İkinci Yüzyıla Çağrı ya da  Türkiye’nin yeniden tanımlanması

Abone Ol
Devlet, yeniden yapılanırken, üretim ilişkileri değişirken, yeni tanımını üç kavramsal noktaya dayandırmalı: özgürlük, adalet ve sürdürülebilirlik. Bu üç kavrama sıkı sıkıya bağlı devlet, kapsayıcı, güçlü bir devlet olacaktır. Siyaset, fikirlerin uygulama alanıdır. Fikirler ne kadar değerli olursa olsun, ancak verimli bir siyaset ortamında toplumsal fayda sağlar. Siyasetin başarısı, yaratabildiği toplumsal mutabakatın gücüyle doğru orantılıdır. Siyasetin yönetim beceriksizliği her sistemi ideolojisinden bağımsız olarak çökertebilir. Sistem, kapitalizm de olsa, sosyalizm de olsa, başka bir şey de olsa. Tarih, bu dersi veriyor bize. Türkiye, uzun bir süre sonra ilk kez İkinci Yüzyıla Çağrı Çalıştayı ile yapısal bir dönüşümü konuştu. Yapısal dönüşümün küresel boyutuyla ele alınması özellikle önemliydi. Bundan sonra, çalıştayda ortaya çıkan fikirlerin altılı masa çerçevesinde nasıl bir siyasi organizasyonla uygulamaya dönüşeceğinin planını izleyeceğiz. Çalıştay, Türkiye’nin en ücra köşesine ulaşacak bir nitelik taşımıyordu. Bunun nedenlerine ve çalıştayın tarzı ile ilgili konulara değinmeyeceğim. Bu konulara değinmeme nedenim, bu konuları önemsiz bulmam değil. Türkiye’nin gelecekte kendisini küresel değişimlerle beraber nasıl tanımlayacağına karar vermesi gerekiyor. Çalıştay, bunu amaçladı. Türkiye, birbiriyle iki ayrı yöne giden eğilimleri oylayacak. Türkiye, bir yol ayrımında. Türkiye, siyasetin toplumsal faydası konusunda geleneksel olarak başarısızdır. Son 20 yılda oluşan toplumsal mutabakat, bir ülkenin “bir kişinin yönetimi altına girmesi” sonucunu doğurmuştur. Toplum, gelinen bu noktadan memnun mudur? Önce, nereden nereye geldiğimizi özetleyelim. Ardından, küresel gelişmeleri dikkate almadan planlanması imkânsız bir Türkiye geleceğini çalıştay ekseninde değerlendirelim. Türkiye ve her ülke geleceğini her zaman küresel değişimler çerçevesinde planlamalıdır. Ancak, dünyanın hemen hemen 40 yıl sonra ulaştığı bir yol ayrımı bulunuyor. Türkiye’nin yol ayrımı da bu küresel yol ayrımına denk geldi. Bu nedenle, seçmenin vereceği karar küresel değişimler çerçevesinde her zamankinden daha önemli. Fikirsel tohumları 1970’lerde atılan ve 1980’lerden itibaren siyasi yansıma bulan neoliberal politikalar dünyayı perişan etti. Küreselleşme kavramı çerçevesinde şekillenen neoliberalizm, finans kapitalin hızla yayıldığı bir süreci beraberinde getirdi. Kısa vadeli sermaye, yani hisse senedi, bono, vb. finansal enstrümanlara yapılan yatırımlarla hızla coğrafya değiştiren fonlar özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde denge bozucu etkiler yarattı. Finansal mühendislik adıyla pazarlanan finansal ürünlerin gelişmiş ülkelerde yarattığı dengesizlik de Büyük Depresyon (1929) sonrasında dünyanın gördüğü en ağır krizle, Büyük Resesyon (2008) ile sonuçlandı. Neoliberal politikalar, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerden gelen kısa vadeli sermayeye bağımlılıklarını artırdı. Ekonomik gelişmelerdeki olumsuzluklar artan eşitsizlikler yarattı ve bunun siyasi yansımaları oldu. Eşitsizlik söylemine yaslanan popülist siyasetçiler