İktisadi açıdan devlet olabilmek

Abone Ol
Ülkemizdeki mevcut yönetim şeklinin ve bunu kullanan iktidarın topluma sunacağı refah umudu kalmamıştır. Bunun en temel nedeni iktidarın artık bir birikim modeline sahip olmamasıdır.

Loading...

Köylü milletin efendisidir.” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çocukluklarından itibaren kulaklarında tekrarlanan bir sözdür bu. Kendi içinde tutarlı, söylendiği dönemdeki koşullar itibariyle doğru bir sözdür. Ancak üzerinde çok fazla düşünülmüş bir söz değildir. Sadece köylüyü ülkeyi besleyen, bir “gıda” üreticisi olarak ona önem veren bir söz olarak hafızalarda yerleşti. Kanımca bu sözün bundan öte, hatta biz iktisatçıları için daha önemli bir anlamı daha var. Hem o günlerdeki koşullarda hem de günümüz koşullarında ülkemizi yöneten yöneticiler için ima ettiği anlamlar gizli ardında. Elbette siyaset bilimcileri açısından farklı anlamlar yüklenmesi mümkün bu söze. Ama benim ele alacağım bu sözün iktisadi bakımdan “devlet olabilmek” için gerekli önemli bir koşula dikkat çekmesidir. Hatta ülkemiz açısından son derecede kritik bir seçim arifesinde, muhalefetin ve iktidarın ülkemizin maruz kaldığı kötü ekonomik şartları giderilip, iyileştirilmesi için gerekli olan bir koşula dikkat çekmesi sebebiyle bu sözün (veya benzeri sözlerin) bir kez daha ele alınıp değerlendirilmesi zaruri hâle gelmektedir. Türkiye ekonomisinin bugünkü sorunları, birtakım makroiktisadi politikaları alt alta dizip uygulayarak çözülebilecek cinsten değil artık. Bundan çok daha fazlasına ihtiyaç var. Cevap verilmesi gereken sorular var. Bunların en önemlisi ise, ekonomi aydınlığa çıkarken, hangi sermaye grubunun desteği ve ne tip bir sermaye birikim modelinin devrede olacak sorusunun cevabını verebilmektir. Bu cevaplar ekonomik sorunların çözümünün “içselleştirilmesine” olanak sağlayacaktır. Aksi takdirde çözüm, sadece birtakım uygulamalar manzumesi hâlinde düşünüldüğünde, sorunların “dışsal” kabul edilip, bunların sınıf bağlantılarının göz ardı edilip, sermaye birikimi ile bağlarının da görmezden gelinmesine yol açacaktır. Ekonomiyi de tüm bunlardan bağımsız, her koşulda ve her dönemde uygulanabilecek teknik bir konu haline getirir. Oysa bu politikaların farklı dönemlerde ve ülkenin farklı gelişme düzeylerinde toplumsal kesimler üzerinde yol açabileceği etkilerin aynı ve değişmez olduğu kabul edilemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında hiçlik içinde bir ülke ekonomisinin inşa edilmesi gerekmekteydi. Aynı zamanda ülke kalkınırken, insanlarına refah üretecek bir de modele ihtiyaç vardı. Kastım ekonomik model ihtiyacı değil. Aksine böyle bir modelin sürekliliğini sağlayacak dinamik bir “sermaye birikim modeline” ve bunu besleyecek iktisadi faaliyetlere yönelik ihtiyaçlardır. Böyle bir birikim modeli olmadan refah üretebilecek bir ekonomi yönetiminin yapılabilmesi mümkün değildir. Bu iddiamız dün olduğu gibi bugün ve hatta yarın için de geçerlidir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ekonomide ağırlığı en fazla olan iktisadi faaliyet tarımdı. Hem ülkedeki gelirin hem de yürütülecek birikim modelinin kaynağı tarımsal artıktı ve bunun bir şekilde birikime dönüştürülmesi gerekiyordu. Ancak köylü Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma çok ağır vergi yükü altında eziliyor ve bu vergiler yoluyla tarımsal artığın çoğuna devlet el koyuyordu. Bu koşullarda köylünün birikim yapmasının