İktisadi refah perspektifi

Abone Ol
Ekonomik sistem bir yetenek yarışı değildir, şanslı doğanların (yetenekleri ve zengin bir aileye doğma) ödüllendirildiği ve şansız olanların süründüğü bir doğal lotari değildir.

Loading...

CHP’nin Vizyon Belgesi ileriye dönük ülke refahı için nelerin yapılması gerektiği konusunda bir tartışmayı alevlendirmesi açısından oldukça faydalı olmuştur.  İktisatçıların sadece sorunu teşhis etmenin ve yorumlamanın ötesinde daha fazla inisiyatif alarak politika önermelerinde bulunmaları gerektiğini göstermesi açısından da önemlidir. Eleştirmek ve durum tespiti yapmak genel olarak politika önermekten daha kolaydır. Bu, iktisatçıların değer yüklü görünmeme veya bilimsel ve tarafsız görünme aldatmasından kurtulması için de gereklidir.  Yazım toplam iki bölümden oluşacak. İlkinde politika önerilerimin temel ve genel kriterlerini tanımlamak, sonraki devam yazımda da bu kriterlere uygun daha somut önerilerimi sunmak şeklinde olacaktır. Her sorun formüle edildikten sonra çözümü tekniktir, bu yüzden ilk önce sorunun ne olduğuna karar vermek gerekir. Bunun için de sosyal refahın nasıl tanımlanacağı ve nasıl sağlanacağına dönük bir yaklaşım olmalıdır. Sonraki süreç uygun araçlar seçmektir. Eğer tekelleşme ve gelir dağılımı bir sorun olarak görülmüyorsa buna dönük kaygılanmaya da gerek yoktur. Eğer sorun sadece makro istikrar sorunu ise piyasaların işleyişine odaklanmak yeterlidir ve çözüm çerçevesi de politik olmaktan çıkar ve amorf bir piyasa istikrarına indirgenir. Fakat ülkenin mevcut sorunları sadece istikrar şemsiyesi altına alınamayacak kadar çetrefilli, kronik ve ağır konulardır. Bu yüzden, iktisatçıların ve siyasetçilerin kafalarında piyasa-dışı araçların kullanılabileceğine dair seçeneklerin olması gerekir. Anaakım iktisatçılar, kendi kavramsal çerçevelerine hapsettikleri dünyanın ötesinde sosyal ve politik olanın şekillendirdiği bir iktisadi alanın varlığını kabul etme konusunda oldukça direnç gösterirler. Bu kavram setinde iktisatçılar sadece para ve maliye politikalarının nötr bir uzantısı kadar politik olmaya teşebbüs ederler. Bu bakış açısıyla siyasi olanı anlamaya çalışmak o kadar önemli olmadığı gibi, etkilerini de ekzojen şok gibi tanımlamak eğilimi içindedirler. CHP’nin Vizyon Belgesi’ne bu kadar değer verilmesi partinin başarıyı garanti edebilecek olması değil, değişime öncülük etme potansiyeli taşıması ve kamusal refahın politik tarafına vurgu yapmasıdır. Belge’nin önerilerinin önemli bir kısmı devletin faili olduğu alanlardır. Türkiye ekonomisinin çok daha derin ve yapısal sorunlarına, özellikle son birkaç yıldır yüksek istikrasızlık da eklendi. Bunda AKP’nin ilk döneminde izlenen liberal politikaların tıkanmasının etkisi olduğu gibi, son dönemdeki “politik aklın” neden olduğu sorunlar eklendi. İstikrarsızlık yapısal sorunların daha fazla görülmesini ve konuşulmasını sağladı. Bu yüzden, bu cendereden nasıl çıkarız diye düşünmek siyasi ve iktisadi bir zorunluluk haline geldi. Buna farklı düzeylerde de olsa çok sayıda parti katıldı. Ekonomi politik özü itibariyle farklı amaçlara sahip aktörlerin güç ilişkilerini ve tercihlerini içerir. Bu anlamda firma-işçi, üretici-tüketici, devlet-firma gibi ikili ilişkiler hem politik kısıtlar altında gerçekleşir hem de içerdikleri güç ilişkileri anlamında politiklerdir. Siyaset bu güç ilişkilerini dönüştürebilme potansiyeline sahiptir.   