PazarPolitik Felsefe

Hiçbir şey üzerine birkaç söz

Abone Ol
İşte hiçbir şey böyle bir şey mi? Bilemiyorum. Ama bazen neyin üzerine yazmayı bilemediğimde aklımın köşesinden geçenler ile aklımdan geçmeyenler beni çok sürüncemede bırakıyor. Bir dönem NBC’de yayınlanan efsanevi diziyi hatırlarsınız. The Seinfeld. Sitcom dizisiydi ve sloganı “hiçbir şey üzerine bir şovdu.” Dünyada pek çok şeyin anlamını yitirdiği ve tarihte her zaman olduğu gibi birilerinin tuzu yokken diğerlerinin tatlı peşinde olduğu dönemlerden birinde yayınlanmıştı. Hiçbir şey üzerineydi çünkü belirli bir mesajı yoktu. Vıcık bir dizi olan The Friends gibi sosyal ilişki saçmalığına gömülmemişti, How I Met Your Mother gibi bir bahçeden bir bahçeye 19. yy Harley Quinn romans atraksiyonlarına girmemişti. Hiçbir şey üzerineydi. Çünkü hiçbir şeyin anlamı yoktu ve her şey üzerine konuşulabilirdi. Ben hiçbir şeyin anlamı olmadığına inananlardan değilim. Ama bu dizi belli bir lüksü de gösteriyordu; bazı problemlerin üzerine konuşmaya değmez. Ya da daha doğrusu o problemler üzerine söylenen şeylerin sıklığı artık bıktırıcı olmaya başlar. Türkiye’de üzerine yazılacak şey bitmez ama mesele Türkiye’de aktüaliteye gelince her zaman bunların bilimsel cevabı vardır. Keşke çözülemeyecek sorunlar olsa, bakınız örnekler: Zamlar, enflasyon, faizler ve saire: İktisat bilimi. PolitikYol’da ya da başka yerlerde yazan, çizen, söyleyen iktisatçı büyüklerimiz dinlense yeter. Bunun bilimi var. Ben niye zamları yazayım zaten? Anlamam da. Check. Kadına şiddet: Rasyonel düşünce, eğitim, sivil toplum inisiyatifi, hukuk. Hepsinin çözümü var. Bakın göz ardı etmiyorum, bunları küçük görmüyorum. Yazmanın anlamı yok. Check. Hukuksuzluk, demokrasi, insan hakları, azınlık hakları, çevre, doğa hakları: Çalışmalar var, binlerce sayfa makaleler, uygulama örnekleri, her yerde cevabı var. Yazmamın yine anlamı yok. Check. Zafer Özdağ, Doğu Perinçek: Mide bulantısı. Check. AKP: İshal. Check. Muhalefet: Ne yaptıklarını bilmiyorum. Bilsem de yazmamın bir anlamı yok. Check. Ya da beynelmilel açılalım biraz, kanatlarımız güneşe yaklaşsın: Rusya-Ukrayna: Savaş işte. Değil Argun Sezer’i, haşmetmeabları, isminin birincisi, Andalların kralı, asrın lideri, Kayser-i Rumi, Cihandâr Recep Tayyip Erdoğan’ı bile dinlemiyor taraflar. Benim yazmamın anlamı yok. Onlar yüceler yücesi Cumhur-u reisimizi dinlemezken benim ne haddime? İşbu sebeplerle bazen hiçbir şey üzerine yazmak düşüyor bana da. Hiçbir şey nedir? ---HİÇBİR ŞEY SPOILER--- Mesela karabatakların bir kan gölünün yirmi bin fersah derinliğindeki denizaltını Seyit Çavuş gibi kaldırıp onu bir sonraki galaksiye kadar uçurduğu bir evren hiç değildir, gerçekten anlamlı bir evren de olabilir. Ama işte hiçtir çünkü keşke olsaydı ama yoktur. Bunun üzerine saatlerce yazabilirim. Bu karabataklar o kan gölüne nasıl gelmişlerdir? Kan gölü nasıl oluşmuştur? Denizaltının orada ne işi gücü, onu atan hangi boreası vardır ki oraya gelmiştir? O kan gölü orada binlerce yıl önce yapılan bir savaştaki devlerin akıttığı kandır; Hardr ve Suodr klanları birbirine o kadar büyük bir şekilde girişmişlerdir ki, onların arasındaki kavgayı nargileciler bile ayıramaz. Türkler bu kavgayı görse “biz böyle savaşamadık, Erlik bizi kahretsin” diye ağlarlar. İşte Hardr ve Suodr kabileleri böyle savaşmışlardı. O savaş o kadar uzun sürmüştü ki insanların ilk uygarlığı kurduğu tarihten bugüne devam etmişti. Her iki