2017’de yayımlanan “Çare Başkanlık mı?” kitabında bugün yaşananları öngören hukukçu Ece Güner Toprak, “Başarabiliriz: Demokratik Bir Anayasa Önerisi” kitabını anlattı. Toprak, "Bu sistem iptal edilmeden, demokratik bir anayasa ve yönetim anlayışına dönmeden kalıcı ve esaslı düzelme sağlanamaz" dedi. Yeni kitabı hakkında Cumhuriyet'ten İpek Özbey'e konuşan Toprak şunları söyledi: - Kitabınızın önsözünde “Ben bu kitabı, çocuğuna çikolata alamayan anne-baba için yazdım” diyorsunuz. Demokratik bir anayasayla ilgisini açar mısınız? Çok uzun yıllardır ilk defa milyonlarca vatandaşımız temel gıdaları almakta dahi zorlanıyor. Bu durum beni kahrediyor, vicdanımı sızlatıyor. Elbette ki aşılama yaygınlaşınca, iş yerleri açılınca göreceli bir düzelme yaşayacağız ancak maalesef kalıcı, esaslı bir düzelme olmayacak. Bugün her alanda yaşadığımız derin kriz, salgının çok ötesinde bir krizdir. 2019 sonu, salgın daha dünyada yokken, “başkanlık” sistemine geçişten 3 yıldan az bir sürede paramız yarı yarıya değer kaybetmişti, ayrıca neredeyse 8 milyon işsizimiz vardı. Bu krizin temel sebebi, demokrasiden uzaklaşmamızdır, bu yüzden krizin çözümü de demokratik bir anayasa ve yönetim anlayışıdır. Rakamlar doğruyu söyler: 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra fiilen, 2017 sonrası ise resmi olarak bu “sisteme” geçtik, ortalama kişi başı gelirimiz 12,600 dolardan, 8,600 dolara düştü. Üstelik bu sadece bir ortalamadır; en kırılgan kesimler işsizliğin ve hayat pahalılığının etkisiyle çok daha fazla fakirleşti. - Yoksullaşmanın sebebi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi mi? Evet öyle. Avrupa geçen yıl bizim kadar salgından etkilendi, ancak Avrupa’da 2020’de ortalama enflasyon %1’di. Hayat pahalılığının temel sebebi paramızın değer kaybıdır: Üretim maliyetlerimizin esaslı bir kısmı döviz endeksli, bu yüzden paramız bu kadar değer kaybedince tüm fiyatlar katlandı. Fakirleşmenin ikinci temel sebebi işsizliktir: Yatırım gelmezse nasıl iş yaratılacak? Ülkemizde toplam sermaye birikimi benzer ülkelere göre çok sığ, bu yüzden büyük işsizlik sorununu azaltmak için sermaye yatırımı gelmeli. Ayrıca, Türk Lirası bu kadar değer kaybedip enflasyon artınca, faizler de mecburen artırılıyor, bu kadar yüksek faiz ortamında da özel sektörün yatırım yapması imkansızlaşıyor. Tüm bu sonuçların temel kaynağı, güven vermeyen sistemdir. Demokratik olmayan, çağdaş dünyada benzeri bulunmayan, temel güçler ayrılığı ve denge-denetim sistemlerini kurmayan, yargı bağımsızlığını zedeleyen, tüm gücü tek bir makamda toplayan, devletin kurumsal yapısını zayıflatan, öngörülebilirliği zedeleyen bir sistem kimseye güven vermedi. Paramızdan uzaklaşma başladı, yatırımlar da kesildi. Bu sistem iptal edilmeden, demokratik bir anayasa ve yönetim anlayışına dönmeden kalıcı ve esaslı düzelme sağlanamaz, ülkemiz ve milletimiz potansiyelini gerçekleştiremez. Şu an iktidar dünyadaki en yüksek faizlerden birini ödeyerek, borçlanarak günü kurtarıyor, ancak gelecek için fatura her gün kabarıyor. - Aslında siz 2017’de yayımlanan ‘Çare Başkanlık mı?’ kitabınızda bugün yaşananları öngördünüz. Yani atamalar sistemiyle Merkez Bankası başkanlığı konusunda güvence kalmayacağını, seçim olmadan gelecek rektörleri, kararnamelerle yönetileceğimizi ve daha fazlasını. Bugün de diyorsunuz