Sermaye girişleri değerli yerli para, tüketimin ithalata kayması, artan borç ve aşırı ve eşitsiz büyüme gibi birçok sorunun kaynağıdır. Büyük oranda sonu krizle biten bir döngünün ateşleyicisi işlevi görürler. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum da değildir. Geçen hafta yazdığım yazının ilk bölümünde iktisat politikaları ekseninde sınıflandırdığım dört ana çatının (kalkınma, eşitlik, emek ve istikrar) ilk ikisi olan kalkınma ve eşitliğe dönük politika önerilerinde bulunmuştum, ikinci bölüm olan bu yazımda ise geriye kalan iki çatı (emek ve istikrar) hakkında politika önerilerimi ifade etmek istiyorum. EMEK ÇATISI Dünya ve ülkemiz genelinde emek piyasalarında emeğin aleyhine ciddi bir takım eğilimler ortaya çıkmaktadır. Bunlar kısaca: (1) artık daha az istihdam yaratılıyor (2) ücretler durağanlaşıyor ve bu 1980’lerden bu yana emeğin üretimden aldığı payın azalmasında da görülüyor (3) işsizlikten geri dönüşler çok daha fazla vakit alıyor, yani işsiz kalma süreleri artıyor (4) işgücüne katılım oranı düşüyor (5) meslek polarizasyonu artıyor, yani orta kademe işlerde ciddi azalma var (6) emek ve sermaye ayrışması daha da derinleşiyor ve (7) güvenceli iş sözleşmeleri yerini yarı zamanlı, gönülsüz ve iş güvenliği olmayan sözleşmelere bırakıyor. Avrupa Komisyonuna göre, Kuzey Avrupa’da yarı-zamanlı işlerin yaklaşık %15-20’si gönülsüz, Güney Avrupa’da bu yaklaşık %50 düzeyindedir. Emeği tehdit eden şeyler özünde tüm iktisadi sistemi ve sosyal refahı tehdit eder. Çünkü emek piyasaları sadece eşitsizliğin veya iktisadi refahın gerçekleştiği alanlar değil, yabancılaşma, stres ve sağlık sorunlarının da ortaya çıktığı zeminlerdir. Bu yanıyla, emek piyasalarına dönük iyileştirmeler aslında refah kriterini bölüşüm ve büyüme sorunun ötesinde bir yaşam kriterine taşıma anlamı da taşır.  Bu yüzden, emeği eşitsizlik çıtasından ayrı bir başlık altında toplamak istedim. Bu kapsamda emeğin refahına dönük daha önceki yazılarımdan da esinlenerek belli başlıklar altında bir takım politika önerilerinde bulunmak istiyorum: i) İşçiler özellikle belli bir ölçeğin üstünde olan firmaların üretim/yönetim kararlarına dahil olmalıdırlar, yani yönetim kurullarında temsil edilmeleri gerekir. Firma sahipleri ile işçilerin temel konularda ortak karar vermeleri ortak refah ve fedakârlık alanları yaratır. Bu, Almanya veya Nordik ülkelerinde gördüğümüz yaygın bir yasal uygulamadır. Buna göre, çalışanların yasa ile belirli ölçekte firmaların yönetim kurullarında temsil edilmesi zorunludur. Bu durum, özellikle kriz dönemlerinde etkisini çok daha net gösterir. Ortak karar alma zorunluluğu firmanın krize tepkisinin işçileri çıkartmak şeklinde olmasını engeller. 2007-8 global krizi sonrasında Almanya en fazla küçülen ülkelerden biri de olsa -yaklaşık Türkiye kadar küçüldü, %4 civarında- bunun işsizliğe etkisi Türkiye kıyaslandığında çok sınırlı kaldı. Çünkü firmalar hemen işçi çıkarmadılar, devletin de katkısı ile firma sahipleri ve çalışanlar maliyeti paylaştılar. Dolayısıyla, firmaların karar alma süreçlerinin sosyalizasyonuna imkân veren yasal düzenlemeler etkin ve adil sonuçlar yarattığı gibi, çalışanların üretim süreçlerindeki yabancılaşmasını da azaltma imkânı sunarlar. ii) Benzer şekilde işçi ortaklı firmaları teşvik etmek için düzenlemeler yapılabilir. Belli bir ölçeği yakalamaları durumunda