Buzullardaki erimeyi yeni öğrenmedi dünya. The New York Times gazetesinin 1900 yılından itibaren konuyla ilgili haberlerinde bir gezinti yaptım. 30 Mayıs 1947 tarihli haberi anlamlı ve “güncel” buldum.
Loading...
ABD’nin Kaliforniya eyaleti
üç yıldır ağır bir kuraklıkla karşı karşıya. Bu nedenle, 1 Haziran 2022 itibarıyla
su kullanımına sınırlamalar getirildi. Sulak alanlardaki kuruma tehlike sınırını aşmış durumda.
Kaliforniya bir ülke olsa, Hindistan ve İngiltere’nin önünde yer alarak
dünyanın 5. büyük ekonomisi olabilecek bir eyalet. Böyle bir ekonomi, susuzluk nedeniyle
tarım ekonomisinde son derece ciddi sorunlar ile karşı karşıya. Kaliforniya’nın bazı göllerinde ve nehirlerinde bazı balık türlerinin yok olmak üzere olduğuna dair haberler okumaktayız.
İklim değişikliği dünyanın farklı bölgelerinde farklı koşullarda hissediliyor. Dünyanın bazı bölgelerinde aşırı soğuklar yaşanırken, başka bölgelerinde aşırı sıcaklar yaşanıyor. Ancak, sorunun temelinde küresel ısınma var. Zira, küresel ortalama sıcaklık yükseliyor.
Küresel ısınmaya karşı tedbirler kapsamında amaç, endüstri devrimlerinden önceki küresel ortalama sıcaklığa göre artışı
1.5°C ile sınırlı tutabilmek. Bazı bilimsel çalışmalar artışı bu sınırda tutmanın
çok zor olduğunu anlatıyor.
Isınmanın yarattığı olumsuz sonuçlardan önemli biri mercan resiflerinde görülüyor. Mercan resifleri,
çok hücreli deniz canlılarının 1/3’ine ev sahipliği yapıyor. Çalışmalar, 1980’den bu yana mercan resiflerinin %30’u ila %50’si arasındaki bir bölümünün sulardaki ısı artışı nedeniyle yok olduğunu ortaya koyuyor. Yani, deniz canlılarının önemli bir bölümünün yaşam kaynağı yok oluyor.
Çevreyle ilgili her sorunu küresel iklim değişikliğiyle ilişkilendirmek ne kadar mümkün? Bunun cevabı iklimle ilgili bilim insanlarında. Ancak, okuduklarımdan anladığım, cevabın çok karmaşık olduğu.
İklim değişikliği ve etkileriyle ilgili bilimsel çalışmalar Birleşmiş Milletler de dahil olmak üzere çok sayıda bilimsel nitelikli ulusal ve uluslararası kurum tarafından
raporlanıyor.
İklim değişikliğinin en önemli etkilerinden biri kuzey kutbundaki buzulların erimesi olarak karşımıza çıkıyor. Erimenin bir sonucu olarak, kuzey kutbunun sahip olduğu petrol ve doğal gaz rezervleri üzerinde Norveç, Rusya, İsveç, Finlandiya, İzlanda, ABD, Kanada ve Grönland’ın sahibi olarak Danimarka
hak iddia ediyor. İklim değişikliğinin ana nedeni olan fosil bazlı enerji kaynaklarını denizin derinliklerinden ekonomik çıkar elde etmek için çıkarmanın peşindeler.
Buzullardaki erimeyi yeni öğrenmedi dünya. The New York Times gazetesinin 1900 yılından itibaren konuyla ilgili haberlerinde bir gezinti yaptım. Bugünün haberlerine en yakın benzerlik taşıyan haberlerden birine 30 Mayıs 1947 tarihinde rastladım. Benim bulduğumdan daha kapsamlı haberler de belki vardır. Ama, 30 Mayıs 1947 tarihli haberi anlamlı ve “güncel” buldum.
Stockholm Üniversitesi’nden coğrafyacı
Hans Ahlmann kuzey kutbundaki buzulların eriyor olduğunu ve bunun ciddi bir uluslararası sorun olduğunu belirtiyor. 1900’den itibaren kuzey kutbundaki ortalama hava sıcaklığının 10°F arttığını dile getiriyor. Buzulların erimesiyle deniz seviyelerinin yükseleceğini anlatıyor. Deniz seviyelerindeki yükselmenin aynı hızla devam etmesi halinde yıkıcı etkiler taşıyacağını ve düşük rakımlı ülkelerin kıyılarının sular altında kalacağını vurguluyor.
Ahlmann, Batı Afrika bölgesindeki bazı küçük göllerin yok olduğunu, biraz daha büyük olanların ise kurumakta olduğunu anlatıyor. Viktoria Gölü gibi kıyıları Uganda, Kenya ve Tanzanya’da yer alan büyüklükteki bir gölün seviye kaybı yaşadığını dile getiriyor. Konuyla ilgili uluslararası bir kurumun oluşturulması gerektiğini “acil” uyarısı ile belirtiyor.