ki, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine son vermeden düzelme olmaz... Şimdi ne yapmak gerekiyor? Yeni “sistemde” devlette, Merkez Bankası’nda, bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumlarda (BDDK, EPDK, SPK, vb.), TÜİK, diplomaside (büyükelçiler) ve akademide (rektörler); tüm atamaları tek bir kişi yapıyor, üstelik tüm liyakat kriterleri, seçim sistemleri (rektörler), istişare sistemleri (“üçlü karar/kararname”, bakanlar kurulu kararları ile atamalar) da iptal edildi. Dediğiniz gibi, Şubat 2017’de öngördüğüm üzere bunun sonucunda tüm devletimizin kurumsal yapısı zayıfladı, en birikimli kişiler değil, “en yakın kişiler” atandı. Bir ülkenin güçlü kurumsal yapısı gerçek istikrar ve öngörülebilirlik sağlar, ayrıca yolsuzluğu da azaltır; birikimli ve kaliteli yöneticiler yolsuzluğa izin vermez. Sistemdeki tüm gücün sahibi ve partisinin de genel başkanı olan bir Cumhurbaşkanı ile Meclis’in kendini geri çekeceğini, ülkemizin artık büyük ölçüde kararnamelerle yönetileceğini anlatmıştım, bu da gerçekleşti. Tek bir kişinin çıkardığı kararnamelerle ülke yönetimi, istişare ve öngörülebilirliği yok ediyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin temel yapısı yanlış: Tüm gücü bir makamda topluyor. Yüzyılların anayasal gelişmelerini hiçe sayıp, güçler ayrılığını değil, güçler birliğini tesis ediyor. Bu yüzden “sistem” tamamen iptal edilmeden hiçbir reform işe yaramaz: Tüm güç yapısal olarak bir merkezde toplandığında, “kuralsızlık dönemi” başlıyor. Bugün de görüyoruz, anayasamızın var olan demokratik hükümleri dahi uygulanmıyor. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’nden “çıkış” anayasamızın açık ve net hükümlerine aykırı şekilde yapılmıştır, hukuken geçersizdir. Hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler, “güzel maddeler yazarak” sağlanamaz; güçler ayrılığı ve denge-denetim mekanizmaları ile sağlanır ve korunur. Demokratik bir yönetim sistemi kurulmadan, ekonomide, adalette, özgürlüklerde, kalıcı düzelme olmaz. Güçlendirilmiş Parlamenter sistemi savunuyorum. 21. Yüzyıl’ın tüm anayasal ilerlemelerinden faydalanan, çoğulcu, istikrar üreten halkın yüzde 100’ünü temsil eden tek organ olan parlamentonun gerçekten güçlü ve etkin olduğu, yargı bağımsızlığı ve güvenilirliğini yapısal olarak tesis eden, temel hak ve özgürlüklerin güçlendirildiği bir sistem. Bir anayasa her sorunu halletmek zorunda değildir, ancak demokrasinin gelişmesine, tüm kesimlerin, tüm görüşlerin bir arada yaşamasını sağlayacak ortak demokratik paydayı kurmalıdır. - Bizim başkanlık sistemi dünyada kimselerinkine benzemiyor. Başarısızlıkta bu benzemezlik ne kadar etkili? Bilinen, asırlardır denenmiş ve geliştirilmiş anayasal sistemlerin dengesiyle oynarsanız, sonuç felaket olur. Her anayasal sistemin kendi içinde dengesi ve mantığı vardır. Başkanlık sisteminde tüm yürütme gücü bir kişide toplandığından, katı güçler ayrılığı ve denge-denetim mekanizmaları hayati önem taşır. Başkanlık sistemi olsun ama katı güçler ayrılığı olmasın; Cumhurbaşkanı Meclis’i seçime gönderebilsin ve partisinin genel başkanı olabilsin, yargıya ilişkin çok kapsamlı yetkileri olsun, atama kararlarına ilişkin parlamento denetimi olmasın, bütçe hakkı konusunda son söz parlamentodan alınsın dediğiniz an, demokrasiden çıkarsınız. Mevcut sistem hukuken bir başkanlık