Bu yüzden, siyasi yapı değiştiğinde çok şey değişir. Kamu politikaları, kurumların tasarlanması, firma davranışları ve refahın kompozisyonu bu etki alanının içindedir. Piyasalar da bu anlamıyla politik ve sosyal yapılardır. Piyasalara tercihlerimizin ötesinde doğal bir yapı atfedilmesi, bir değişmezlik dogması yaratır ve siyasetin alanını daraltır. Oysa gözlemlediğimiz iktisadi ilişkiler mevcut politik ve sosyal bağlamın bir sonucudurlar. Bu anlamda, her iktisadi denge politik bir dengeye karşılık gelir. Ülke siyasi tercihlerinin ekonomi dengeleri üzerindeki etkilerini önceki bir yazımda daha detaylı ifade etmiştim (https://www.gazeteduvar.com.tr/politik-ekonomi-bellegin-cagrisi-haber-1503832). Kapitalizm bir şirketler üretimidir. Bu yönüyle şirketler ekonominin temel dinamiklerini organize eden ve yönlendiren yapılardır. İşçiler bu yapıların daha edilgen tarafı iken, tüketiciler bunları sürdüren bir fonksiyonelliğe sahiptirler. Şirket yönetim ve organizasyonu farklı politik yapılarda kamu çıkarının nasıl tanımlandığına bağlı olarak şekillenir. Örneğin, İngiltere ve ABD’de şirketler daha çok özel bir birim gibi görülürken, Almanya veya Japonya’da kamu otoritesi tarafından belirlenen yasal bir yapı olarak görülür. Dahası, politik tercihler şirketlerin hareket alanlarını sınırlandırabilir veya genişletebilirler.  Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD ve Batı Avrupa ülkeleri yatırımları teşvik etmek için, firmaların karlarını hissedarlarına dağıtımını sınırlandırdılar. Fakat bu, 1980’den sonra değişti, daha liberal kâr dağıtımına izin verildi. Bu da firmaların yatırımlarını azaltmasına ve daha fazla kâr payı dağıtmalarına imkân sağladı.
CHP Vizyon sunumunda Daron Acemoğlu’nun, inşaat şirketlerinin sadece üretken olmadığını aynı zamanda devlete bağımlılık ve suistimaller ürettiğini belirtmesi oldukça yerindedir.
Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi süreçlerde de firma davranışları buna göre şekillenmiştir.  Örneğin, 1980’li yıllarda bir yanıyla konjonktürel liberal politikalar (Washington uzlaşısı) bir yanıyla devlet müdahalesi içeren dışa açık büyüme modelinde firmalar kendi iş yapma biçimlerini, büyüme stratejilerini ve iş alanlarını belirlemişlerdi. Bugün nispeten daha farklı bir politik düzlemdeyiz. Firma davranışları da bu politik yapıya göre şekillenmektedir. Buna göre, Türkiye’de politik otoritenin neden olduğu iktisadi belirsizlik alanı genişledikçe firmalar değer yaratan büyüme stratejileri izlemek yerine, bir tür değer koruma ve politik yakınlıkla değer devşirme yoluna başvuruyorlar. CHP Vizyon sunumunda Daron Acemoğlu’nun, inşaat şirketlerinin sadece üretken olmadığını aynı zamanda devlete bağımlılık ve suistimaller ürettiğini belirtmesi oldukça yerindedir. Benzer politik yapılar içinde, Rusya’daki oligarklar ile Türkiye’deki inşaatçılar benzerlik gösterir. İktisadi anlamda simbiyotiktirler, sosyal refah aleyhine büyürler ve bu, sermaye ve politik gücün demokratik ve sosyal refahın aleyhine yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Aşağıda bu konunun devamı niteliğindeki sonraki yazımın içeriğini oluşturan somut önerilerimin temel perspektifini tanıtmak istiyorum. EKONOMİ POLİTİĞİN REFAH KRİTERLERİ (i)  Kamusal refah perspektifi 1980’lerden bu yana izlenen piyasa fundamentalizmine dayanan politikalar ile dünya genelinde iktisadi ve sosyal hayatın her alanına baskın bir firma egemenliği hâkim oldu. Bunun doğal sonucu olarak kamusal taleplerin karşılanmasında, kamu mallarının üretiminde ve kamusal nitelik taşıyan regülatif yapıların oluşumunda ciddi hasarlar oluştu. Bu yüzden de, uzun bir süredir firma için iyi olanın toplum için iyi olmayabileceğini gözlemleme imkânımız oldu. Başka bir deyişle, bu süreçte piyasa rasyonalitesi toplumsal rasyonalite üretmedi. Dünyanın her yerinde kamusal yatırımların geri çekildiğini, eğitim ve sağlığın bu kadar niteliksiz ve nitelikli olanın da pahalı olduğunu görüyoruz. Sosyal refah