İçsel para arzı yaklaşımı üzerine tartışmalar III: Faiz kuralı

Abone Ol
Geçen hafta tatil için ara verdiğim içsel para üzerine olan yazı dizisinin sonuncusunu bu yazımda kaleme alacağım. Bu yazım için ana başlık faiz kuralı olacaktır.

Loading...

Geçen hafta tatil için ara verdiğim içsel para üzerine olan yazı dizisinin sonuncusunu bu yazımda kaleme alacağım. Bu yazım için ana başlık faiz kuralı olacaktır. Konunun Türkiye ekonomisi boyutu ise kur sistemi tartışmalarını ve kur-enflasyon geçişkenliği üzerinden olacaktır. Öncelikle şunu söylemekte yarar var; Merkez bankaları çok farklı kanallarla ekonomiyi etkilemektedirler. Bu kabul edebileceğimiz bir gerçekliktir. Yani para politikasını önemsiz bulmuyorum. Örneğin Merkez bankası faiz oranı ile piyasa faiz oranları arasındaki ilişki, parasal aktarım mekanizmasının en önemli kanallarından birisidir. Kısa vadeli faiz oranı merkez bankalarının en önemli politika aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum neo Keynesyen-Monetarist yeni uzlaşı için de post Keynesyen bakış içinde geçerlidir. Öte yandan ilk iki yazımda da belirttiğim gibi para politikası ile ilgili literatürde merkez bankasının kendi faiz oranını dışsal olarak belirleyerek piyasa faiz oranlarını etkilediği; Ya da piyasa güçlerinin etkisiyle faiz oranını içsel olarak belirlediği yönündeki tartışma önemini korumaktadır. PK’ya göre bu tartışmanın cevapları açıktır. Yani; para arzı içseldir, kredi, mevduat yaratır. Rezervler (likidite) bankaların talebi üzerine merkez bankaları tarafından arz edilir. Dolayısıyla rezervler için faiz oranı, merkez bankaları tarafından dışsal olarak belirlenmektedir. Sonuçta yani krediler geri ödendiğinde ise yaratılan para yok olmaktadır. Yeni Uzlaşı ise Taylor Kuralı (kuralımsı) üzerinden para arzını ve politika faizini model içinde içsel olarak tanımlamakta. Bankacılık sistemini aracı kurum olarak görerek post Keynesyenlerden ayrışmaktadırlar. Öte yandan onlara göre, Taylor Kuralına bağlı olarak merkez bankasının politika faizini dışsal olarak belirlemesi bir kafa karışıklığı yaratmaktadır. Oysa Taylor Kuralına göre merkez bankası politika faizini makroekonomik koşullara bağlı olarak belirlediğinden (model içinde) içseldir. Dolayısıyla böyle bir kafa karışıklığı post Keynesyenler için değil Ortodokslar ya da neo Keynesyen/Monetarist sentez için geçerlidir. Gerçekten de böyledir. Bu ayrımın politika tepkilerinde farklılığa yol açtığını kavramakta zorluk çekmektedirler. Nitekim geçen hafta düzenlenen Türkiye Ekonomi Kurumu tarafından düzenlenen kongrede Fatih Özatay hoca kendisine sorduğum bu yöndeki soruya karşılık; ben merkez bankasında iken bankaları arıyorduk ne kadar ihtiyacınız var diyorduk demişti. Yani bizim merkez bankası para yaratımında bankalara eşlik eder ifademizin pratik halini uyguladıkları yönünde cevap vermişti. Ne var bu kadar tartışacak biz de para arzı içseldir diyoruz diyerek eklemişti. Sonrasında farklılığı açıklamam sunumun süresi ve diğer başka söz almak isteyenlere söz hakkı nedeniyle imkân dâhilinde olmamıştı ancak İlhan Döğüş bu tartışmadan bağımsız olarak sosyal medya paylaşımları ile bir bakıma benim vermek istediğim cevaplarımı vermişti oldu. Cevapları ve linki aşağıda paylaşıyorum: “Paranın nasıl yaratıldığına dair yaklaşımınız yanlışsa, para ile ölçülen malların değerindeki değişime (enflasyona) yaklaşımınız doğru olabilir mi? Faizin nasıl belirlendiğine dair yaklaşımınız da geçersiz. O halde enflasyon ile faiz arasında kurduğunuz ilişki doğru olabilir mi?” “Velhasıl, "niye bu kadar önemsiyorsunuz ki?" dediğiniz paranın icselligini (yoktan yaratılmasını) kavrarsanız; hem iktisadi meseleleri ve olguları daha iyi kavrarsınız- tahminlerinizde bu kadar yanılmazsınız, hem de insanların çoğunluğunun lehine politikalar önerebilir olursunuz”. İlhan’ın bahsettiği bu kavrayış söylediği gibi politika tercihinizin emekten yanı mı yoksa sermayeden yana mı olduğunu da belirlemektedir. Bu bilinçli bir tercih olabileceği gibi bilgi eksikliğinin bir sonucu da olabilmektedir. Meseleyi Türkiye ekonomisi için ele aldığımız da ise para politikası üzerinde birkaç baskının olduğunu söylemekte yarar görüyorum. Türkiye ekonomisinin 2010-2014 dönemi yoğun yabancı sermaye hareketlerine maruz kaldığı, üretimin dışa bağımlılığının arttığı dolayısıyla finansal olmayan özel kesim kaynaklı dışsal baskının yoğunlaştığı bir dönemdir. 