sistemidir ancak demokratik başkanlık sistemlerinin şartlarına uymuyor. Çağdaş demokratik başkanlık sistemlerinde bizdekine benzer bir sistem yok. Kaldı ki, başkanlık sistemi ABD hariç hiçbir ülkede başarı sağlamamıştır: İstatistiklere göre parlamenter sisteme göre iki misli istikrarsızlık üretmiştir. Dünyada insani gelişmişlik sıralamasında ilk 20 ülkenin 19’u parlamenter sistemle yönetiliyor. - İktidar yine bir anayasa tartışması başlattı… Kanaatimce iktidar tarafından bu söylemin başlatılmasında temel hedef, ağır ekonomik krizin sebebinin 2017 “başkanlık sistemi” olmadığını, 1982’den kalan maddelerin olduğuna toplumu ikna etme çabasıdır: Hedef şaşırtmadır. “Sivil anayasa” elbette ki doğru bir ideal. 1982 Anayasası maddelerinin yüzde 70’i değişime uğradı, elbette ki halen iyileştirilecek çok madde var, ancak, iktidar mevcut anayasamızın var olan demokratik hükümlerini, Anayasa Mahkemesinin özgürlükçü içtihatlarını dahi uygulatmıyor. İktidarın son yıllarda yaptığı her uygulama, anayasal ilkelerimizden daha az demokratiktir: Bu yüzden bu söylemi inandırıcı bulmuyorum. Dünyada, uzun süreli ve otoriter iktidarlar anayasa reformu yaptığında her zaman iktidarlarının süresini uzatmak ve iktidarlarını güçlendirmek için yapmışlardır: Rusya’nın 2020 anayasa reformu bunun en tipik örneğidir. Kanaatimce bu meselede esas hedefler; Cumhurbaşkanının dönem kısıtlamasını kaldırmak, belki yüzde 50.1 hedefinden kurtulmak (“önde gelen kazanır” türü önerilerle), Anayasa Mahkemesinin gücünü azaltmak veya üye sayısını artırarak kontrolü tam sağlamak yönünde olabilir. Ayrıca, Yüksek Seçim Kurulu aracılığıyla, iktidar, seçim çevrelerini yeniden düzenlemeyi amaçlayabilir (anayasa tadili gerektirmiyor); daha dar bölgelerle, doğal “seçim çevresi barajları” yaratır ve çevre sınırları ile de oynayarak ince seçim mühendisliği yapabilir. Ayrıca, size şaşırtıcı gelebilir ama ülke çapında seçim barajının düşürülmesi ile (ki barajın düşürülmesi elbette doğru bir reformdur) kanaatimce, iktidar, seçmenlerin birçok küçük muhalefet partisine daha fazla yönelmesini ve bu partilerin “kıl payı” baraj altında kalmalarını hedefleyebilir: Rusya’da iktidar bu yöntemi uyguluyor. Son genel seçimlerde, 11 küçük parti baraj altında kaldı ve bu şekilde Putin’in partisi 110 milyon kayıtlı seçmenden, sadece 28 milyonun oyunu alarak Duma’da sandalyelerin yüzde 74’üne sahip oldu. Bizim sistemde de baraj altında çok oy kalırsa, önde gelen partiye TBMM’de esaslı oranda sandalye ekliyor. 2002’de birçok parti baraj altında kalınca, AK Parti oyların yüzde 34’ü ile TBMM’de sandalyelerin yüzde 66’sını elde etmişti. Barajın düşürülmesi bir yasayla yapılabilir, anayasa tadili gerektirmiyor. - Peki bugün anayasa tartışması için gereken demokratik ortam var mı? Bugün anayasa tartışması için gerekli demokratik ortam maalesef yok: Parti genel başkanlarına, siyasetçilere, gazetecilere sokak ortasında saldırılar düzenleniyor, failler birkaç gün sonra serbest bırakılıyor. Muhalif gazeteciler, kanaat önderleri, sosyal medya kullanıcıları vatandaşlar aleyhine yargı süreçleri başlatılıyor, vs. Basın ve ifade özgürlüğünün tam işlemediği bir ortamda sağlıklı bir anayasa tartışması ve reformu yapılamaz. Gelecek seçimlerde iki farklı anayasa vizyonu yarışacaktır; halkın vereceği yetki sonrası (yetki o yönde olursa) gerçekten