Kuzey kutbuna kıyısı olan Spitsbergen açıklarında, 1910’da sadece 3 ay deniz araçlarıyla gezilebiliyorken, 1947’de süre 10 aya çıkmış. Yani, denizin buzulla kaplı olduğu süre azalmış.
Ahlmann’ın kutupların erimesi hakkında anlattıklarını bir başka bilim insanının ağzından 2022 itibarıyla alıntılanmış gibi yazsak, öyle zannediyorum ki kimse 30 Mayıs 1947 tarihli bir gazete haberinin tarihinin değiştirildiğini anlamazdı.
Ahlmann’ın anlattıklarını herhangi bir başka bilim insanının ağzından 2022 itibarıyla alıntılanmış gibi yazsak, öyle zannediyorum ki kimse 30 Mayıs 1947 tarihli bir gazete haberinin tarihinin değiştirildiğini anlamazdı. Haberin içeriğinin bilimsel veriler dışında 2022’ye ait bir iklim değişikliği haberinden hiç farkı yok.
Fosil bazlı enerji kaynakları ile kazanç elde eden bazı şirketlerin küresel iklim değişikliğinden 1970’lerde
haberleri olduğunu ispatlı olarak
çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Çok daha önce de haberleri olmuş olabilir.
Dünya, iklim değişikliği ile mücadele etmeye çalışıyor. Mücadele etmek isteyen kuruluşların önünde engeller var. Bu engellerin başında iklimle ilgili düzenlemelere karşı
lobi faaliyetleri yürüten fosil bazlı enerji kaynakları ile çalışan enerji şirketleri var. ABD’de, hisse senedi piyasasının ilk 5’inde yer alan enerji şirketlerinin lobi faaliyetlerine yılda harcadıkları para $200 milyon düzeyinde.
Toplumsal bilinç çevre konusunda hayati öneme sahip. ABD vatandaşlarının 2/3’si hükümetin iklim konusunda daha fazla çaba harcaması gerektiğini
düşünüyor. Bu genel düşüncenin altına inildiğinde, ideoloji ve sınıf farklılıkları ile karşılaşılıyor. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler hem parti kadroları, hem de seçmenleri itibarıyla iklim değişikliği konusuna çok farklı bakıyorlar. İklim değişikliğinin insan faaliyetlerinden kaynaklanan bir sonuç olup olmadığı sorusuna Demokratlar %72 ile insan faaliyetleri kaynaklı derken, Cumhuriyetçiler sadece %22 oranı ile insan faaliyetleri kaynaklı diyor.
İktisadın ve sosyolojinin bakış açısından çevre konusunun sınıfsal sorun boyutu ile ele alınmasının büyük önemi var. Zira, uluslararası düzeyde fakir ülkeler zenginlerin çöpünü ekonomik gerekçelerle
satın alıyor. Ulusal düzeyde, çevreye ve insan sağlığına zararlı tesisler genelde azınlıkların ve/veya düşük gelir gruplarının yaşadıkları semtlerde kuruluyor.
Los Angeles’in Latin Amerikalılar’ı barındıran semtleri bu durumun örneklerinden. Toplum, bu yaşadıklarına
“çevresel ırkçılık” olarak bakıyor.
Türkiye, son yıllarda sayısız çevre felaketi ile karşı karşıya kaldı. Marmara Denizi’nde müsilaj, Akdeniz’in ve Ege’nin
talan edilen kıyı şeritleri,
Ergene Nehri, v.s. Çevre, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik düzene bakış açısının aynası. Ancak, bazı ülkeler ağır da olsa toplumsal bilinci belli bir seviyeye taşımayı başarmış durumda.
Türkiye’de iklim değişikliği ile ilgili bir bakanlık var: Türkiye Cumhuriyeti Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı. Bakanlığın teşkilat şemasına girince, İklim Değişikliği Başkanlığı başlığı ile bir bağlantı çıkıyor karşınıza. İklim değişikliğine karşı Türkiye’nin neler yapmakta olduğunu öğrenmek istiyorsunuz. Basıyorsunuz bağlantıya ve karşınıza yine
teşkilat şeması çıkıyor. Bakanlığın adında iklim değişikliği geçiyor mu? Geçiyor. İklim değişikliğinden sorumlu bir başkanlık var mı? Var. İçinde ne var? Boş!
Özel not: Bu yazı, çevre uzmanı bir doğa bilimcisi ya da bir çevre ekonomisti tarafından yazılmadı. Çevre konusunun hiçbir alanında uzmanlığım yok. Ancak, bir dünya vatandaşı olarak çevre ile ilgili duyarlılık taşımak zorundayım. Toplumsal bilince öncelikle kendimi bilinçlendirerek katkı sunmak zorundayım. Bu yazı, bu bilinci yakalamaya ve canlı tutmaya çalışan biri tarafından yazılmıştır. Nehirlerin, balıkların, ağaçların, yoksul insanların, kuşların toplumsal bilinçsizliğe tahammülü ve zamanı kalmadı.