Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olamaz mı?
Oturup bir düşünelim. Nüfusu bizimkinden on beş kat küçük ve kişi başı geliri 52 bin dolar olan bir ülkenin, Finlandiya’nın başarısının ve bizim bir türlü beceremediğimiz şeyin ne olduğunu bulmaya çalışalım.
Başlık 18. yüzyılda yaşayan ünlü bir kimyacı ve bilim adamı Antoine-Laurent de Lavoisier’e aittir. Kendini bilime adadığının en önemli göstergesi, Fransız devrimi sırasında giyotine giderken bile bilime katkı sunmak için arkadaşından istediği bir deneydir. Arkadaşından, idam edildikten sonra sepete düşen başını sepetten almasını ve suratına şiddetli bir tokat atmasını ister. İspat etmek ve göstermek istediği giyotinin hiç de masum bir idam aracı olmadığı, sonucunu asla bilemeyecek olmasına rağmen, bedenden ayrılan başın belirli bir süre daha bilincini korumakta olduğudur. Bu örnek bilime ve topluma katkının herhalde en uç örneğidir. Hayatının son dakikasında bile bu katkıyı sağlama bilincinin tam bir bilim ve toplum aşkıyla yapıldığına şüphe yoktur.
Peki Lavoisier’in söylediği hiç bir şeyin yoktan var edilemeyeceği doğru mudur? İlk bakışta doğru gibi görünse de aslolan her şeye, doğru olarak bildiklerimize bile doğruluğundan şüphe ederek yaklaşmaktır. Bu noktada yoktan var edilebilen bazı şeylerin olabileceğini de tartışmak istiyorum.
Çoğumuz Grigory Petrov tarafından 1923 tarihinde yazılmış “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitabı duymuş ve belki de okumuştur. Yazar Petrov’un çeşitli aralıklarla çıktığı Finlandiya seyahatindeki notlardan oluşan eser 1800’lerin son döneminde Finlandiya halkının içinde bulunduğu durumu, cehaletten kurtulmak için başta Johan Vilhelm Snellman olmak üzere ülkedeki bir avuç Fin aydının verdiği olağanüstü mücadeleyi anlatır. Bu kitabın Türkiye için de çok büyük bir önemi vardır. Atatürk’ün bu kitabın askeri okullarda okutulmasını emrettiği de bilinmektedir.
Kitaptaki mücadele, cehaletten kurtuluşu, birey olmanın ne kadar önemli olduğunu, toplumsal dayanışmanın hayati önemini, kollektif kalkınmanın bir toplumun mutluluğu ve huzuru için en kritik koşul olduğunu gözler önüne serer. İşte tam da bu noktada, yılın neredeyse on ayını karlar ve buzlar altında geçiren, yokluk ve sefaletle boğuşan iki milyonluk bir ülkede, aydınlanma ışığının bir ülkeyi nasıl medeni ve çağdaş bir ülke haline getirdiği ve yoktan bolluk ve bereketin nasıl sağlanabildiğini göstermesi bakımından çok önemlidir.
Şekerleme kralı, yumurta kralı, ayakkabı kralı bu kitapta geçer. Hepsi toplum bilinci ile uğraştıkları işi aşkla yapan kişilerdir. Kitaptaki yumurta kralı Thomas Gulbe pazar yerinde sepetle yumurta satarken, kapı kapı gezerek topladığı yumurtalar ve sonrasında ülke çapında yaptığı dev organizasyonla, yenilikçi yaklaşımları ile büyük bir katma değer yaratmış, İngiltere ve Fransa’da adı duyulmuş bir girişimcidir. Thomas Gulbe bu büyük organizasyonu sadece kendisinin zanginleşmesi için kullanmamıştır. Yaratılan değerin topluma geri dönüşü de Thomas Gulbe için çok önemliydi. Çiftçilerin ve ailelerinin eğitimi, hayat standartlarının artırılması için eğitim programlarının finansmanı satılan yumurtalardan kazanılan paralarla sağlanıyordu. Çiftçilerin görgü ve ufuklarını artırmaları, farklı deneyimler kazanmaları için yapılan yurtdışı gezilerin giderleri de kazanılan bu paralardan sağlanan fonlarla mümkün oluyordu. Kısacası, Thomas Gulbe sadece bir yumurta kralı değil gerçek bir vatanseverdi.
Oturup bir düşünelim. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’den sadece altı yıl önce kurulmuş, Türkiye nüfusundan on beş kat küçük ve kişi başı geliri 2021 rakamları ile 52.000 ABD doları olan bir ülkenin, Finlandiya’nın başarısının ve bizim bir türlü beceremediğimiz şeyin ne olduğunu bulmaya çalışalım.
Her toplum, Lavoisier’e inat yoktan var etmeyi birbirine güvenme, işbirliği yapma ve birbirine kenetlenme ile gerçekleştirir. Bunun yapılabilmesinin ön şartı da ben değil biz bilinci ile bir hayat tarzını ortaya koymakla mümkündür.