demokratik bir anayasa reformu yapılır. TBMM 360 VEKİLLE ERKEN SEÇİM KARARI ALMADIKÇA ERDOĞAN 3. KEZ ADAY OLAMAZ! - Cumhurbaşkanının dönem sınırlaması çok konuşuluyor. Bu konuda farklı görüşler var… Meclis 360 Milletvekili ile erken seçim kararı almadıkça Cumhurbaşkanı 3. kez aday olamaz. Anayasamızdaki kural son derece net, açık, genel (“bir kimse”) ve Meclis’in erken seçim kararı hariç bu kurala başka bir istisna öngörmüyor. Anayasa tadilinin yürürlük maddesine göre de sadece anayasada yapılan “değişiklikler” için 2018 sonrası yürürlüğe giriş öngörülüyor, oysa Cumhurbaşkanının halk tarafından seçimi ve 2 dönem sınırlaması daha önce de anayasamızda aynen vardı, bu konuda değişiklik yapılmadı. Kitabımda bu hususu daha ayrıntılı izah ediyorum. - Bir sözünüz var, onu açmanızı isterim: Yanlış bir başkanlık sisteminden, yanlış bir parlamenter sisteme geçmemeliyiz diyorsunuz. Pek çok siyasi parti kendi programını açıkladı. Size göre hatalı programlar mıydı? Şunu kastediyorum: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde en büyük güç cumhurbaşkanlığı makamında, bu yüzden yüzde 50.1’e ulaşmak en önemli hedef. İktidar, yüzde 50.1 hedefinden kurtulmak için, gelecek aylarda, anket sonuçlarına göre, parlamenter sisteme dönüşü dahi konuşmaya başlayabilir. Parlamenter sistemde esas güç parlamento çoğunluğundadır ve seçim sistemimizde, yeterince oy baraj altında kalırsa, yüzde 35-40’la bile bir parti iktidar olabilir. Parlamenter sisteme dönüş her halükarda mevcut sisteme göre bir ilerleme sağlar ancak kesinlikle yeterli değildir. Örneğin, Hakimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin atama şekli parlamenter sistemin kurucu bir unsuru değildir. Parlamenter sisteme dönüp, HSK üyelerinin tamamının, örneğin, parlamento çoğunluğu tarafından atanmasını öngörürseniz, yargının iktidardan bağımsızlığını sağlayamazsınız. Parlamenter sisteme dönmüş olursunuz ancak yine demokratik bir sistem oluşmaz. Kitabımı yazarken hiçbir siyasi partinin önerilerini ve programlarını okumadım: Önerilerimde zihnen bağımsız ve objektif kalabilmek için, benim için önemli bir kuraldı. Önerilerim bir siyasi partinin önerileri değil, bağımsız bir hukukçunun önerileridir, “mutlak doğrular” değil, sadece toplumsal beyin fırtınasına bir katkı sunmak için yazılmıştır. Son günlerde, CHP ve İyi Parti bazı temel ilkeler açıkladı, bunları okudum ve kanaatimce hepsi doğru temel ilkelerdir. Zaten kanaatimce, parlamenter demokrasiye dönüşü savunan partiler, seçime doğru, sadece 10-15 temel ilkede anlaşmalı (bir tür “mutabakat beyannamesi” şeklinde), ayrıntılar seçimden sonra konuşulur ve kolayca hayata geçirilir. Özetle, şu an partiler kanaatimce doğru yolda ve doğru yöntemi izliyor. Önerilerim ayrıntılı (640 sayfa) ama bağımsız bir hukukçu olarak böyle bir özgürlüğüm vardı, ayrıca çoğu konuda alternatifleri de yazdım, mukayeseli hukuktan örnekler de verdim: Bu çalışmayı bir nevi “kaynak” olarak düşündüm. Üzerinde geniş uzlaşı sağlanabilecek, “makul”, öneriler yapmaya gayret ettim. Umarım seçimlerden sonra yapılacak bir anayasa reformuna fayda sağlayan bir çalışma olur. "İLK DÖRT MADDE TARTIŞILAMAZ” - İlk 4 madde tartışılmalı mı? İlk 4 madde esasında Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri, bazı yazı farklılıklarıyla, var olan ilkeler bütünüdür. Bu maddeler