düşman da birbirlerine devasa ışın silahlarından, su tabancalarına varana kadar Borgesvari labirentleri kıskandıran savaş gardıroplarına sahip bir çeşitlilikte silahlarla birbirine saldırmıştı. Işın silahlarının bataryaları bitti, menzilli silahlara geçtiler, onlar bitti, ne kadar künt, sivri, düz cisim varsa kafalarını gözlerini kırdılar. Savaş niye çıkmıştı? Çünkü birbirlerini sevmiyorlardı. Aslında bu dördün içinde 2 kere 2 var demek gibi bir cevap oldu ama idare edin; başka analitik önerme yok. Yine de totolojik cevabım belirli bir açıklama yapmaya yeter. Savaş binlerce yıl sürdü dediğim gibi; bu iki klanın kanları aktığında hemen ölmedikleri ve vücutları tekrar kendisini iyileştirebildiği için kanları oluk oluk akabiliyordu. Kan gölü de işte böyle oluştu. Derken oraya bir ülke doğalgaz çıkarmak için sivil bir araştırma denizaltısı gönderdi. Çünkü o ülkenin iktidarı 100 yıl süren Zalon diye bir anlaşmaya imza atmıştı. Bu anlaşmaya göre yüz yıl boyunca doğalgaz çıkarmaları yasaktı ve bu yüzyılın sonuna geliyorlardı. İşte bu sebeple o doğalgazı çıkarmaları gerekiyordu. Onların doğalgaz çıkarmalarını istemeyen dış güçler bu anlaşmanın bitmesine bozuluyordu ama o ülkenin büyük Necaşisi Hot Zot, onlara da haddini bildirmişti. Hot Zot büyük bir adamdı. Hot Zot şahsının emriyle denizaltıyı/denizaltısını/denizaltını (nerede kaynaşıyordu, nasıl kaynaşıyordu bunlar? Ben bu gazetede EDİTÖRÜM ve hâlâ bunu karıştırıyorum, neyse) gönderdi. Denizaltının kel kaptanı Hede Hödö ve onun mehteran takımı haftalar boyunca kan gölünün altında doğalgaz ararken buldukları tek şey maymunlar oldu. Çünkü onlar bir kan pıhtısından yaratılmışlardı. Denizaltının kullanma kılavuzunda bir yerlerde de “biz sizi kan pıhtısından yarattık” diyordu ama nerede diyordu hiçbir denizaltı görevlisi bunu hatırlayamadı. İnanılmaz bir gelişmeydi bu. Maymunları alıp gitmeleri gerekiyordu. Çünkü bu maymunlar iktidarlarını perçinleyecek yeni bir oy demekti. Maymunların iktidarında herkes eşittir; çünkü sadece muz soymayı bilirler. İşte bu ahval ve şerait içinde sayın okurlar, karabataklar denizaltını kan gölünden adeta bir yaranın içinden çıkan kıymık gibi çıkardılar; onu göğe doğru hiçbir gemiyi devirdikleri gibi devirmeden, onu sallandırmadan uçurdular. Onları uçsuz bucaksız kristalitlerin, devasa aminoasitlerin ve sessiz çığlıkları her yerden duyulan ölü yıldızların olduğu bir evrene doğru sürdüler. Karabataklar, talihsiz aracı bir kayanın üzerine koydular ve çağların ötesinden geldikleri yerlere döndüler. Karabatakların tek görevi kan gölünün içindeki yabancı cisimleri oradan çıkarmak, insanlara, hayvanlara, evrendeki bilumum nebati ve hayvani varlığa şu evrensel mesajı taşımaktı; “biz entropinin askerleriyiz. Abdülhamit’in değil.” Bu sebeple karabataklar CHDPKKDHKPCTAMILIRAETA/BDSM terör örgütü üyesi ilan edildiler (ne kadar “kinky’yim.”) Ama bu ayrı bir hikâye. O esnada Thermophylae savaşı sırasında herhangi bir mızrak böğrüne saplanmadığı, savaşın hengâmesinde bir taşa takılıp beynini yarmadığı ya da gaipten gelen bir ok sırtına girmediği hâlde kendi kendine ruhsallaşıp, göğe çekilen Aristarchus bu duruma şaşırdı çünkü hemen yanında bir denizaltı vardı; ama işte bu bir sorundur. Aristarchus denizaltıyı (bakın yine kaynaştıramadım) tanımlayamazdı çünkü onun zamanında denizaltı yoktu. Ancak onun yerine ben tanımlamış oldum; size bir soru “Aristarchus denizaltına ne derdi?” Bence Kalamar.