bu tür şirketlere bir takım vergi kolaylıkları sunulabilir. Bugün ABD’de dahi binlerce bu türden şirket vardır. Sermayenin işçiler tarafından yönetildiği durumlarda yaratacağı bir takım etkinlik problemleri olsa da (teknoloji adaptasyonu ve yeni işçi alımından karşılaşılan çekinceler) sermayenin tabana yayılması ve emeğin örgütlenerek sermayeyi kontrol etmesi açısından önemli bir uygulamadır. Bu, sermayenin mülkiyet çeşitliliğini de artırarak eşitsizliği de kontrol etme imkânı verir. iii) İşsizlik bence iktisadi problemlerin en yakıcı olanıdır.  Bu yüzden de, çözümü için oldukça detaylı sektörel analizler yapılmalı, işsizliğin detaylı bir kompozisyonu çıkartılmalıdır (eğitim, çalışma alanı, cinsiyet, bölgesel gibi). Bu, işsizliği genel ve selektif olmayan toptancı yaklaşımlardan kurtaracağı gibi, her kesim için ayrı ve uygun politikaların geliştirilmesine imkân verir. Bunun daha özenli ve zahmetli bir çaba istediği açıktır fakat direkt işsizlik kaynaklarına yöneldiği için de sonuç alma açısından daha etkindir. İşsizlik sorunu özünde büyüme, işsiz-iş eşleşmesine dair bilgi problemi ve mesleki eğitim meselesidir. Bu yüzden, İş ve İşçi Bulma Kurumu sadece bir kayıt kurumu olmaktan çıkmalı, işsizlik politikalarının gelişmesine imkân verecek insan sermayesi yüksek nitelikli bir kuruma dönüşmelidir. Bu anlamda, işsizlik fonundan da sadece işsizlik ödemeleri yapan bir fon olmanın ötesinde bu kurumun yeniden yapılandırılması için daha fazla faydalanılabilir.
İşsizlik sorunu özünde büyüme, işsiz-iş eşleşmesine dair bilgi problemi ve mesleki eğitim meselesidir. Bu yüzden, İş ve İşçi Bulma Kurumu sadece bir kayıt kurumu olmaktan çıkmalı, işsizlik politikalarının gelişmesine imkân verecek insan sermayesi yüksek nitelikli bir kuruma dönüşmelidir.
Burada şunu da ifade etmek isterim, bu tür direkt hedefe yönelen politikalarla işsizliğin aşağı çekilmesinin diğer indirekt faydaları da söz konusudur. Örneğin, özellikle merkez bankalarının emek piyasalarına bakarak para politikası izlemeleri belirli bir ölçüye kadar sınırlandırılmış olunur. Bu şekilde, merkez bankalarının işsizliğin düşmesi ile oluşan enflasyon anksiyetesini azaltmış oluruz. Yani merkez bankalarının ihtiyaç duyduğu yedek işsizlik ordusunu bir tür fiyat terbiyecisi gibi kullanmaları da törpülenmiş olur. Aşağıda istikrar çatısı altında bu konuya tekrar geri döneceğim. iv) Kadın emeği başlı başına ilgiyi hak eden bir alandır. Bu hem ülkenin sosyal anlamda gelişmişliği hem de iktisadi açıdan kırılgan bir grup olan kadınların iktisadi refahlarını iyileştirmek açısından önemlidir. Kadın işgücüne katılımı konusunda ortaya çıkan engellerin azaltılması gerekir, örneğin özellikle kreş hizmetlerinin mümkün olan her semte/mahâlleye yaygınlaştırılması gerekir. v) Diğer yandan, son dönemde dünya genelinde de sürekli artma eğilimi gösteren genç işsizliği de kritik önemde bir konudur. Firmalar tecrübesiz gençlere yeni istihdam alanları açmak konusunda isteksizler. Bu yüzden, bu alanı kamu pekâlâ düzenleyebilir, genç insanlara tecrübe kazandırmak için işe alımlarını kolaylaştıracak daha esnek iş modellerini firmaların önüne koymalı ve hatta buna zorlamalıdır. Firmalar eğitim ve tecrübesi ile birlikte insanları bir paket hâlinde işe almak istiyorlar. Gençlerin eğitimi için bunca kamusal kaynak harcandıktan sonra, onlara sunulan insan sermayesinin