imkânı yoktu. Osmanlı’da bu artığa el koyan devlet ise, bunu daha çok tüketimin finansmanında kullanıldığı için ülkedeki net birikim hacmi son derecede düşüktü. Bir ülkenin kalkınabilmesinde karşılaşabilecek en önemli engel böyle bir durumun gerçekleşmesi ve sermaye birikiminin yapılamamasıdır. Bu durumda devletin kalkınmayı bir tarafa bırakın halkına refah üretebilmesi bile mümkün değildir. Bu noktada “birikimden” kasıt sadece tasarruf yapmak değildir. Bir birikim modelinin öncelikli unsuru bu birikime kaynaklık edecek gelirin kazanılacağı iktisadi faaliyetin hangi faaliyetler olacağının belirlenmesidir. Ardından yine bu faaliyetlerden elde edilen artığın hangi mekanizma ile üretim kapasitesine dönüştürüleceğidir. Sonuncusu ise artığa kimin, nasıl el koyacağı ve hangi iktisadi faaliyetlerde kapasite oluşturulmasında kullanımına karar verileceğidir. Osmanlı İmparatorluğu döneminden miras kalan “aşar” vergisi köylü üzerinde çok ağır yük oluşturmaktaydı. Cumhuriyetin kurucuları ilk iş olarak bu verginin kaldırılmasına karar verdiler. Kanımca bu çok doğru bir karardı. Bu uygulama sadece Kurtuluş Savaşı vermiş bir millete karşı duyulan bir minnetin karşılığı olarak düşünmemelidir.  İktisaden de çok doğru bir hamleydi.
Unutmamak gerekir ki siyaset vatandaşa refah üretmek zorunda. Bu yetmez. Aynı zamanda bu refahı nasıl üreteceğini de kamuoyu ile paylaşması gerekir. Bu refahın sürekliliği ise ülkenin sermaye birikimiyle mümkündür.
Osmanlı ekonomisinin geri kalmışlığı üretim yapısının da tarıma dayalı kalmasına yol açmıştı.  Sanayileşmenin önemi bazıları için anlaşılmış olsa da bu konuda bütüncül bir politika uygulayabilmek için ne uygun kurumsal yapı vardı ne de sermaye birikimi yeterliydi. Bu durumda ülkede refah üreten ana iktisadi faaliyetin tarım olması gerekiyordu. Ama devlet ekonomik olarak bunu bile yapabilecek durumda değildi. Devlet tarımdan alınan vergilere bağımlıydı. Aynı dönemde dünyada sanayileşmenin daha da görünür bir faaliyet hâline gelmesi, beraberinde ulus devletin yükselmesine yol açtı. Kurumsal düzeyde bu imparatorlukların “ulus” temelinde tekrar yapılanmasına yol açarken, milli pazar ve milli ekonomi gibi kavramları yükselişe geçerek, imparatorluk topraklarında popülerlik kazandı. Batıda milliyetçilik sanayileşmenin türevi olarak ortaya çıkarken, Osmanlı gibi tarımsal, geleneksel ekonomiye sahip devletlerde gerçek fonksiyonundan uzak, daha çok devleti tahrip edici ve bölücü bir etki yarattı. Bir pazar bütünlüğü bile sağlayamamış Osmanlı devleti için milli bir ekonomi oluşturmak ciddi bir seçenek oluşturamadı. Zaten devlet harcamalarının yüksekliği ve oluşan açıklar, devlete vergiler ve dış borç dışında finanse edilebilecek bir alternatif bırakmamıştır. Bu vergilerin başında da “aşar” vergisi gelmekteydi. Bu vergi köylünün ürettiği tarımsal artığın devlet tarafından el konulması anlamına gelmekte, bu şekilde tüketim finansmanında kullanılmaktaydı. Zaten bu verginin toplanması bile devlet tarafından yapılamadığı için zaman içinde bu yetki “mültezimlere” verilmiş (yani özelleştirilmiş) ve böylece kamunun borç finansmanının bir parçası haline gelmiştir. Bu koşullarda sermaye birikimi gerçekleştirmenin imkânı kalmamıştır. Sermaye birikiminin olmadığı yerde ekonomi yönetiminin amacı günü kurtarmak hâline gelmiştir. Sonuç olarak bırakın köylülerin fakirleşmesini tüm ülkenin fakirleşmesi gerçekleşmiştir. Vergilerle el konulan tarımsal artık