gerilirken, firmalar daha fazla büyümeye ve daha fazla sermaye biriktirmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla, bu gelişme, yani şirketlerin diğer aktörlerinin sosyal refahının aleyhine büyümeleri önlenmelidir. CHP Vizyon toplantısında Selin Sayek Böke’nin politik karar alma sürecinde temel kriterin kamu yararı olacağını ifade etmesi önemlidir. Bu, J. Rawls’un, politik tercihler, alttakilerin refahı üzerindeki etkileri dikkate alınarak seçilmelidir önerisiyle de uyumludur. Bu yanıyla, anaakım iktisadın Pareto optimum nosyonu ne adildir ne de etkindir çünkü statükoyu referans alır. Özü itibariyle zengin sofralarından düşen kırıntıları dağıtma üzerine kuruludur.  Bu yüzden, firmaların ve kamusal faaliyetlerin hareket alanı büyük oranda sosyal refahın etkin bir şekilde yaygınlaştırılması temeline dayanmalıdır. (ii) Kalkınmacı perspektif Tarihsel olarak ülkelerin kalkınma süreçlerine devletin planlama, direkt müdahale ve yönlendirme ile dâhil oldukları yadsınamaz bir gerçekliktir. Batı Avrupa ve Doğu Asya ülkelerinin iktisadi gelişmenin her aşamasında devlet farklı biçim ve düzeylerde aktif bir rol oynamıştır. Özellikle Doğu Asya ülkeleri bağımlılık hipotezinin ifade ettiği yapısal kısıtlara devlet kapasitesiyle meydan okudular. Bu ülkeler 1980'li yıllardan itibaren IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar üzerinden gelişmekte olan ülkelere tavsiye edilen liberal politikaların hiçbirini dikkate almadılar. Devletin koordine eden, yönlendiren, finanse eden ve risk alan kapasitesinden oldukça faydalandılar. Bu yanıyla, makro istikrar bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin başlı başına değer atfedeceği bir yaklaşım olamaz. Kalkınma perspektifi içinde kalarak makro istikrarı sürdürmek daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Bu anlamıyla, örneğin cari açığın bir istikrar problemi olarak sürekli bir şekilde karşımıza çıkması sorunun özü itibariyle bir kalkınma problemi olduğunu gösterir. Çünkü cari açık firma düzeyine indirgenemeyecek boyutta bir problemdir; ülkenin genel üretim yapısı, tasarruf ve tüketim eğilimleri, dış dünya ile entegre biçimi ve daha önemlisi büyüme modeli ilgili daha kapsamlı bir problemdir. Devletin, günümüzde, kamusal planlamayı aşan bir şekilde bazı alanlarda teşebbüsçü olabileceği de görülmektedir.  Devlet direkt olarak inovasyonun içinde yer almaktadır. Bunun uygulamaları ülke örnekleri ile doludur (https://www.gazeteduvar.com.tr/teknolojik-yeniliklerin-ekonomi-politigi-haber-1564616).  Devleti bu alana çeken motivasyon büyük oranda firma davranışı ile ilişkilidir.  Hem yeni bir inovasyonun olası getiri belirsizliği hem de bunun taklit edilme riskinin olması firmayı inovasyon yapma konusunda isteksiz yapar. Firma gözüyle bu iki riskin varlığı devletin neden bu alanda bu kadar yer aldığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu yüzden, devlet hem aktif bir aktör hem de regülatif bir yapı olarak piyasa içinde yer alır ve onu yönlendirir. Dolayısıyla, teknoloji açığı, özünde bir “devlet açığı”dır. Bu, kalkınma perspektifinin rasyonel, şeffaf ve gelenekleri oluşmuş kurumların oluşması ile mümkün olduğu ortadadır. Türkiye’de politik güç ve baskı arttıkça kamu kurumlarının önemli bir kısmı zamanla edindikleri geleneklerin zayıflamasıyla birer idari ofislere dönüştüler. Kendi geleneksel amaçlarının dışına çıkartılarak politik tercihlerin birer aracı haline geldiler. Bu durum, kurumları işlevsiz kıldığı gibi, büyük oranda kurumsal bilgi yıkımına da yol açtı. Dolayısıyla, rasyonel ve politik nüfuzdan mümkün mertebe azade rasyonel bir bürokrasi kurmanın yöntemleri geliştirilmelidir. Türkiye gibi politik çatışma alanları