maliyetine firmalar daha fazla dahil olmalıdırlar. Yani kamusal kaynakla eğitimli hâle getirilen insanlara tecrübe aktarımını bir ölçüye kadar firmalar üstlenmelidir. Örneğin, her işe alınan 5 kişiden en az biri yeni mezun olan bir genç olabilir. Benzer şekilde, sektörel tercihlerine bağlı olarak kamu kurumlarının da yapabilecekleri vardır, örneğin geçici bir süreliğine tecrübe kazanmak için daha fazla genci istihdam edebilirler. Bir tür tecrübe kazandırma merkezleri gibi işlev görebilirler. vi) İnsanların işsiz kalma süreleri diğer bir önemli sosyal maliyet alanıdır. Bunun için iş arama ve firma-işçi eşleşmelerini daha rasyonel yönetecek mekanizmalar tasarlanmalıdır. Bunun için İş ve İşçi Kurumu’nun bilgi seti oldukça önemli hâle gelmelidir. İşsizlik maaşı da daha yaygın ve etkin kullanılmalıdır. İşsizlik maaşının işsizliği kalıcı kılma tehlikesi karşısında ise, bazı Nordik ülkelerinde olduğu gibi, işsizlik maaşı işsizlerin gelen iş tekliflerini kabul etmesini motive edecek şekilde tasarlanmalıdır. Örneğin, gelen iş tekliflerinin kabul edilmediği her seferde işsizlik ücreti kademeli olarak düşürülebilir. Danimarka bu konuda refah devletinin neden olabileceği çalışma isteksizliğini kırmayı denedi ve bir ölçüye kadar da başarılı oldu. Çalışma isteksizliğinin de kamusal bir maliyeti olduğunu unutmamak lazım. Benzer şekilde, Avrupa Komisyon’un “güvenlik içinde esneklik” (flexicurity) uygulaması da dikkate alınabilir. Buna göre işsizlik durumlarında, özellikle insanların kolayca iş değiştirmelerine imkân veren “eğitim” programları ve devletin kolayca dahil olabileceği iş alanları açılabilir.
Çalışanlar çalıştıkları şirketlere o kadar bağımlılar ki, çalışıyor olmak bile bir şirket lütfuna dönüşmüş durumdadır. Bu yüzden, ücretler yasa gereği sektörel düzeyde belirlenebilmelidir. Bu da sektörel düzeyde toplu sözleşme anlamına gelir.
vii) Dünya genelinde kamu sektörü önemli oranda istihdam alanlarından biridir. Türkiye’de kamu çalışanların toplam istihdamdaki payı (%14),  OECD ortalamasının (%18) altında ve Nordik ülkeler ortalamasının (%27) ise yarısından çok daha az düzeydedir. Bu yüzden, ülkede ciddi bir kamusal istihdam alanı vardır. Fakat burada amaç sadece insanları istihdam etmek olmamalıdır, iktisadi etkinliğe de dikkat edilmelidir. Kamu bu anlamda etkinlik, şeffaflık ve sosyal olma açısından bir istihdam stratejisi yürütebilir. Bunu da özellikle işsiz olma potansiyeli daha yüksek olan kesimlerden başlatabilir. Özellikle dezavantajlı gruplara (eğitim düzeyi düşük, belirli sektör ve sosyal gruplara dönük) devlet H. Minsky’nin de ifade ettiği gibi, “en son istihdam limanı” olabilmelidir. Bu gruplar içinde işsizlik minimum düzeye çekilebilir. viii) Ücret düzeyini belirleyen temel faktör güç ilişkisidir. Şirketin emek talep fonksiyonunun içinde, işçinin emek arz fonksiyonunda olmayan bir şey vardır, o da emeği satın alma tekelidir. Çalışanlar çalıştıkları şirketlere o kadar bağımlılar ki, çalışıyor olmak bile bir şirket lütfuna dönüşmüş durumdadır. Bu yüzden, ücretler yasa gereği sektörel düzeyde belirlenebilmelidir. Bu da sektörel düzeyde toplu sözleşme anlamına gelir. Bunun için sendika üyeliğine de gerek olmayabilir. Bu da üretimin toplumsal işbirliğine dayalı bir ortaklık olduğunu ve herkesin herkese muhtaç olduğu duygusunu/düşüncesini güçlendirir. Herhangi bir sektörde emeğin her türlüsünün, üretimin hangi aşamasında olduğundan bağımsız olarak değerli olduğu gösterilmiş olur.  