“Hız arttıkça özgürlük azalır”

Abone Ol
Hız ve Politika’da şöyle der: “Hız arttıkça özgürlük azalır.” Bugün ne kadar da doğru diye haklılık payı vereceğimiz bu vecizenin teknolojinin şimdiki kadar “hızlı” olmadığı bir çağda yazılmış olması insanı ayrıca etkiliyor. Malum, hız ülkemiz için de öyle bir obsesyon haline geldi ki, hatırlarsınız “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi"ne geçiş tartışmalarında AKP kurmayları ve ideologları yeni sistemi överken devamlı “hız” olgusuna vurgu yapıyordu. Sistemin daha hızlı olacağı ve yönetenlerin daha hızlı karar alabileceği neredeyse en önemli argümandı malum sistemin savunucuları için. HIZ HEP İYİ MİDİR? Peki “hız” her daim olumlu bir yan mı taşır? Türkiye toplumu ve aydınları için hız olgusunun hep olumlu bir manası olmuştur. Çünkü Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için mutlak suretle  yakalanması gereken refah düzeyleri ve gelişmiş batılı devlet örnekleri vardır. Ancak, onları hızlıca yakalamak için hızlı ve “demokratik” olmayan kararlarla mı yönetilmeliyiz? Bu içinde yaşadığımız toplumun düşünce dünyasındaki paradokslardan biri oldu her zaman. Halbuki, Paul Virilio hız meselesini müreffeh toplumları odak noktasına alarak eleştirmeye başlamıştı. Modern kent yaşamı, hız üzerine kurulu ve her gelen yeni teknolojik atılım yaşamımızı daha hızlı kılmak adına yapılıyor. Politikanın hızdan azade olması düşünülemez. Politika da yoğun bir şekilde hızdan etkileniyor. Tam da bu yüzden,  Batı demokrasileri bizdekinin aksine siyasi karar mekanizmalarında yavaşlatıcı öğeleri öne çıkarmaya çalışıyor. Öte taraftan, hayat bu denli hızlı aktıkça gündem de hızlıca değişiyor. Hele gazeteler ve dergiler gibi geleneksel matbu neşriyatın yerini, kendisini anbean yeniden kurgulayan yeni medyaya bırakmaya başlaması gündemin hızlıca değişmesine daha da büyük etki ediyor. Bu denli hızın, bir de uzun vadede yarattığı kayıtsızlık ve hissizlik gibi yansımaları oluyor. Etkisi uzun vadede hissedilecek olan en kötü arıza da budur diyebiliriz yeni toplumlar için. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki günümüz insanları her sarsıcı hadiseyi korkutucu bir hissizlikle karşılıyor. Gerçeklik kayboluyor ya da gerçeklik “mana”sını yitiriyor. Post-yapısalcı düşünürlerden Jean Baudrillard, Simülarklar ve Simülasyon çalışmasında şu sarih cümlesiyle açıklıyordu: “Her geçen gün daha çok haber ve bilgiye karşın giderek daha az anlamın üretildiği bir evrende yaşıyoruz.” ZAMANIN RUHU VE PEKER İşte böylesi bir zamanda, bir organize suç örgütü lideri -yahut mafya lideri- Sedat Peker, Youtube’da yayınladığı video silsilesiyle yozlaşmış  devlet aygıtını ve yozlaşmış siyasetçileri ifşa ediyor. Sedat Peker, ifşaatını tam da çağın ruhuna (zeitgeist) uygun şekilde yapıyor, “bir kamera ve bir tripod” ile bir zamanlar kirli işlerini yaptığı siyasetçilerden intikam alıyor. Bizlerse “ağzımız açık ” ve “normal” koşullarda siyasi iktidarları düşürecek ifşaları izliyor ve analiz ediyoruz. “Ağzı açık kalmak” deyimini bizi çok şaşırtan olaylar sonrasında kullanırız. Bense ilk cümlemde ne yazık ki ironi amacıyla kullandım. Çünkü Sedat Peker’in ifşalarından sonra ne kimsenin ağzı açık kalıyor, ne de kimse hayret ediyor. Bu soğukkanlılığın sebebi toplumun zaten her şeyin farkında olması mı? Tartışılır. Sedat Peker’in ifşaları çoğulukla, 1990’ların ünlü MİT Raporları ve Susurluk hadiseleriyle kıyaslanıyor. 1990’lı yıllarda tıpkı bugünkü gibi, siyasetin kirli yüzü toplumun önüne dökülmüş ve kamuoyunda bugünün aksine sarsıcı bir etki yaratmıştı. Halbuki bugün, tüm medya içeriklerinin birer hızlı tüketim nesnesi haline gelmesiyle Sedat Peker videoları, meşhur bir Netflix dizisiyle aynı muameleyi görüyor. Sosyal medyada Sedat Peker videolarından kimi anlar kırpılarak “mizah” öğeleri haline getiriliyor. Ve birçok sosyal medya kullanıcısı tarafından Peker’in çektiği videolar tıpkı bir Netflix dizisi gibi yorumlanıyor: “Bu bölüm o kadar iyi değildi.” Ekranlarda gördüğümüz, dinlediğimiz bütün kötümser analizler ve yorumlar bir ortak noktada buluşuyor: Gidişatın alternatifsizliği. Sahiden bir alternatif yok mu?