özünde; devletin şeklinin cumhuriyet olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, soysal bir hukuk devleti olduğunu, bölünmez bütünlüğü, resmi dilin Türkçe ve başkentin Ankara olduğunu düzenliyor. Maddelerin özü bu temel ilkelerdir ve kanaatimce bu ilkeler halen ülkemizdeki temel “toplumsal mutabakatı” temsil etmektedir. Bu ilkeler son derece hayati ilkelerdir ve maddelerin tartışmaya açılmaları öngörülemez riskler yaratabilir. - Dar veya daraltılmış bölge sistemi konusunda ne düşünüyorsunuz? Dar bölge bir çoğunluk sistemidir. Daraltılmış bölgeler, esasında mevcut liste usulü nispi sistemimiz, ancak çevreler esaslı ölçüde daraltılırsa çoğunluk sistemine benzer sonuçlara yol açacaktır. Sonuçta bu iki uygulamada da bazı nüanslarla, çoğunluk sistemine yakın sonuçlar verir, çoğulculuğu azaltır, doğal seçim çevresi barajlarına yol açar. Kitabımda bu sistemlerin yaratabileceği sorunları ayrıntılı ele alıyorum, ancak özetlemek gerekirse, ülkemiz için doğru bulmuyorum. Üstelik yeni seçim çevrelerini (maalesef son yıllarda çok yanlış kararlar veren) Yüksek Seçim Kurulu belirleyecektir ve bu çok büyük çaplı seçim mühendisliğine imkân verecektir. Özellikle de gelecek seçimler öncesi kesinlikle yapılmamalıdır, zaten yapılırsa, yeni seçim yasaları düzenlemeleri ve/veya çevreleri bir yıl içinde yapılacak seçimlere uygulanamaz, uygulanmamalıdır. TÜM KİLİT YETKİLER BİR MAKAMA BAĞLANIYOR - İstanbul ve Ankara’da büyük risk var diyorsunuz... bu riski anlatır mısınız? Ülkemizde yerel yönetimlerle ilgili milletin iradesine saygıda son derece ciddi sorunlar var, reform önerilerimi kitapta izah ediyorum. İstanbul ve Ankara’ya ilişkin bahsettiğim risk ise şudur: Herhangi bir sebeple bir savcı bir soruşturma başlatırsa, İçişleri Bakanı da “tedbir olarak” belediye başkanının soruşturma süresince uzaklaştırılmasına karar verirse, belediye meclisi yeni başkanı seçer. Resmi olarak bu kişi “başkan vekili” olur, ancak çok uzun sürebilecek bir dönem boyunca fiilen belediyeyi yönetir. İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediye meclisi iktidar partisinin kontrolünde; risk burada… Atanmış bir bakanın, seçilmiş başkanları görevden uzaklaştırma hakkı bir demokraside kabul edilemez, üstelik nihai bir yargı kararı dahi olmadan. Ayrıca, son yıllarda, çeşitli yasalarla, özellikle büyükşehirlerde tüm kilit yetkiler, yerelden merkeze (özellikle de Cumhurbaşkanına) aktarıldı. Güçlü yerel yönetimler, bir demokrasinin olmazsa olmaz şartıdır, iktidardan farklı düşünen vatandaşlar için de en azından “mahalli müşterek ihtiyaçlar” konusunda bir “nefes alanı” sağlar. Oysa, şu an ülkemizde tam tersi yapılmaktadır. Her alanda olduğu gibi burada da tüm kilit yetkiler bir makama bağlanıyor. - Ve tabii ki gündemin en sıcak gelişmesi... Parti kapatmalar... Bugün Anayasa Mahkemesi HDP'nin kapatılması istemiyle hazırlanan iddianamenin ilk incelemesini tamamladı ve iddianame kabul edildi. Bundan sonra ne olur? Bir kere şunu söylemeliyim, kitabımın yoğunluğu yüzünden iddianameyi okuyamadım, dosyanın somut içeriğine hâkim değilim, bu yüzden bir hukukçu olarak sadece ilkeler temelinde konuşabilirim. 