Böylece sektörel ücret pazarlıkları ücret dağılımında aşırı farkları ortadan kaldırabilir ve dolayısıyla ücret dağılımının daha adil olmasına imkân verebilir. Toplumda en yüksek ücret ile en düşük skalası daralmış olur. ix) Son dönemlerde yaygınlık kazanan çalışma formlarına ayrıca odaklanmak gerekir. Sadece işsizliğe odaklanmak bu anlamıyla da eksik kalır çünkü çalışmanın niteliği de önemlidir. Özellikle son dönemde artan yarı-zamanlı, güvencesiz işler veya serbest çalışanlar gibi grupların iş güvenlik alanlarını genişletmek ve iyileştirmek gerekir. Yani, işli olarak sınıflandırılan bu grupların da gösterdiği gibi, amaç sadece işsiz olmak değil, çalışmanın güven aralığını genişletmek ve iyi işler üretilmesini sağlamaktır.
Tarihsel olarak birçok ülkenin uzun süreli bir büyüme patikası yakalamasının bile kalkınma için yeterli olmadığını biliyoruz. Çünkü büyümenin niteliği önceki büyümelerin pozitif etkilerini de geri alabilir.
MAKRO İSTİKRAR ÇATISI Devletin ekonomide birçok işlevi vardır. Bunlardan biri de sürdürülebilir bir iktisadi refah için makro istikrarı sağlamaktır. Bu da temelde para ve maliye politikaları ile yerine getirilir. Her makro istikrar kalemi kalkınma, eşitlik ve emek çıtalarını yönlendiren unsurlar içerir. Bu konudaki düşünce ve önerilerimi de aşağıdaki başlıklar altında topladım: i) Sürdürülebilir büyüme Büyümenin etkinlik, sürdürülebilirlik, kapsayıcılık ve planlama kriterleri üzerine oturduğu bir zaman patikası vardır. Bu yanıyla, her büyüme iyi büyüme olmayabilir. Sağlıklı ve sürdürülebilir olanı var olduğu gibi, geçici, hormonlu ve kırılgan olanı da vardır. Büyüme bu anlamıyla kısa dönemli bir nitelik gösterse de içinde uzun dönem kalkınma unsurları da içermelidir. Tarihsel olarak birçok ülkenin uzun süreli bir büyüme patikası yakalamasının bile kalkınma için yeterli olmadığını biliyoruz. Çünkü büyümenin niteliği önceki büyümelerin pozitif etkilerini de geri alabilir. Örneğin, Brezilya, Asya dışında %7 ortalama ile yaklaşık 25 yıldan fazla süre büyüyen nadir ülkelerden biriydi. Fakat 1982’deki borç krizi ile birlikte bunu sıfıra yakın büyüme yılları takip etti. Çünkü büyümenin kaynağında ciddi düzeyde borçlanma vardı ve üretken ve rekabetçi bir üretim yapısı geliştirmedi. Sovyetler Birliği, 1930-1970 yıllarında oldukça yüksek büyüme rakamlarına sahipti (yaklaşık %7 civarında). Fakat bunun da sürdürebilir olmadığını sistem çöktüğünde gördük. Şili de 1980-1990’lı yıllarda bir büyüme trendi yakaladı fakat zamanla üretim potansiyelini kaybettiği gibi, ciddi anlamda eşitsizlik üretti. Bu örnekler, ülkelerin dönemsel makro istikrardan çok, sağlıklı bir büyüme modeline ihtiyaçları olduğunu göstermektedir. Bunun için de büyümenin niteliğinin sürekli kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi gerekir. Büyüme için istikrarlı bir talep de gereklidir. Bu da büyümenin kalkınma çatısı yanında, eşitlik çıtasıyla da ilişkisini gösterir. Çünkü gelir dağılımı aynı zamanda bir talep problemidir, yani zenginlerin marjinal tüketim eğilimlerinin düşüklüğü (kazandıkları gelirden tüketime ayrılan oransal kısım) ekonomide istikrarlı bir talebin oluşmasını engeller. Bu yüzden, ekonomide daha yaygın bir talep oluşturmak için de siyasi tercihler düşük