çok olan ülkelerde bürokrasi nüfuz kurma alanıdır ve devlete sızma grupların temel stratejisine dönüşür. Çoğu siyasetçi bu durumum farkındadır ve bunu engellemek için de ortak hareket etmenin farkında olmaları gerekir. Özellikle, mevcut iktidarın sön dönemdeki uygulamaları bunun gerekliliğini çok daha net göstermiştir. Ülke genelinde kalkınmanın sosyal barıştan ve daha fazla demokratikleşmeden geçtiğini de belirtmek gerekir. Özellikle Kürt sorunu etrafında devam eden çatışmanın ülkenin ileriye dönük daha sağlıklı projeksiyon yapmasını engellediği çok açık. Dahası, Kürt sorunu etrafında oluşan karşıtlık iktisadi başarısızlığı hamasetle ikame imkânı vermekte ve bu da partilerin iktidarlarını sürdürmenin politik aracına dönüşmektedir. Bu durum aynı zamanda insanların sınıfsal bağlarını da zayıflatmaktadır. Yoksa ülke gündemi şu an bu kadar yoğun bir iktisadi bataklığa gömülü iken artan milliyetçiliği başka türlü açıklamak mümkün değildir.
Piyasanın aktörlerini daha görünür ve yaptıklarından daha fazla sorumlu tutacak ve dolayısıyla piyasanın arkasına saklanmalarına izin vermeyecek daha demokratik yapılar kurmalıyız.
(iii) Gelir dağılımı perspektifi AKP iktidarının ilk dönemlerinden başlayarak gelir dağılımında 2015-2016 yılına kadar göreli olarak bir iyileşme söz konusuydu. Bu gelişmede izlenen transfer politikaları, ortaya çıkan büyümenin “nasiplenme etkisi” (trickle down) ve başlangıç eşitsizlik düzeyinin yüksek olması (baz etkisi) önemli oranda etkili oldu. Fakat 2015-2016 yılından itibaren gelir dağılımındaki bozulma tekrardan alt gelir gruplarının aleyhine dönmeye başladı. Son dönemlerde emeğin aleyhine ortaya çıkan durum çok daha çarpıcı bir özellik göstermektedir. Buna, ülkenin batı-doğu ekseninde gelir düzeylerindeki ayrışmayı da eklersek gelir dağılımının çok temel bir mesele olduğu çok açık. Bu yüzden, hem iktisadi sınıflar arasında (sermaye ve emek), hem kişiler arasında hem de coğrafya üzerinde eşitsizliği giderecek mekanizmalar tasarlanmalıdır. Eşitlik zamana bırakılacak türden bir nasiplenme konusu değildir, müdahaleyi gerektiren ahlaki bir meseledir. Dünya genelinde emek piyasalarında gözlemlenen önemli bir takım eğilimlerin de gelir dağılımını aşan sonuçları ortaya çıkmaktadır: (i) artık daha az istihdam yaratılıyor (ii) ücretler durağanlaşıyor ve bu 1980’lerden bu yana emeğin üretimden aldığı payın azalmasında da görülüyor (ii) işsizlikten geri dönüşler çok daha fazla vakit alıyor, yani işsiz kalma süreleri artıyor (iv) işgücüne katılım oranı düşüyor (v) meslek polarizasyonu artıyor, yani orta kademe işlerde ciddi azalma var (vi) emek ve sermaye ayrışması daha da derinleşiyor ve (vii) güvenceli iş sözleşmeleri yerini yarı zamanlı, gönülsüz ve iş güvenliği olmayan sözleşmelere bırakıyor. Tüm bu gelişmeler dikkate alınarak stratejiler geliştirmek gerekir. Bu da sorunun sadece işsizlik olmadığını, bunu aşan boyutta bir hareket planı gerektiğini göstermektedir. Politik bir toplumda gelir dağılımı ne doğaldır ne de sabittir veya ne de basitçe ayrı ayrı bireylerin davranışlarının bir sonucu değildir. Önemli oranda kolektif kararların sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. İktisadi oyun mülkiyet, sözleşme, vergilendirme, eğitim ile ilgili kolektif kararların sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Alt gelir grubunda olan insanların refahının artıyor olması basitçe onların refahının artması değildir, bu aynı zamanda onların moral eşitliğinin de kabulü anlamına gelir. Politik bir sistemin asıl amacı pozitif özgürlük alanını genişletmektir, yani insanın kendisini gerçekleştirme imkânlarını artırmak olmalıdır. Bu, insanların sadece zordan azade olma durumu olan negatif özgürlüğün ötesinde, özgürlüğün somut ve fiili yanıdır.  