çok sayıda ülkeyi demokrasiden giderek uzaklaştırmaya başladı. Türkiye de bu gelişmelerden nasibini aldı. 1990’larda hızlanan küreselleşme ile ulus devletin bittiği düşünülüyordu. Dünya bugün küreselleşme, yani “globalizasyon” değil, “glokalizasyon” kavramına odaklanıyor. Yani, “küreselleşmiş bir dünyada” yerel olanın son 40 yıla göre daha öneminin arttığını vurgulayan bir kavrama sarılıyor. Bu noktada, üretim ilişkilerinin değişimi “devlet” kavramının yeniden tanımlanması gerektiği bir döneme işaret ediyor. Neoliberalizmden yorgun bir dünya devletin yeniden tanımlanmasını zorunlu kılıyor. Türkiye bu tanımlamada nasıl ve nerede yer alacak? Türkiye, AKP’nin ilk yıllarında, neoliberal dünyanın yarattığı kısa vadeli sermaye akışından önemli ölçüde faydalandı. Dünyada likidite boldu. Ancak, bu şekilde Türkiye kısa vadeli yabancı sermayeye bağımlılığını artırdı. O yıllarda bazı iktisatçılar o günlerin sürdürülebilir olmadığını ifade ettiğimizde, “çağa ayak uyduramamakla” suçlandık. Bizler için sürdürülebilirlik kavramı, bir ülkeden söz ediyor olduğumuza göre, birkaç 10 yıllık süreçleri kapsıyordu. Bizler, Türkiye’deki siyaset müessesesi gibi kısa vadeli ya da birkaç senelik bakamazdık gelişmelere.
Eğitim, sonuçları çok uzun vadede alınacak bir çalışma süreci. Ancak, iyi eğitimin uygulamaya dönüşmesi için endüstriyel dönüşüm şart. Bu dönüşümün de çalıştayda vurgulandığını gördük.
AKP’nin ilk yıllarında Türkiye’ye uzun vadeli sermaye, yani doğrudan yatırım da geliyordu. Ancak, o yatırımların niteliğini eleştirmekteydik. Gelen uzun vadeli sermaye, Türkiye’de yaratılmış ve büyütülmüş olan kuruluşları satın alıyordu. Yeni istihdam yaratan, yeni teknolojiler getiren, sıfırdan yeni tesisler kuran ya da olmayan kuruluşları yaratan doğrudan yatırımlar değildi bunlar. Sonuç ne oldu? Yüksek enflasyonun yarattığı gelir dengesizliğinde satın alma gücü her gün eriyen bir Türkiye. İthalat yapmadan büyümesi mümkün olmayan ve bu nedenle tarihi rekorlar kıran dış ticaret açıkları ile baş başa kalan bir Türkiye. Çalıştayı dinlerken, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını elde etmesi ve dönüşen küresel dengeler karşısında kendisinin de dönüşmesi adına neler söyleneceğine dikkat kesildim. Bu anlamda, Selin Sayek Böke’nin konuşması çarpıcıydı. Böyle çarpıcı bir konuşmayı bir siyasetçinin yapmasının ayrı bir önemi var. Siyaset, fikirlerin uygulama alanıdır.
  • Türkiye’de ve küresel ekonomide eşitsizlikler gündem başlığı iken fırsat eşitliğine, kapsayıcılığa ve adil iktisadi bölüşüme vurgu yapıldı.
  • Sigortasız kadınların ekonomik güvenliğinin sağlanacağı anlatıldı.
  • Aile desteği sigortası, sosyal hizmetlere erişimde eşitlik, halka ait kaynakların halkın kullanımına sunulması çerçevesinde sosyal adaletten söz edildi.
  • Kamu yararının esas alınacağı ve bu çerçevede güvenceli ve kaliteli istihdam, teknolojik gelişmeler sağlanması ve çevreci politikalarla uyumlu bir sanayi dönüşümünden söz edildi.
  • Sanayide dönüşüm için eğitimde yetenek inşasının zorunluluğuna vurgu yapıldı.
  • Tarım ve hayvancılığı unutmuş Türkiye için model çiftliklerden ve bilimsel nitelikli tarımın hayata geçirilmesinden söz edildi.