faiz politikası izlenmesine dönük gerçekleşir. Bu da hanehalklarının borçlanmasını hızlandırır. Böylece genişleyen kredi kanalları ile halkın önemli bir kısmı borçlanmak durumunda kalır. Bu şekilde ikili bir yapı ortaya çıkar, bir yandan gelirlerinin oldukça altında tüketen sınırlı bir kesim, diğer yandan gelirlerinin üstünden ve borçla tüketen büyük bir kesim ortaya çıkar. Bu ciddi anlamda bir talep kırılganlığı ve kriz kaynağı durumudur. Dahası, talebi sürdürmek için izlenen düşük faiz politikası varlık fiyatlarını da şişirerek krizin olasılığını ve düzeyini artırır. Bu da gelir eşitsizliğinin tetiklediği düşük faiz politikasının eşitsizliği tekrardan daha da derinleştirmesine yol açar. Dolayısıyla, büyümenin dinamiğinde borcun niteliği ve etkileri sürekli kontrol edilmelidir. Bunun için de kredi genişlemesi kritik önemde bir değişkendir. Eşitlikçi politikalar izlemek bu anlamıyla bu süreçleri yönetilebilir hâle getirir.  Diğer yandan, büyümenin emek çıtası ile ilişkisini de düşündüğümüzde, büyümenin istihdam yaratıcı olması kısa dönem sosyal refah açsısından önemlidir. Burada finansallaşmanın büyüme dinamiklerini hızlandıran ve kolayca kontrolden çıkmasını sağlayan bir nitelik taşıdığını da belirtmek gerekir (finansal hızlandırıcı). Finansallaşma ciddi anlamda finansal kriz ve istikrarsızlık nedenidir. 1980’lerden itibaren izlenen piyasa fundamentalizmine dayalı politikalar bankacılık ve borç kriz sayısında ciddi bir artışa neden olmuştur. Bu dönemden itibaren dünya genelinde yüzlerce banka, döviz ve borç krizleri meydana geldi. Bu krizlerin önemli bir kısmında işsizlik rakamları zirve yaptı. Her kriz, aldığını vermediği gibi verdiklerini de uzun zamanda geri kazandı. Finansın yaratabileceği bu sorunları düşündüğümüzde dahi regülasyonların ne kadar önemli olduğu ortadadır (ihtiyati tedbirler). Fakat bu, daha önceki yazılarımda daha detaylı ifade ettiğim gibi, sadece regülasyonlarla sınırlı olmamalıdır, finansmanın kaynağında da devlet çok daha fazla yer almalıdır. Çünkü bu aynı zamanda kamunun yatırımın niteliğini de yönlendirmesi anlamında önemlidir.  Yani finansın kontrol edilmesi sadece krizleri önlemek değil aynı zamanda kaynakların da daha iyi kullanılması anlamında da önemlidir. Finansal aktörlerin sunduğu kredilerin niteliği ile ilgilenmeyen siyasi bir iktidar bir kalkınma modelinden bahsedemez. ii) Fiyat istikrarı Sağlıklı bir büyüme gibi fiyat istikrarı da tüketim ve yatırım kararlarının içeriğini ve düzeyini belirlemesi açısından oldukça önemlidir. Merkez bankaları fiyat istikrarının sağlanmasına dönük önemli işlevleri olan kurumlardır. Fakat burada sorulması gereken iki soru var. Birincisi, merkez bankaları fiyat istikrarında ne kadar başarılıdırlar? İkincisi, sadece fiyat istikrarı yeterli bir kriter midir? Birinci soru ile ilgili olarak, merkez bankalarını şu noktalar üzerinden tartışmak faydalı olabilir: bilgi problemi, önceden müdahalenin zorluğu ve müdahalenin etkinsizliği problemi. Birincisi, merkez bankaları diğer aktörlere göre ellerindeki detaylı kaynaklardan dolayı bir bilgi avantajına sahiptirler. Fakat ellerindeki bilgi ne kadar fazla olursa olsun, dinamik iktisadi ilişkilerin niteliğini yakalamak ve diğer aktörlerin olası müdahalelere nasıl tepki vereceklerini önceden kestirmek zordur. İkincisi, reel zeminde karşılaşılan güçlüklerle ilişkilidir. Finansal