İlelebet payidar olmak!
İnsanlık tarihine bakın; hiçbir dönemeçte, tarih hiç kimseyi, “her şeyi bilen” olarak tanımlamadığı gibi, ilanihaye galip geldiğini de yazmıyor.
Ebu Suud, bilgisine mağrur bir müfessir, bir şeyhülislâm, fetvaları insanı insana düşman eden, canı cana kıydıran bir Müfti’l-Enâm, yani Şeyhül-İslam olarak biliniyor. Fetva makamında oturuyor; kimseyle görüşmeye tahammülü yok, tenezzül bile etmiyor.
Günlerden bir gün, makamına, dört yamalı bir hırkaya bürünmüş, anâsır donunu giyinmiş dervişlerden biri çıkagelmiş.
Makamın kapısında rastladığı mollaya demiş ki: “Efendiye arz et, bir selam vereceğim, bir soru soracağım; ayaküstü cevabını dinleyip gideceğim.”
Öyle kolay değil, Ebu Suud ile görüşmek ama bu kez eşref saatine rastlamış olacak ki dervişin talebini geri çevirmemiş.
KAİNATIN BİLGİSİ, EZELİ BİLGİNİN NE KADARIDIR?
Derviş girmiş huzura.
“Ne istiyorsun?” diye sormuş Ebu Suud.
“Efendim, sultanım,” demiş, derviş; “kâinattaki bilginlerin bilgisi ezeli bilgiye nispetle nedir, ne derecededir, ne kadardır? Onu sormak için geldim.”
Dedim ya, Ebu Suud’un eşref saati, başlamış anlatmaya.
Fakat derviş, bütün cesaretini toplayıp, sözünü kesmiş, Ebu Suud’un.
“Efendim” demiş, “fakir çok bilgisizim; bunu bir örnekle bildir, cevabını alayım, eşiği öpüp gideyim.”
Ebu Suud, “Gerçekten de,” demiş, “pek bilgisizmişsin; kıyasa mı sığar bu, örneğe mi girer?”
“Vebali bana,” demiş derviş; “boynum kıldan ince; şeriatın kestiği parmak acımaz; bildir ki bileyim.”
Ebu Suud’un keyfine diyecek yokmuş.
Tomardan bir kâğıt çıkarmış; oturduğu sedire yaymış. İki yanına birer mühre (kâğıtlar âharlandıktan sonra parlatmak için kullanılan alet) koymuş. Kalemini hokkaya batırmış, kâğıdın ortasına bir nokta kondurmuş.
Sonra da demiş ki “bu kâğıdı, ezeli bilgi olarak düşün; şu noktayı da bilginlerin bilgisi”.
Eklemeyi de ihmal etmemiş:
“Ama” demiş Ebu Suud; “gördüğün gibi bu kağıdın bir sınırı var, ezeli bilginin yok, bunu bil bir kere”.
Derviş, tekrar sormuş:
“Bütün peygamberlerin, filozofların, bilginlerin bilgisi bu nokta kadar mı, yani?”
“Ya sen ne sanıyordun ki?” demiş Ebu Suud.
Derviş, “Sultânım,” demiş, “kerem buyur da kendine ait bilgiyi ayır bu noktadan, göster bana.”
Ebu Suud, “Derviş,” demiş, “gerçekten pek cahilmişsin; benim ilmim nedir ki bu noktadan ayırıp sana gösterebileyim?”
Bunun üzerine Derviş demiş ki:
“Madem öyle, nedir bu sizdeki benlik? Bu kibir neden?”
Sonra da çıkıp gitmiş.
FEVKALADE MÜSAADEYE MAZHAR OLMAK…
Böyledir; iktidar gücünü elinde bulunduranlar, kendilerini sonsuz kudretin timsali olarak görür, “kılıçlarının iki tarafının da keskinliğiyle” övünürler. Bununla da kalmaz; kendilerinin “fevkalade müsaadeye mazhar” bir kişilik olduğuna da inanırlar.
