Muhalefetin ağır yenilgisinden çıkarılacak en önemli sonuç muhafazakâr bir başbakanı muhafazakâr bir aday ile yenme stratejisinin asla işe yaramadığıdır. Bunun benzer örneğini Ekmeleddin İhsanoğlu’yla bizzat görmüştük. Günlerdir heyecanla beklenen Macaristan seçimleri Orban’ın bir kez daha tabiri yerindeyse ezici zaferiyle sonuçlandı. Muhalefetin ağır bir yenilgi almasından çıkarılacak en önemli sonuç muhafazakâr bir başbakanı muhafazakâr bir aday ile yenme stratejisinin asla işe yaramadığıdır. Bu stratejik hatanın en önemli emarelerinden birisi muhalefetin adayı Márki-Zay Peter’in daha önceki seçimlerde Fidesz’i Fidesz’in kendi kalesinde alt etmişken bu seçimlerdeaynı bölgede ağır bir yenilgiye uğramasıdır. Siyasi popülaritesi oldukça fazla olan Budapeşte belediye başkanı aday gösterilseydi akıbeti aynı mı olurdu tartışılır ancak muhalefet koalisyonunun etkinlik ve siyasi kabiliyet konusunda Macar halkında şüpheleri gideremediği kesin. Bunun benzer örneğini kendi ülkemizde 2014 yılı Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı ile bizzat görmüştük. Bu sonuç Türkiye için gelecek seçimlerde muhalefet adayı seçimi konusunda önemli bir ipucu sağlayabilir. Sanırım iki ülke muhalefetinin de karizmatik liderlik konusunda dersine biraz daha iyi çalışması gerekecek. Siyaset biliminin rekabetçi otoriteryanizm teorisi ifade özgürlüğünün kısıtlanması gibi anayasal hakların ihlalinin muhalefetin iktidarla eşit şartlar ve kaynaklarla rekabet edememesini ve bunun da seçim süreçlerinin manipülasyona açık hale getirdiğini savunmaktadır. Bugün, Macaristan’daki muhalefetin seçim eleştirileri de tam da bu temel üzerine inşa edilmekte. Ancak Orban’ın seçim zaferini sadece muhalefetin durduğu bu nokta ile değerlendirmek yetersiz kalacaktır. Bu yüzdendir ki Fidesz’in siyasi programını ve benimsediği popülist retoriğin nasıl işlediğini 3 ana temeldeele almak gerekli. Bunlardan birincisi hükümetin Avrupa Birliği (AB) konusundaki tavrı. Seçimin Avrupa entegrasyonu ve AB ile ilişkiler üzerinde somut yansımaları olacaktır. Öyle ki bunu Orban daha zafer konuşmasında ‘Öyle büyük bir zafer kazandık ki aydan bile görülebilir ama en net şekilde Brüksel’den görülebilir’ ifadeleri ile özetledi. Bu ifade AB ile ilişkilerdeki kırılmanın daha da derinleşmesine işaret ediyor. Hükümet AB’yi ulusal tarih anlatısındaki ‘Sovyetler Birliği emperyalizmiyle’ bağdaştırarak Macar ulusal kimliğinin ‘ötekisi’ olarak inşa edip bir nevi savaşılması gereken bir düşman olarak lanse ediyor. Bu ‘yapay düşman’ egemenlik haklarına saldırı düzenliyor gibi gösterilirken 2015 mülteci krizine de dayanılarak göç karşıtı propagandaya çokça başvuruluyor. Böyle bir inşa hükümetin benimsediği popülist retorik ile son derece uyum içinde gerçekleştiriliyor.
Orban Doğu’ya açılım politikası ile AB’ye dış politika alternatifleri yaratmak konusunda oldukça kararlı.
İkinci temelde ise yine aslında birinci temeli sarsan ve sarsmaya yönelik adımlara dayanan Rusya ve Çin gibi otokratik rejimlerle yakınlaşmalar bulunmakta. Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi Orban Doğu’ya açılım  politikası ile AB’ye dış politika alternatifleri yaratmak konusunda oldukça kararlı. Burada ulusal iktisadi çıkarların  rolünün yanı sıra küresel siyasette gördüğümüz benzer-görüşlü hükümetlerin yakınlaşmasını da unutmamak gerekir. Tam da bu yakınlaşmadan dolayı Orban Rusya’nın Ukrayna’yı işgali karşısında bir tutum benimsemekte ziyadesiyle bocaladı. Bu iki kritik temele muhalefet tarafından karşı eleştiri seçim mottolarının ‘Putin ya da Avrupa’ diskuru üzerinden kurulmasıyla verilmişti. Putin’in Orban’ın zaferini en erken kutlayan siyasi liderlerden olması sanki bu mottoya yönelik bir yanıt şeklinde de karşımıza çıkıyor. Fidesz’in siyasi programındaki üçüncü temelde ise geleneksel değerler ve aile birliğinin önemi üzerine inşa edilen muhafazakâr politikalar öne çıkarılıyor. Hristiyan kimliğin ve muhafazakâr değerlerin parlatıldığı bu temel 2020 aralık ayında anayasadaki aile tanımında değişiklikle aynı cinsten çiftlerin evlat edinmesinin önü kapatılarak da taçlandırılmıştı. Sivil özgürlüklere müdahalenin, hak ihlallerinin ve anti-Avrupa Birliği retoriğinin dozunun daha ne kadar arttırılıp ülkenin illiberal skalada nereye sürükleneceğini hep birlikte göreceğiz ancak bu seçimle ortaya çıkan kesin bir şey varsa o da ülkenin liberal demokrasiden bir adım daha uzaklaşırken illiberal demokrasiye ve hatta daha ötesine geçebilmeye bir adım daha yaklaşmış olmasıdır.