piyasalara her şey yolunda giderken müdahale etmek zordur, sıkça söylenildiği gibi, müzik çaldığı müddetçe dansı bitirmek zordur. Dahası müdahalenin ciddi reel karşılıkları vardır. Çünkü finans bir balon gibi genişledikçe, içinde bulundurduğu aktör/yapıların da konumları yer değiştirir. Dolayısıyla, gelinen noktada tedbir almak oldukça zorlaşır çünkü finansı kısıtlamak demek reel kararların da negatif etkilerini politik olarak da göğüslemeyi gerektirir. Üçüncü sorun, kriz sonrası merkez bankalarının yapabileceklerinin sınırlı olmasıdır. Her seferinde dozajı artan müdahalelerin yeni sorun alanları yarattığını da görüyoruz: iktisadi sisteme boşaltılan tonlarca paranın neden olduğu varlık balonları; bunların çekilmesi ile varlıkların bu sefer aşırı değer kayıpları ve iktisadi durgunluğun tetiklenmesi ve ciddi anlamda istikrar problemleri ortaya çıkar. Yani, kısaca, merkez bankaları gündemde ne kadar öne çıksalar da buna tezat bir şekilde başarı düzeyleri zamanla azalmaktadır. Bu yüzden de merkez bankaları önemli kurumlar olsa da ekonominin derinleşen ve yaygınlaşan kompleksliğini bir kuruma teslim etmek gibi kolaycı yaklaşımlardan kaçınmak gerekir. İkinci sorumuz olan “merkez bankalarının temel hedefi sadece fiyat istikrarı mı olmalı” konusuna gelirsek, burada sadece fiyat istikrarı hedefinin merkez bankalarını finansal istikrara daha duyarlı hâle getirdiğini ifade etmek isterim. Merkez bankalarının genelde hedeflediği enflasyon çıpasının finansal aktörlerin kaygıları ile çok uyumlu olduğu açık. Bu yüzden, merkez bankalarının kullandıkları çıpaları biraz daha reel unsurlara bağlamak gerekir. Bu, merkez bankalarının finansla bağlarını azaltmak açısından da önemlidir. Bunun için de işsizlik veya istihdamın iyi bir çıpa olacağını düşünüyorum. Beklentilerin kapsamına bir reel çıpa dâhil edildiğinde ekonominin sağlıklı bir büyüme için yönlendirilmesi daha kolay olur. FED’in sahip olduğu “ikili yetki ” (dual mandate) gereği, hem düşük enflasyon hem de istihdam FED’in amaçları arasındadır. Fiili olarak bunu zaman zaman yapmak zor olsa da, merkez bankalarının reelden kopmaları bir ölçüye kadar sınırlandırılmış olunur. Merkez banka politikaları üzerinde etkileri fazla olan ve bunu yönlendiren ana akım iktisatçıların önemli bir kısmında ortodoks eğilimi (enflasyonu kontrol etmek) çok baskındır. Fakat elinizde araç çeşitliliği az olduğunda ve sadece enflasyonu düşürmeye odaklandığınızda sorunun farklı boyutları ile ilgilenme eğiliminiz de azalır. Bu yüzden, tüm yükü sadece merkez bankasına yıkmak yerine daha koordineli bir kamusal politika izlenmelidir. Buna maliye politikası ve finansal regülasyon alanlarının genişletilmesi de dahildir. Bu hem araç hem de amaç çeşitliliğine imkân tanır. Merkez bankalarının faiz politikası selektif bir araç değildir, yani piyasa faizini genel anlamda artırır veya düşürürler. Bu da merkez bankalarının finansmanın içeriğine dönük belirli bir yönlendirme gücü olmadığını gösterir. Oysa bunu ancak kamu bankaları daha iyi yapabilir. Yani merkez bankası faizleri makro düzeyde yükselttiğinde bile, kamu bankaları hâlâ düşük faizle belli büyüme stratejilerine uygun sektörel finansman sağlayabilirler. Böylece merkez bankasının genel piyasa yönlendirmesi ile kamu bankalarının spesifik hedefleri aynı anda ve farklı amaçlar için kullanılabilir. iii) Cari