İkinci yüzyıl demokrasi yüzyılı olabilir mi?
İkinci yüzyılına adım attığımız Cumhuriyetin kuruluş sürecinin öncesine ve sonrasına bakın; her adımı planlanmış, her evresi programlı ve örgütlü bir tarih görürsünüz.
Cumhuriyetin 100. Yılını geride bıraktık; artık ikinci yüzyıldayız.
29 Ekim gününe Kırklareli’nde başladım; Ankara’da tamamladım. Uçakta anons edildiğinde yabancı uyruklular hariç herkesin coşkuyla alkışladığını gördüm. Akşamüzeri yapılan yürüyüş ile gittiğim Anıtkabir’deki öyle bir kalabalık vardı ki adım atmak olanaksızdı.
Kuruluş yüzyılının toplumda nasıl bir karşılık bulduğunun işaretlerinden birisidir Atatürk sevgisi ama asıl önemli olan bu hassasiyetin belirli tarihsel dönemeçlerde yükseldiğidir.
Önceki rekor, 10 Kasım 2013 tarihine ait; o zaman, 1 milyon 89 bin 615 kişinin ziyaret ettiği Anıtkabir'i bu kez 1 milyon 185 bin civarında insanın ziyaret etmiş. Cumhuriyetin yüzüncü yıldönümü olan 29 Ekim günü rekor kırılmış!
Öyle anlaşılıyor ki kundaktaki bebekten yürüme zorluğu çeken engelli ve yaşlılara kadar herkesi dahil etsek dahi her beş Ankaralıdan birinin toplamını ifade ediyor bu sayı.
TARİHİ KALABALIKLAR BİR AVANTAJ MI?
Her iki tarihsel dönemecin özel anlamları var; 2013’de, gezi eylemleri belirlemişti süreci ve süreç 2014 seçimleriyle tamamlanmıştı. Bu kez de Cumhuriyetin yüzüncü yılı nedeniyle yükselen hassasiyet 2024 yerel seçimlerinin öngünleriyle birleşince rekor kırılmış oldu.
Cumhuriyet ve kurucusunun toplum nezdinde, bu düzeyde bir kabul görmesi, Atatürk’ün, “iki büyük eserimden biri” olarak tanımladığı Cumhuriyet Halk Partisi açısından bir avantaj oluşturur mu?
Bu sorunun yanıtı, hem evet hem de hayırdır.
Önce Şadi Şirazi’den bir mesel anlatalım.
Gündelik hayatını sürdürebilmenin derdindedir çaylak. Daha çok akbabalardan artan yiyeceklerle karnını doyurur. Bu nedenle akbabalarla yakın temastadırlar.
Gene böyle bir gün, çaylağın teki, uzağı iyi görmekle övünen akbabanın biriyle hasbıhal ediyormuş.
“Ne kadar uzağı görebiliyorsun?” diye sormuş çaylak.
Övünecek fırsat ayağına gelen akbaba, hiç tereddütsüz cevap vermiş:
“En uzağı görürüm; benim üstüme kimseyi tanımam”.
Belli ki acemi değilmiş çaylak, “lafla olmaz, kanıtlamanı isterim” diye bam teline basmış Akbabanın.
Burnundan kıl aldırır mı akbaba? “Şu uçsuz bucaksız ovanın tam orta yerinde bir buğday tanesi görüyorum” diyerek karşılık vermiş.
Karnını doyurma arayışında olan çaylağın canına minnet; “inip görelim o halde” diyerek, önde akbaba, ardından çaylak, denilen yere gelmişler.
Çaylak, muhtemel ki tehlikenin farkında; akbaba ise hiçbir şey yokmuş gibi buğday tanesine doğru hamle yaparken, avcının tuzağına yakalanmış.
Kendi kendine, “tam zamanı, bu fırsatı kaçıramam” demiş çaylak ve hemen söze girmiş:
“Sen, düşmanın tuzağını fark edemedikten sonra uzak noktadaki buğday tanesini görsen ne fayda görmesen ne fayda?”…
UZAK GÖRÜŞLÜ OLMAK YETER Mİ?
Gelelim sorumuzun cevabına…
O mahşeri kalabalık, 14-28 Mayıs’ta beklenenin aksine iktidarı alamamış CHP’nin potansiyel tabanıdır ve CHP, uzak görüşlülüğüyle yaşanan gerçek arasındaki illiyet bağını kurabilirse sorunun cevabı evettir.
4-5 Kasım günlerinde yapılacak CHP Kurultayı açısından kulaklara küpe olacak bir meseldir bu.
Gerçeği tespit etmek ve yorumlamak yetmez; onu değiştirmektir aslolan. Asıl soru, örneğin emeklilere reva görülen ücreti sefalet ücreti olduğunu; en azından asgari ücret düzeyine çıkartılması ve bayramlarda 15’er bin TL bayram ikramiyesi verilmesi gerektiğini vaat ettiğinde, vaadinin alıcı bulmamasıdır.
Neden?
Çünkü CHP, normal koşullarda kitle tabanı olabilecek emekliler, emekçiler, işsizler, kadınlar, gençler ve yaşlılarla iktidarın belirlemiş olduğu ideolojik iklim aracılığıyla temas etmektedir. İktidarın oluşturduğu ideolojik iklime ve hegemonik söyleme itiraz etmez ve o çerçeveye bağlı kalınarak siyaset yapılırsa iktidarın algısını pekiştirmekten başka bir şey yapmamış olursunuz.
Zira sıradan insanlar daldaki kuşa öykünürler ama günün sonunda eldeki kuşun daldaki kuştan daha kıymetli olduğuna inanırlar.
Bu algının değişmesi, iktidar tarafından oluşturulan ideolojik iklimin değişmesine, hegemonik söylemin tersyüz edilmesine ve kitlelerin kendi gerçekliğiyle yüzleştirilmesine bağlıdır.
Algıyı doğru yöneltmek, kitlelere ayna tutmayı gerektirir.
Ayna ile kitleleri yüzleştirmek ise örgütlü olmaktan ve elbette örgütlenmekten geçer.
AŞK DAHİ ÖRGÜTLENMEKSE…
Hayat, örgütlenmektir aslında.
Bir planınız, bir programınız, daha da önemlisi bunları gerçekleştirecek bir iradeniz yoksa siz başkasının mandası yani bağımlısı olursunuz.
Örgütlü olmak, bağımsız olmanın ön koşuludur.
İkinci yüzyılına adım attığımız Cumhuriyetin kuruluş sürecinin öncesine ve sonrasına bakın; her adımı planlanmış, her evresi programlı ve örgütlü bir tarih görürsünüz.
Mustafa Kemal, sırtındaki askeri üniformayı çıkartıp atacak cesaretini o örgütlülükten alır.
İkinci yüzyılında Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmanın başkaca da yolu görünmüyor.
Gelelim hayatın daha renkli tarafına; sizin de aklınıza Ece Ayhan’ın dizeleri geliyor mu?
“Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler.”
Düşünelim!
Peki o şiirin son dizesi nasıldı?
O da şöyle:
“Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?”
Sorular, bizi gerçeğe; gerçek bizi aydınlığa götürür. İkinci yüzyılı, demokrasi yüzyılı yapmanın başka da bir yolu yoktur.
Mevzu budur, “abiler” ve dahi “ablalar”…