Yukarıdaki maddelerin hepsi “kalkınma” anlatıyor. Nitekim, Türkiye’nin ihtiyacı olan kalkınmadır. Kalkınma, dinamik bir kavram olarak düşünülmelidir. Kalkınmanın geleneklerinin yaratılması büyümenin de devamlılığını sağlar. Yukarıdaki maddeler, aynı zamanda sosyal adalet ve sosyal yönü güçlenen bir devlet modelini ifade ediyor.
Türkiyenin yeni bir vizyonla kısa vadeli sermaye çekmesi muhtemeldir. Ancak, bu fonların ancak uzun vadeli sanayi dönüşümüne geçerken kullanılması fayda sağlar.
Eğitim, sonuçları çok uzun vadede alınacak bir çalışma süreci. Ancak, iyi eğitimin uygulamaya dönüşmesi için endüstriyel dönüşüm şart. Bu dönüşümün de çalıştayda vurgulandığını gördük. Bugün, neredeyse sadece montaj yapan Türk sanayiinin iyi üniversitelerinden mezun mühendislerinin araştırma geliştirme departmanlarında çalışanları sadece “uygulama adaptasyonuna yönelik” faaliyetteler. Basit anlatımla, yeni şeyler yaratmak yerine, “vida sıkmakla” meşguller. Ülkeler iklim krizinin yol açtığı sosyal adaletsizlikleri göz önünde bulundurarak büyümek zorunda. Toplumların dezavantajlı kesimleri iklim krizinin yol açtığı yıkımlarla perişan oluyor. Pakistan’ın 1/3’ü iklim krizi nedeniyle sular altında kalırken, bu sorunların Türkiye’nin de başına gelebileceğini Türkiye’nin dezavantajlı kesimleri bilmiyor. Bu nedenle, yeni iş alanlarının temiz enerjilerin inşası ile oluşturulması gerektiği vurgusunun defalarca yapılması da önemliydi. Çalıştayın içeriğini neoliberal politikaların devamı olarak görenler ve eleştirenler oldu. Eleştirilerin bir bölümünün konuşmacı tercihlerinden kaynaklandığını gördüm. Bu konuda şüphe uyandırıcı bulduğum nokta, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözlerinde yatıyor. CHP’nin iktidara gelmesi halinde, ilk 3 yılda en az $100 milyarlık doğrudan yatırımın, $75 milyarlık emeklilik fonlarının ve $150 milyarlık sürdürülebilirlik fonlarının Türkiye’ye akacağından söz etti. Açıklama, kafamda bazı soru işaretleri oluşturdu. Doğrudan yatırımın niteliği ve kalitesi ne olacak? AKP’nin yukarıda değindiğim doğrudan yatırımları gibi olmayacağını umuyorum. Emeklilik fonları ve sürdürülebilirlik fonları hangi yatırımlara, nasıl yönlendirilecek? Buradan, kısa vadeli sermaye girişlerinin de olacağı bir kaynak girişi olduğunu anlıyorum. Türkiye’nin yeni bir vizyonla kısa vadeli sermaye çekmesi muhtemeldir. Ancak, bu fonların ancak uzun vadeli sanayi dönüşümüne geçerken kullanılması fayda sağlar. Bu fonların girişine “bağımlılığı süren” bir Türkiye’nin kalkınması ve neoliberalizmden kaçabilmesi mümkün değildir. Usul, esastan üstündür. Usul, siyasettir. Uygulama, siyasettedir. Siyasi kültürü verimsiz, uzlaşmacı olmayan, toplumsal faydası asgari düzeye inmiş bir yapıda fikirler nasıl uygulama bulacak? Yani, siyaset müessesesinin kültürünün değişmesi, çalıştayda anlatılanlar kadar ve bugün için çok daha önemli. Devlet, yeniden yapılanırken, üretim ilişkileri değişirken, yeni tanımını üç kavramsal noktaya dayandırmalı: özgürlük, adalet ve sürdürülebilirlik. Bu üç kavrama sıkı sıkıya bağlı devlet, kapsayıcı, güçlü bir devlet olacaktır ve toplumu güçlendirdiği ölçüde güç bulacaktır.