En fazla emin olduğumuz doğrular bile aslında o kadar küçük ve o kadar yalan ki. Yani öyle böyle bir yalan değil. Goebbels ve Cem Küçük bir araya gelse böyle yalan atamaz.
Her neyse, denizaltından inen mehteran, Aristarchus’a “gâvur” diyemezdi çünkü kayboldular ve ondan yardım istediler. Aristarchus, mehteran ve Hede’den daha az moderndi, yolu bulmakta zorlanmadılar. Karşılarına çıkan bir kapı oldu. Kapıyı açmalarıyla içeri megatonlarca su girdiğini gördüler. Kapı derhal dışarıdan kapandı. Meğerse onlar karabatakların sürüklediği sessiz ölü yıldızların, devasa aminoasitlerin ve kristalitlerin olduğu dev bir denizaltına getirmişlerdi. Başka bir karabatak sürüsü bu devasa denizaltını aldı ve bu sefer onu başka bir galaksiye götürdüler. Onlar sonsuz yıldızlara doğru giderken de kerevetine çıkamayan tüm hacılar erimiş cesetlerin önünde işmar verip, harmanilerine sarınarak ağlıyorlardı. ---HİÇBİR ŞEY SPOILER SON--- İşte hiçbir şey böyle bir şey mi? Bilemiyorum. Ama bazen neyin üzerine yazmayı bilemediğimde aklımın köşesinden geçenler ile aklımdan geçmeyenler beni çok sürüncemede bırakıyor. Çünkü aklımdan geçmeyen şeyin bir an için bilinebileceği illüzyonuna sarılıyorum ki bu illüzyon sayesinde aslında hepimiz yazıyor ve çiziyoruz. Çünkü en fazla emin olduğumuz doğrular bile aslında o kadar küçük ve o kadar yalan ki. Yani öyle böyle bir yalan değil. Goebbels ve Cem Küçük bir araya gelse böyle yalan atamaz. Yani bu aslında hiçbir şey bilmediğimi biliyorum aydınlanması bile değil. Benim şu an yazarken utanmam lazım ama utanamıyorum çünkü boş kâğıt (ya da bilgisayar ekranı) beni çağırıyor. Esasında bu yüzden sekse benziyor bu yazma işi herhalde. Çünkü bir yandan inanılmaz davetkâr ve karşı konulmaz, bir yandan da utanç verici. Biliyorum seks utanç verici bir eylem değil ama yazarlara sormak lazım. Biri sizin yanınızdayken, o sizin ekranınıza, daktilonuza bakarken yazabilir misiniz mesela? İşte, hah…bu sebeple sekse benziyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Eğer birilerinin bakmasını kriter alırsak “işemeye de benziyor” diyebiliriz. Seks üzerine de yazan yazmış. Yapan da yapmış. Herhalde insanlığın görsel açıdan eksikliğini hissetmediği en yaygın örnek seks. Dolayısıyla sıkıcı. Check. Ayrıca bilgisayar oyunları seksten daha güzel. Geriye işeme kalıyor. İşeme benzetmesi daha doğru. Tabii ki bu yazmayı temel bir dürtü olarak görmek anlamına gelmiyor ancak karşı konulmaz bir faaliyet gibi geliyor bana. Sanki bir ağaç var. Bu ağacın üzerine eski runlerden bir hikmeti kakıyorum. Ondan sonra o ağaç ışıldıyor, en azından benim kendi küçük dimağımda. Elbette çoğu insan hevesi, isteği ve iştiyakı gibi bu da geçiyor. Ta ki gelecek hafta tekrar yazmak üzere… Görüşürüz.