Ekonomik sistem bir yetenek yarışı değildir, şanslı doğanların (yetenekleri ve zengin bir aileye doğma) ödüllendirildiği ve şansız olanların süründüğü bir doğal lotari değildir. Tüm bunları dikkate alan düzenlemeler, yönlendirmeler, vergi politikalarını, firma yönetim mekanizmalarını düzenlemek ve emeği haklarını savunacak güçlü kurumları  (sendikalar gibi) ortaya çıkarmak gerekiyor. (iii)  Makro iktisat politikaları perspektifi Para politikasını yürüten merkez bankaları önemli kurumlardır. Oldukça kompleks ve merkezi-olmayan iktisadi yapıların olası piyasa başarısızlıklarına dönük önemli merkezi roller üstlendikleri çok açık. Fakat merkez bankalarının günümüzdeki konumlarının iyi tanımlanması gerekir, bu bize mevcut sorunları çözme konusunda da ipuçları verecektir.
Son dönemde dünya genelinde sadece genel anlamda firma egemenliği değil, daha büyük ve daha az sayıda firmanın egemenliği söz konusudur. Çok sayıda sektörde en büyük 4-5 şirket toplam piyasa payının %50-70’ini elinde tutmaktadır.
Merkez bankalarının genelde kullandığı enflasyon çıpasının finansal aktörlerin kaygıları ile çok uyumlu olduğu açık. Finansal aktörler enflasyondan haz etmezler çünkü belirsizliği artıran ve getirilerini törpüleyen bir unsurdur. Fakat daha yaygın bir kesimin refahı için merkez bankalarının kullandıkları çıpaların biraz daha reel unsurları da dikkate alması gerekir. Bu, merkez bankalarının finansla bağlarını azaltmak açısından da önemlidir. Büyümenin kompozisyonu ve niteliği her zaman sosyal refahla uyumlu olmayabileceğinden işsizlik veya istihdamın büyümeye göre daha iyi bir çıpa olacağını düşünüyorum. Beklentilerin kapsamına bir reel çıpa dâhil edildiğinde ekonominin sağlıklı bir büyüme için yönlendirilmesi daha kolay olur. Merkez bankaları genelde mekanik kuralları kullanmayı tercih ederler. Bu kısmen araç çeşitliliğinin sınırlı olması (genelde faiz) kısmen yetki alanlarının enflasyonla sınırlandırılmış olması ve kısmen de ortodoks politika uygulama eğilimlerinden kaynaklanır. Bu yüzden, tüm yükü sadece merkez bankasına yıkmak yerine daha koordineli bir kamusal politika izlenmelidir. Buna maliye politikası ve finansal regülasyon alanlarının genişletilmesi de dahildir. Bu hem araç hem de amaç çeşitliliğine imkân tanıyacaktır. Diğer yandan, maliye politikasını hem mali harcamaların hem de finansmanın niteliği üzerinde yeniden düşünmemiz gerekir. Kamu yatırımlarının üretimin stratejik alanlarında yer alması önemli bir meseledir. Sadece temel hizmetler, transferler ve altyapı harcamaları ekseninde tasarlanan bir bütçe, Türkiye gibi kalkınma problemleri olan ülkeler için başlı başına bir başarı olarak görülemez. Mali kaynaklar konusunun da en önemli unsuru vergilerdir. Vergileri de sadece harcamanın finansmanı olarak değil, adil ve etkin olarak tasarlanması anlamında değerlendirmek gerekir. Kısaca, gelir kaynakları açısından etkin ve adil, harcama düzeyi ve kompozisyonu açısından da strateji barındıran bir kamu bütçesi gereklidir. (iv) Finansallaşmaya dair perspektif 1980’ler sonrası finansallaşma ciddi boyutta dünyanın geneline yayılan bir soruna dönüştü. Kimi zaman kriz, kimi zaman aşırı borçlanma, kimi zaman firma ve diğer aktörlerin davranışlarını dönüştürme anlamında oldukça etkili oldu. Finansallaşma özellikle firmaları yatırımdan ziyade küçülmeye, emeği baskılamaya, finansal aktivitelere yönelmesine ve kısa ufuklu olmaya teşvik etmiştir. Dahası, son dönemlerde dünyanın her yanında, devlet, firma ve hanehalklarının bu kadar borçlanıyor olması sadece bu birimlere giderek anlaşılmaz. Borçlanma yapısal finansallaşma eğiliminin diğer yanıdır.