1995, 2001 ve 2010’da anayasamızda, siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştırmak için önemli reformlar yapıldı: Kanaatimce bu konuda doğru reformlardı. Siyasi partiler demokrasinin “olmazsa olmaz” unsurlarıdır, halkta var olan görüşlerin ifadesidir. Tüm görüşlere katılmayabiliriz ancak bu görüşler barışçıl bir yöntemle ifade ediliyorsa ve görüşün kendisi de demokrasiyi tehdit etmiyorsa, demokratik bir toplumda ifade edilebilmelidir. AK Parti de Anayasa Mahkemesi önünde, 2008’de (kendi) savunmasında, bu hususlara uzunca vurgu yapmıştır. 1982 Anayasası süresince, 19 siyasi parti kapatılmıştır; kapatılan siyasi partilerin devamı niteliğinde (aynı siyasi çizgideki) partiler, hep oylarını artırmıştır. Özetle, parti kapatılması, “hedeflenen sonuçları” sağlamamıştır, tepkisel oyları artırmıştır. Ayrıca uluslararası alanda önemli bir mağduriyet platformu yaratabiliyor, bu da terörle mücadeleyi zorlaştırıyor. AİHM ve AYM kararları kapatma için gerekli çerçeveyi çizmiştir, özetle: Demokrasiye açık ve yakın bir tehdit varsa veya teröre destek varsa, bunlar somut delillerle destekleniyorsa (AİHM’in kapatılma için “ivedi toplumsal ihtiyaç” kriteri). Anayasa Mahkemesi, dosyayı, objektif ve “demokratik toplum gereklerine uygun” şekilde, hiçbir baskı altında kalmadan, somut delillere göre değerlendirmelidir. Öngörüm, partinin kapatılmayacağı ancak Hazine yardımının kesilmesi ihtimal dahilinde olabilir (dosyayı görmediğim için sadece bir tahmindir). Ülkemizde şu an tehlikeli bir boyutta olan gerginlik ve kutuplaşma azaltılmalıdır. Toplumsal barış çok hayati, toplumsal barış tüm vicdanlı insanların isteğidir: Her türlü şiddet ve nefret diline, şiddete, teröre ve bölücü teröre karşı herkes net duruş sergilemelidir. - Kitapta HSK ile ilgili önerileriniz de var... Kısaca sıralar mısınız? Bu haliyle nasıl bir handikap yaratıyor? 2017 sonrası yapılan değişiklik ile, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinin 6’sı Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor, 7’si de Meclis tarafından. Meclis tarafından yapılan seçimde uzlaşı sağlandı ancak her halükarda yine birkaç üye iktidar partisi “kontenjanından” seçildi. Bu sistemle, her durumda, iktidar partisi ve genel başkanı, HSK üyelerinin çoğunluğunu seçiyor: HSK’da da neredeyse tüm kilit karalar için çoğunluk oyu yeterlidir. Bu atama sistemi demokratik değildir ve yargı bağımsızlığını korumuyor. Üstelik HSK başkanı olan Adalet Bakanı, HSK’da çok kritik yetkilere sahip. Bu sistemin son yıllarda sonucunu gördük: Yargı siyasallaştı, iktidarın etkisi arttı ve bunun sonucu tüm temel hak ve özgürlükler geriledi, hukuk devleti geriledi. Doğru yargı reformu, HSK reformu ile başlamak zorundadır, yapısal olmalıdır. Şu an Meclis’te görüşülen paketler, sorunun kaynağını çözmüyor. Üstelik bir yandan “yargı reformu” denilirken bir yandan yeni gerilemeler kaydediliyor: Geçen hafta yapılan yasa tadiliyle, savcıların soruşturma yetkileri üzerinde kontrol artırıldı. Düşünün ki şu an ülkemizde korkunç yolsuzluk ve suç iddiaları ortaya atılıyor; doğrudur veya değildir bilmiyoruz, ancak eleştirel bir tweet için bile soruşturma başlatan yargı, bu vahim iddialara ilişkin tek bir soruşturma dahi başlatmıyor. Sorun, yargı bağımsızlığı sorunudur. Adalet, temel hak ve özgürlüklerin korunması, suç ve yolsuzlukla da mücadele için, gerçek bir yargı reformu en önemli ihtiyacımızdır. Sadece adalet reformu ve temel hak ve özgürlükler reformuna toplamda 200 sayfa ayırdım kitabımda, en önem verdiğim konudur.