
Buradan yaratılan genişleme ve büyüme de emekçi sınıfa yansımayacak demektir. Altılı masa iktidara gelirse 300 milyar dolar yabancı yatırımı Türkiye’ye getireceğine taahhüt etmesine rağmen bunun çok hızlı olmayacağı görünüyor. Mutabakat metinlerinde de zaten anca 10 yılda geri dönebileceğini öngörüyor.
O yüzden her durumda IMF’in önerdiği kemer sıkma politikaları uygulanmak zorunda kalınacaktır. Bu acı reçete denilen kemer sıkma politikasını Millet İttifakı uygularsa 2024’te yerel belediyelerin seçimde kaybedilmesine neden olur. O zaman bu kemer sıkma politikalarını 1-2 yıl hayata geçiremeyecektir, bunun yerine palyatif genişlemeci politikalarla devam edecektir ve daha sonra kemer sıkma politikasına geçecektir.