denge Türkiye ekonomisi için cari açık kritik önemde bir istikrar parametresidir. Ülke ekonomisinin işleyiş dinamiğine dönük temel ipuçları verir. Ülkenin üretim yapısı, tasarruf ve tüketim eğilimleri, dış dünya ile entegre biçimi ve daha önemlisi büyüme modeli hakkında bilgi verir. Cari açığın döngüsel hareketleri makro istikrarı etkiler ve bu da uzun dönem büyüme perspektifini (kalkınma) ortadan kaldırma potansiyeli taşır. Bu yanıyla cari açık hem istikrar hem de kalkınma çatısı içinde yer alır. Cari açık özünde bir üretim semptomudur. Temel nedeni de politik tercihlerin neden olduğu üretim yapısıdır. Bu politikanın temel dinamikleri Özal’lı yıllara götürmek gerekir. Bu dönemden beri ciddi anlamda katma-değeri yüksek olan sektörlere dönük sonuç alıcı stratejik hamleler hiçbir zaman geliştirilmedi. Sorun büyük oranda belirli teşviklerle beslenen ve kısa dönemli kar maksimizasyonu dışında hedefi olmayan firmalara havale edildi. Gelinen nokta da iç açıcı değildir. Bu yüzden, cari açığı sadece teşvikler ve döviz kuruna indirgemek bu sorunu küçümsemek anlamına gelir. Dünya örneklerinde de görüldüğü gibi teşvik ve fiyat politikalarını aşan daha sistemik tercihler ve yönlendirmeler söz konusu olmalıdır. Arkasında sistematik bir kamusal üretim planı olmadıkça sadece döviz kuru kamu yararına dönük yeterli bir işlev göremez. Elbette döviz kuru politikaları yerli üretimi destekleyici nitelikte kullanılabilir. Fakat asıl olan bence cari açığı uzun soluklu bir üretim ve hatta paylaşım problemi olarak görmektir. Bu açıdan, kısa dönemde ticari açık vermek bazen iyi bir tercih de olabilir eğer bu uzun dönemde ülkenin üretim kapasitelerini genişletmesine imkân veriyorsa. Fakat Türkiye için bu sorun mevcut hâliyle kronik bir soruna dönüşmüş durumdadır. Kronik cari açık aynı zamanda sürekli bir dış finansman ihtiyacı doğurduğu için de ülkenin dış sermaye akım şoklarına açık hâle gelmesine neden oldu.  Türkiye’nin dış dünyadan kolayca sağladığı finansman kaynakları cari açığın uzun süre hiçbir sorun yokmuşçasına sürdürülmesine neden oldu. Bu yüzden de ülke kendi üretim yapısını dönüştürme gereği de hissetmedi. Bu anlamda dış dünya ile finansal entegrasyonun niteliği, boyutu ve kapsamı da daha sofistike regülasyonlar içermelidir. iv) Döviz kuru ve sermaye akımları Türkiye ve benzeri ülkeler için döviz kuru önemli bir fiyattır. Ülkenin üretim niteliğini, enflasyonu ve uzun dönem istihdam niteliğini belirleyen bir fiyattır.  Global ve açık bir finansal yapı içinde döviz kurunun düzeyini kontrol etmek zor olsa da bunun istenilen amaç doğrultusunda yönlendirilmesi gerekir. Döviz kuru üzerinde kontrol kaybının yarattığı sorunları 1997 Asya krizini yaşayan ülkeler çok net şekilde tecrübe ettiler. Bu yüzden, bu tarihten itibaren döviz kurunun kontrol etmek için rezerv biriktirmeye dönük bir stratejiye yöneldiler. Özal’lı yıllardan beri döviz kuru önemli bir fiyat politikası olarak kullanıldı. Fakat bunu yeterince stratejik bir değişken olarak kullanıldığını düşünmüyorum. Oysa örneğin, Çin döviz kurunu çok sistematik bir biçimde farklı zaman aralıklarında farklı amaçlar için kullanmıştır. Çin’le kıyaslandığında Türkiye’nin hiçbir zaman böyle bir stratejisi olmadı. Döviz kuru, özellikle sermaye hareketleri ile birlikte, bir noktadan sonra kontrol dışı kaldı. Bildiğimiz gibi, 2000’li yıllardan itibaren