Ola ki “kral çıplak” diyen olursa da onun anasından emdiği sütü de burnundan getirirler.
Misal, “benim bilgim nedir ki?” diyerek kendi sınırını çizdiği rivayet edilen Ebu Suud, “Cennet Cennet “dedikleri/Bir ev ile birkaç Huri/İsteyene ver sen onu/Bana seni gerek seni” dizelerinden hareketle Yunus Emre’nin “kafir” olduğuna hükmetmişti.
Dünyanın, Yunus’u yeniden keşfetme çabası içinde olduğu bugünlerde kimsenin Ebu Suud’u hatırlamıyor oluşu, gözünü iktidar hırsı bürümüşlerin kıssadan hisse çıkarması için yeterli olur mu acaba?
Olmayacağının ip uçlarını Ekrem İmamoğlu’na yönelik yaptırımlardan görebiliyoruz. Üstelik benzer süreçlerden geçip gelmiş bir iktidar, yapıyor bunu…
Elbette ben de herkes gibi, İmamoğlu’na ve yeri geldikçe Yavaş’a neden bu kadar yüklendiklerini merak ediyorum.
Zamların alıp başını gittiği, dövizin yükselişinin ve aniden düşüşünün ekonomi bilimi açısından bir açıklamasının olmadığı, mutfakta yangının giderek büyüdüğü bir ortamda, iktidardakilerin, “dikkat dağıtmak amacıyla” “düşman” yaratmak istediği söylenebilir. Bununla birlikte üstüne gittikleri kişilerin “halkın umudu” haline geldiklerinin ve iktidar yüklendikçe kuzeyden güneye, doğudan batıya her sıradan yurttaş için de dikkate alınması gereken kişilere dönüştüğünün görülmüyor olması anlaşılamaz.
O kadar anlaşılmaz ki insanın aklına, “acaba iktidarın elinde, Millet İttifakının İmamoğlu’nu aday yapması halinde, her durumda kaybedeceğine ilişkin bir saha araştırması mı var?” şeklinde absürd bir soru bile geliyor.
Öyle olmadığını gösteren çok sayıda saha araştırması var ve o araştırmalara göre aday gösterilmeleri halinde Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş her durumda kazandıkları görülüyor.
“GÜÇ, ÇÜRÜTÜR; MUTLAK GÜÇ, MUTLAKA ÇÜRÜTÜR”
O halde nedir bütün bu olup bitenler?
Açıkça söylemek gerekir ki bütün bu olup bitenler, yönetenlerin kibrinden, benlik duygusundan ve kendilerini iktidara taşıyan gerçeklikten uzaklaşmış olmalarından kaynaklanıyor.
İnsanlık tarihine bakın; hiçbir dönemeçte, tarih hiç kimseyi, “her şeyi bilen” olarak tanımlamadığı gibi, ilanihaye galip geldiğini de yazmıyor.
2.Mehmed’i Fatih yapan şey “gücün mutlak olmadığını” bilecek kadar ayaklarının yeri basması ve gemilerini karada yürütmenin mümkün olduğunu bilecek kadar bilimsel bilginin ışığında yürümüş olmasıydı. Kanuni’yi Viyana kapılarında döndüren ise tarihin akışını kavramaktan uzaklaşmış olmasıdır. Viyana kapılarında başlayan, “güç, çürütür; mutlak güç, mutlaka çürütür” tezinin önüne Sakarya’da geçilmiş olması, rastlantı değil; yeniden bilimsel bilginin rehberliğine ve halkın ferasetine olan güvendir.
Tarihimizin her aşaması, benlik duygusuna batmış, kibrin içinde görülmez hale gelmiş, “her şeyi bildiğini sanan” iktidarların, geri dönülmez bir yenilgi sürecine girdiğine ilişkin tecrübeleri içerir.
Biliriz ki “naçiz vücutlar, elbet bir gün toprak olacaktır”; aslolan kişilerden vareste “ilelebet payidar” olacak bir “alem” kurmaktır.
Mümkün mü?
Mümkün ve de gereklidir!