2018 kur şoku sonrası uygulanan politikalarla özel kesim döviz borcunun kamu tarafına geçtiği, 2022 kur şoku ile birlikte ise KKM ve türevleri vasıtasıyla hane halkı / ya da yurt içi yerleşikler diyelim bunlardan kaynaklı bankaların döviz yükümlülüklerinin, risklerin kamu tarafından üstlenildiği bir döneme girilmiştir. Ekonomisi bu kadar dolarize olmuş bir ülkede para politikasının etkin çalışmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu konuda daha önce yazdığım “İmkansız Üçlem ve Politikanın Bağımsızlığı” başlıklı yazımın tekrar okunmasını tavsiye ediyorum. Şırası kesin; Ekonomisi dolarize olmuş, yükümlülük dolariasyonu yüksek bir ekonomide bağımsız para politikası uygulamak yani merkez bankasının politika faizini küresel faizden (Fed faiz politikasından diyelim) bağımsız olarak belirleyebileceğini söylemek çok iyimser olacaktır. Ancak bu böyle diye de Türkiye’nin makroekonomik kırılganlığını faiz indirimlerine bağlamak meseleyi 2017 ve sonrasındaki politika hataları ile açıklamakta oldukça yanlış bir bakış açısıdır. Sorunların başlangıcını Türkiye’nin gittikçe kapitalistleştiği ve sermaye hareketlerine daha açık hale geldiği 2003 yılından, hatta daha geriye giderek, memleket ekonomisini “Washington Uzlaşının” kararlarına teslim ettiğimiz 24 Ocak 1980 kararlarından ve/veya sermaye hareketlerine kontrolsüz biçimde kapıyı açtığımız 1989 konvertibilitesinden başlatabilmeliyiz. Öz olarak ise sermaye hareketlerinin bu denli kontrolsüz olması bağımsız para politikası için en önemli sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, yukarıda belirttiğim biçimde özellikle KKM ile bütçe açıklarının arttığı ve bunun enflasyon yarattığı yönündeki Ortodoks iktisatçıların açıklamaları da para yaratımı, üretim ve bölüşüm ilişkilerini ters kavramaktan ve kâr – fiyat spiralini görmezden gelmekten kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla fiyat spirallerinin önüne geçmek için para politikasının tek başına yetersizliği ortadadır. Açıktır ki maliye politikası araçları özellikle vergi politikası enflasyonla mücadele de oldukça kullanışlı olacaktır. Burada bizim önerimiz, aşırı kârların vergilendirilmesi ve bölüşüm temelli olarak, servet-rant vergilerinin uygulamaya sokulmasıdır. Diğer yandan Taylor Kuralı fonksiyonel ilişişine dayalı enflasyon hedeflemesi rejimine de karşıyız. Öncelikle enflasyon tek başına para politikası ile baş edilebilecek bir sorun olmadığından. İkincisi Taylor Kuralı mekanizmasının gerçekte olanı açıklayamadığından ve bankaların para yaratma rolünü ters kavradığından karşı çıkmaktayız. Ayrıca enflasyon hedeflemesi istihdamı baskılayarak işsizlik yaratarak ücret baskı üzerinden des-enflasyon stratejisi uygulamaktadır. Bu açıkça emek aleyhine bir politika uygulamasıdır ve bundan dolayı da kabul etmiyoruz. Aşağıdaki ilk grafikte görüldüğü gibi TCMB hiçbir dönem enflasyon hedeflemesi stratejisi ile hiçbir dönem orta vade hedefi ( %5) yakalayamamıştır. Sadece kriz dönemlerinde (2009) bu orana biraz yaklaşmıştır. Bununla beraber işsizlik oranı (geniş işsizlik) hiçbir dönem %10 düzeyin altına düşmemiştir. İkinci grafikte de sanayinin kapasite kullanım oranları ile enflasyon ilişkisi gösterilmektedir. Açıkça düşük kapasite kullanımı (%70-80) talep enflasyonu olmadığını ve Türkiye’deki enflasyonun bölüşüm, istihdam üretim kaynaklı yani yapısal olduğunu ortaya koymaktadır. Daha açık olarak Selva Demiralp hocanın önerdiği gibi “talebi öldürerek” enflasyonu düşüremeye kalkarsak çok daha derin sorunlara ve yoksullaşmaya neden olabiliriz. Şimdi gelelim peki enflasyon hedeflemesini ya da Taylor Kuralını ret ettiğimize göre yerine ne öneriyoruz sorusunun cevabına. Bu konu karışık. Ancak bizim gibi dışa bağımlılığı yüksek bir ekonomide politika merkezinde maliye politikası olmalıdır ve para politikası ona eşlik etmelidir. Para politikası bağımsızlığı açısından ise kontrolsüz sermaye hareketlerine dur demek gerekmektedir. Yine de uygulanabilecek faiz kuralı konusunda birkaç öneri var. Tartışamaya