tüketime, oradan da yurtdışına gitmiştir. Tarıma dayalı Osmanlı ekonomisinde herhangi bir sermaye birikim modeli ortaya konulamamış, kapsamlı bir kalkınma çabası için gerekli kaynak biriktirilememiştir. Bu da devletin kendi insanına refah üretecek bir konuma gelmesinin önüne geçmiştir. Bunun bilincinde olan Cumhuriyet kadrolarının ekonomide sermaye birikiminin yegâne kaynağı olabilecek tarım üzerindeki ağır vergilerin kaldırması yerinde bir hareket olmuştur. Bu kararla aynı zamanda ülkenin kalkınması için gerekli sermayenin nasıl ve kimlerin eliyle biriktirileceğine de karar verilmiş oldu. Özel kesimi dışlamayan ve köylünün ürettiği katma değerin yine kendi eliyle biriktirilmesine olanak sağlayan bir tercih olmuştur bu. Şimdi kıssadan hisse çıkarmalı. Konu kuruluş yıllarına gitmesine rağmen bugün için de son derecede kritik sonuçları var. Öncelikle vatandaşı için refah üretmeye mecbur olan modern devletlerde bu refahı üretecek bir sermaye birikimi sürecinin açık ve net bir şekilde belirlenip, tanımlanması lazım. Cumhuriyeti kuranlar bu konuda açık bir tercihte bulunmuşlar. Sorun bugün ülkemizdeki siyasetin nasıl bir birikim sürecini tercih ettiklerinin aynı açıklıkla bilinememesidir.
Umudumuz yaşadığımız geçiş sürecinin uzun sürmemesi, tanımlanmış bir sermaye birikim modeli olmadan geçireceğimiz sürenin maliyetlerin de çok fazla olmamasıdır.
Ülkemizdeki mevcut yönetim şeklinin ve bunu kullanan iktidarın topluma sunacağı refah umudu kalmamıştır. Bunun en temel nedeni iktidarın artık bir birikim modeline sahip olmamasıdır. Ama çok daha endişe verici olan, muhalefetin de bu konuda kamuoyuna çok net mesajlar vermekte yetersiz kalmasıdır. Bugünün Türkiye’sinde makroiktisadi dengesizliklerin giderilmesi elbette tüm siyasi aktörler bakımında öncelik taşıyan bir konudur. Ama en az onun kadar önemli olan topluma sürdürülebilir refah sağlayacak bir birikim modelin oluşturulmasıdır. Mevcut kurumsal düzlem veri iken ve kalkınmanın hala ana ekseninde sanayileşme yer alırken, geleceği inşa etmesi gereken siyasilerin sanayi sermayesi ile nasıl ilişki kurmayı düşündüğünün belirlemesi ve buna bağlı bir birikim modelinin ortaya koyması önemlidir. Refah elde edebilmenin yolu üretimden geçmektedir. Bu üretim ise değerin ana kaynağı olmaya devam ediyor günümüzde. Ancak değişmiş olan bu değerin üretiminde rol alacak emek ve sermaye arasındaki ayrışmanın sınırlarının geçmişteki kadar net ve keskin sınırlar olmamasıdır. Sermaye geçmişe göre daha bireysel bir nitelik kazanırken, fiziki sermayenin yerini büyük ölçüde beşerî sermaye birikimi almaya başlamıştır. Beşerî sermayenin verimliliği ve yarattığı katma değerin boyutu günümüzde bazı ülkelerin GSYH’sinden daha fazladır.  En azından siyasilerimiz geleceğin üretim modelleri bakımından sermaye içindeki bu dönüşümü dikkate alıp, ülkenin kaynak kullanım tercihlerini buna göre gerçekleştirecek üretim modellerini ortaya koymaları gerekir. Bu değişim bugünden yarına olacak bir dönüşüm olmayacak, maalesef belli bir zaman zamanın geçmesi gerekecektir. Ama unutmamak gerekir ki siyaset vatandaşa refah üretmek zorunda. Bu yetmez. Aynı zamanda bu refahı nasıl üreteceğini de kamuoyu ile paylaşması gerekir. Bu refahın sürekliliği ise ülkenin sermaye birikimiyle mümkündür. Umudumuz yaşadığımız geçiş sürecinin uzun sürmemesi, tanımlanmış bir sermaye birikim modeli olmadan geçireceğimiz sürenin maliyetlerin de çok fazla olmamasıdır.