Son dönemlerde dünyanın her yanında, devlet, firma ve hanehalklarının bu kadar borçlanıyor olması sadece bu birimlere giderek anlaşılmaz. Borçlanma yapısal finansallaşma eğiliminin diğer yanıdır.
Finansallaşmanın bizim gibi ülkeler için özel bir anlamı vardır. Bu da sermaye akımlarıdır. Sermaye akımlarının büyüme dinamiğini istikrarsızlaştıran, cari açığı kalıcı kılan ve kriz yaratma potansiyeli barındıran yönleri vardır. Ülkelerin dünya ile bu türden entegrasyon biçimleri onları sıcak para bağımlısı ve ufku daraltılmış stratejiler izlemeye zorladı. Global likidite bol olduğunda herkes büyüyor, geri çekildiğinde ise herkes küçülüyor.  Dolayısıyla, izlenecek politikaların uzun dönemli değer üretimine katkı sunmayan finansa dönük önlemleri olmalıdır. CHP Başkanı’nın ülkeye “temiz para” akacak derken kendisine finansın doğasını hatırlatmak gerekir.  Ülkede şu ana kadar oluşan sorunların temelinde büyük oranda “temiz para” vardı ve bunun ülke ekonomisini kirlettiği çok açık. Bu yüzden, finansın gerçek niteliğine odaklanmak gerekir. (vi)  Tekelleşmeye dair perspektif Son dönemde dünya genelinde sadece genel anlamda firma egemenliği değil, daha büyük ve daha az sayıda firmanın egemenliği söz konusudur. Çok sayıda sektörde en büyük 4-5 şirket toplam piyasa payının %50-70’ini elinde tutmaktadır. Bazı sektörlerde bu oran %90’lara kadar varmaktadır. Bu Türkiye için de geçerlidir. Benzer şekilde, birçok çalışma büyük firmaların piyasa paylarını küçüklerin aleyhine geliştirirken bunu teknoloji üzerinden değil de daha çok geleneksel rekabet araçları ile yaptıklarını göstermektedir. Yani hem tekelleşme hem de teknolojik durgunluk aynı anda ortaya çıkmaktadır. Dahası, akademik bulgular firmaların artık yeterince istihdam yaratmadığını göstermektedir.  Yani tekelleşme istihdam artışını da engellemekte, bu da işsizliği artırmaktadır. Firmalar artan güçlerini emeğin üzerinde olduğu gibi, tüketiciler üzerinde de gösterirler. Emekle asimetrik bir güç ilişkisi kurarken, tüketiciyi yönlendirme araçlarına sahiptirler. Bu yanıyla, tüketicilerin refahları büyük oranda firmaların tercihleri tarafından şekillenir. Dahası, bu gücün uzantısı siyaset üzerinden kendini tahkim eder ve emek ve tüketici aleyhine yasaların geçmesini kolaylaştırır. Firmalar bu anlamıyla hayatımızın her alanına nüfuz eden emperyal yapılara dönüşmüş durumdalar. Bundan olumsuz etkilenen bireyleri korumak için sosyal ve ekonomik adaleti savunmak zorundayız. Piyasaların amoral yapılar olduğu düşüncesi, içindeki aktörleri silikleştiren ve sorumluluktan muaf tutan bir anlayışa kapı aralamaktadır. Piyasanın aktörlerini daha görünür ve yaptıklarından daha fazla sorumlu tutacak ve dolayısıyla piyasanın arkasına saklanmalarına izin vermeyecek daha demokratik yapılar kurmalıyız.