belirli bir döneme kadar değerli bir kur ve ondan sonra da değerini fazlasıyla kaybeden bir dönem söz konusu oldu. Son dönemde de ülkede döviz kurundaki hareketlilik çok sayıda sorunun kaynağına dönüştü; enflasyonu tetiklediği gibi, ülke ekonomisi döviz kuruna çok duyarlı hâle geldi (dolarizasyon, iç-dış döviz borçlar ve KKM gibi faktörlerden dolayı). Sermaye akımlarının gelişmekte olan ülkeler için en önemli sorunlardan biri olduğu çok açık. Bunu hem cari açığı kronikleştirmesinde, hem de sermaye giriş-çıkışlar ile varlık fiyatlarında neden oldukları asimetrik yıkıcı etkilerde görebiliyoruz.  Ülkeler sadece cari açıklarını finanse edebilmek için sermaye akımlarına ihtiyaç duymazlar, sermaye akımlarının kendileri cari açıkların nedenine dönüşebilirler. Yani cari açıktan sermayeye değil, sermayeden cari açığa doğru bir nedensellik söz konusudur. Çünkü cari açıkların yüksek düzeyde ve uzun bir süre sürdürülmesinde finansal kaynaklara kolay erişim imkânı yatmaktadır. Sermaye akımları bizim gibi ülkeler için peynirli bir kapan gibidir. Peyniri etrafında bir süre kemirmeye başlayan bir müddet sonra kurbanı olur. Türkiye yıllarca giren ve çıkan sermaye ile dur-kalk çalışan niteliksiz bir makinaya dönüşmüş durumdadır. Sermaye akımları üretimi ülkenin büyüme düzey ve niteliğini tehdit eden bir bağımlılık yaratmıştır. Geçici rahatlama sağlayan ama zamana yayılan bir bağımlılık biçimi ortaya çıkmıştır. Ülke ekonomisi şu anki hâliyle de yeterince dış sermaye olmadığı için eli ayağı titrer bir vaziyete dönüşmüş durumdadır. Bu dış sermaye bağımlılığı aynı zamanda ülkenin dünya ortalamasının üstünde bir yüksek faiz politikası izlemesine neden olur. Bu durum, geleneksel büyüme teorilerinde anlatıldığı gibi, faizin yüksekliği kıt sermayenin yarattığı verimlilikten ziyade ülkenin büyüme stratejisi ile ilişkilidir. Finansal akımları çekmek için izlenen yüksek faiz politikaları gelişmekte olan ülkeleri geçici istasyonlara çevirir. Geldiklerinde yarattıkları tahribata (şişen varlık fiyatları) çıktıklarında yarattıkları (inen varlık fiyatları) tahribat eşlik eder. Sermaye girişleri değerli yerli para, tüketimin ithalata kayması, artan borç ve aşırı ve eşitsiz büyüme gibi birçok sorunun kaynağıdır. Büyük oranda sonu krizle biten bir döngünün ateşleyicisi işlevi görürler. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum da değildir, kendi ulusal parası dışında ticaret yapan açık ekonomilerin tamamında görülen bir durumdur. Latin Amerika ülkeleri bu döngülerin sayısız örnekleri ile doludur. 1982 Şili krizi, 1994 Meksika krizi, 2002 Arjantin krizi veya 1998 Rusya krizi neredeyse tamamında sermaye akımlarının neden olduğu cari açıklar, işsizlik ve biriken borç yükleri ile bu ülkeleri kriz coğrafyasına dönüştürmüştür. Bunun için de bu dış sermaye akımlarını sınırlandıracak çok sayıda tedbir üzerinde düşünmek gerekir. Örneğin, bir dönem Meksika’da yapıldığı gibi, bankalara gelen kısa dönem sermayenin belirli bir oranını zorunlu karşılık olarak tutulma zorunluğu getirilebilir. Veya bankaların dış borçlanması sınırlandırılabilir, örneğin yükümlülüklerinin ancak belli bir oranında dış borçlanmalarına imkân verilebilir. Gerçi, Türkiye’nin yüksek dış borcunu döndürmenin zorunlu olduğu bir dönemde bu tür sermaye kısıtları bu aşamada sorun yaratabilir, fakat er geç bu tür tedbirler devreye girmelidir.