açıktır elbette. Post Keynesyen faiz kuralı önerilerini iki temel başlık altında toplayabiliriz: Birincisi gelir dağılımını referans alan politika faizini faiz kuralına sabitleyen öneriler. Bunlara tam faiz kuralı diyebiliriz. Diğeri ise çıktı açığını referans alan ve “kuralımsı” diyebileceğimiz aktif para politikası önerileridir. Ateşoğlu (2007) tarafından önerilen, nominal faizi oranını tam istihdam sağlamaya yönelik uyarlayan yaklaşım, Palley (2007) tarafından dile getirilen nominal faiz oranını hedef enflasyonu minimum işsizlik oranında sağlamaya yönelik (enflasyon hedeflemesi) öneri, Tilly (2007, 2009) da dile getirilen nominal faizin düşük reel faiz verecek biçimde yatırımları artırıcı, finansal riskleri azaltıcı biçimde belirlenmesine yönelik öneri nominal faizlere dayalı olarak ikinci grupta yer almaktadır. Yine ikinci grupta yer alan ama reel faizi esas alan öneriler olarak; Fontana and Palacio- Vera (2003, 2007) de ifade edilen enflasyon hedefi aştığında reel faizlerin düşürülmesine yönelik (verimlilik artışı sağlamak için) öneri ve Sawyer (2007) de açıklanan verimlilik artışı için esnek doğru oran (fair rate) biçimde reel faiz oranı belirlenmesine yönelik öneriler sıralanabilir. Birinci grupta yani bölüşüm temelli öneriler ise; Wray (2007) tarafından dile getirilen kısa dönem nominal faizin belirlenmesine dayalı ve “Kansas City Rule” olarak ifade edebileceğimiz öneridir. Bu öneri merkez bankasının politika faizini sıfır düzeyinde park etmesine dayanmaktadır. Bu gruptaki diğer öneri ise uzun dönem reel faizleri belirlemek üzere Pasinetti-Lavoie Kuralı, Lavoie (1999), Pasinetti (1981) çalışmalarına dayanmaktadır. Bu öneride politika faiz oranı reel faizin emek verimlilik oranı artışına bağlı belirlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Yani reel faiz oranı = emek verimlilik artışı biçimde olmalıdır. Türkiye gibi emek yoğun ekonomi elbette bir dönüşüme kamu yatırımları öncülüğünde teknoloji yoğun üretim yapısına geçmelidir. Bu yine elbette dış ticaret kompozisyonu değiştirici biçimde olmalıdır. Bu süreçte sermaye kontrolleri aşamalı olarak uygulanmalıdır. Merkez bankası hazinenin kasası ve bankaların bankası olarak finansal istikrara odaklı olmalıdır. Faiz kuralı olarak da “Pasinetti-Lavoie Kuralı” doğru bir tercih olabilir. Tartışmaya açıktır. Bu konudaki ilgili literatürü aşağıda paylaşıyorum. Özellikle doktora tez konusu arayan iktisat öğrencileri için rehber olabilecek nitelikte bir tartışmayı gündeme getirdiğimi düşünmekteyim. Grafik 1. Enflasyon Hedef ve Gerçekleşmeler (2006-2022). Grafik 2. Enflasyon Gerçekleşmeler ve Kapasite Kullanım Oranları (Sağ Eksen) --- İlgili Linkler: Baki Demirel ilgili yazısı: https://www.politikyol.com/imkansiz-ucleme-ve-politikanin-bagimsizligi/ İlhan Döğüs sosyal medya yorumları: https://twitter.com/ilhandogus/status/1566856844605259776 https://twitter.com/ilhandogus/status/1566861027597291527 Literatür Ek: Atesoglu, H.S. (2007), “The neutral rate of interest and a new monetary policy rule”, Journal of Post Keynesian Economics. Fontana, G. and Palacio- Vera, A. (2003), “Is there an active role for monetary policy in the endogenous money approach?”, Journal of Economic Issues. Fontana, G. and Palacio- Vera, A. (2007), “Are long- run price stability and shortrun output stabilization all that monetary policy can aim for?”, Metroeconomica. Lavoie, M. (1999), “Fair rates of interest and Post- Keynesian economics: the Canadian case”, University of Ottawa. Pasinetti, L. (1981), Structural Change and Economic Growth, Cambridge: Cambridge University Press. Sawyer, M. (2007), “Seeking to reformulate macroeconomic policies”, paper presented at the 3rd bi- annual conference of the CEMF: “Post Keynesian Principles of Economic Policy”, University of Burgundy, Dijon, December. Tily, G. (2007), Keynes’s General Theory, the Rate of Interest and “Keynesian” Economics, Basingstoke: Palgrave Macmillan. Tily, G. (2009), “The General Theory and monetary policy – investment versus infl ation”, Intervention. Wray, R. (2007), “A Post Keynesian view of central bank independence, policy targets, and the rules versus discretion debate”, Journal of Post Keynesian Economics.