- Önümüzdeki dönemde hesaplaşmayla vakit kaybetmek ve yeni kutuplaşmalara yol açmak ancak gelecek kuşaklara bedel ödeterek yapılabilir. Önümüzdeki dönemi geçmişin hesaplaşmalarıyla harcarsak onlar da yoksulluk, geri kalmışlık, barışsızlık-huzursuzluk ve güvencesizlik üzerinden cezalandırılmış olacak. Oysa bugün doğmamış veya yetişkin olmayan kuşakların geçmiş ve şimdiki dönemin hesaplarında hiçbir sorumluluğu yok. Yeni iktidarın önceliği gelecek kuşakların fırsat eşitliğini, refahını, hak ve özgürlüklerini ve kamu yararını sağlayacak bir siyaseti ve hukuk devletini inşa etmek olmalı.
- Hem hesaplaşma hem de hesap verme için öncelikle bağımsız, tarafsız ve profesyonel bir yargı gerekiyor. Türkiye böyle adil ve güçlü bir yargı sistemine hiç sahip olmadı. Son dönemlerde ise daha da geriye gitti. Dolayısıyla adil ve güçlü bir yargının yani hukuk devletinin inşa edilmesi kısa sürede anayasal ve yasal reformlarla olup bitecek bir şey değil. Zaman ve emek gerektiriyor.
- Hesaplaşma aynı zamanda bağımsız, güçlü, profesyonel, kendi kendini denetleyen ve özel mülkiyette olsa da kamu hizmeti gören (yani iktidardan bağımsız olmak yeterli değil; medya sahiplerinin özel çıkarları için de çalışmayan ve mesleki ilkeleri olan) bir medyayı gerektiriyor. Türkiye böyle bir medyaya da hiç sahip olmadı. AKP öncesi medya çok daha bağımsızdı ama ne yeterince tarafsızdı ne yeterince profesyoneldi ne de her zaman (gazete sahiplerine değil) kamu yararına çalışıyordu. AKP döneminde ise “büyük medya” görülmemiş bir çöküş yaşadı ve iktidar tarafından kelimenin tam anlamıyla satın alındı; eski bağımsızlığını da yitirdi. Meslek ilkelerinde müthiş bir aşınma oldu. Dolayısıyla kamu yararına bir medyanın kurulması da zaman alacak. Medyanın bağımsızlaşması yanında tarafsız ve profesyonel olması için gazetecilere eğitim ve iş güvencesi; RTÜK reformu ve öz denetim mekanizmaları; ve ABD’de 1987’ye dek var olan (ve kaldırılınca ABD medyasının yozlaşmasına kapı açan) “Adil Olma Doktrini” (Fairness Doctrine)ne benzer düzenlemeler gerekecek.
- Hesaplaşma sivil toplumun da asgari müştereklerde birleşmesini gerektiriyor. Eğer her ideolojik veya kimlik temelli mahalle sadece kendi mağduriyetine yoğunlaşır ve diğerlerine gözünü kaparsa demokrasiye ve sosyal adalete ulaşamayız. Türkiye’deki kadar ideolojisi, felsefesi, kahramanları ve kötü adamları (hatta hainleri) bölünmüş bir sivil toplumun demokrasinin bekçisi olmak görevini taşıması kolay değil. Bunun aşılması da emek, diyalog ve zaman gerektiriyor. Oysa bu dönemde bu tartışmalara girmek zor. Sivil toplumun önceliği bugün otoriter “ara rejimin” yerleşmesini engellemek, demokratik hak ve özgürlüklere kavuşmak ve herkesin karşılıklı bagajlarını tartışabileceği özgür bir ortama kavuşmak olmalı.
- Hesaplaşma aynı zamanda özerk ve üstün bilimsel liyakata ve felsefi derinliğe sahip bir akademi (üniversiteler) gerektiriyor. İşleyen bir demokraside akademinin yargıya benzer bir hakemlik rolü var. Nasıl yargının suçluyla masumu ayırmak görevi varsa; akademinin de yalanla kanıtlanmış gerçeği, nesnel olanla öznel olanı, uzlaşma olanla tartışma olanı, safsatayla iddiayı birbirinden ayırmak görevi var.[1] Bunları yapacak uzmanlık haklıyla haksızı ayırmak ve geçmişle ilgili bagajları aşmak için de elzem.[2] Böyle bir akademiye de maalesef hiç sahip olmadık. Ama var olan akademimiz de son on yıllarda gerek neoliberal politikalar gerekse otoriterleşme ve yanlış kalkınma anlayışı nedeniyle büyük aşınma ve itibar kaybına uğradı. Öğretim üyelerinin en önemli görevlerinden biri öğrencilerin liyakatını “ölçmek” iken; öğretim üyeliğinin kendisi liyakattan uzaklaştı. Bugün kontrolden çıkan fiyat enflasyonunun (paranın değersizleşmesinin) arkasında ondan önce kontrolden çıkan ve en akıl dışı politikaları bile ünvanlı birilerinin meşrulaştırılabilmesine kapı açan liyakatsız profesör/doçent enflasyonu var. Birçok nitelikli akademisyen haksız yere işinden edilirken birçok niteliksiz akademisyen ünvan ve yer edindi. Nitelikli bir akademisyeni yetiştirmek çok pahalı ve uzun on yıllar, nitelikli bir akademik kurumu inşa etmek ise çok daha uzun zaman alıyor. Ama her ikisini de yitirmek izansız ve otoriter bir siyasetçinin iki dudağının arasında olabiliyor. Bu sorunun da yeni haksızlıklara yol açmadan çözülmesi; nitelikli bir akademinin inşası zaman, emek ve yatırım gerektirecek.
- Geçtiğimiz dönemde ağır ve “hafif” suçluları diğerlerinden ayırmak çok zor. Güney Afrika gibi ülkelerde hesaplaşma ve helalleşme için “hakikat ve uzlaşma komisyonları” kurulmuştu. Buralarda işkence yapanlar, cinayet işleyenler itiraflarda bulundu, günah çıkardı ve kurbanlarından ve toplumdan af diledi. Bu tür suçların araştırılması ve hesap sorulması çok zor olmakla beraber nispeten daha kolay. Bizde de toplumsal barış için örneğin CHP’nin önerdiği gibi “faili meçhul” cinayetler ve işkence için araştırma komisyonları kurulmalı ve failler cezalandırılmalı. Ama bizim son on yıllarda yaşadığımız otoriterleşmenin ve anayasa-dışı politikaların sorumluluğunu tespit çok daha zor. Bir yandan temel sorumlu elbette kararları veren iktidar. İyi de bu iktidarı seçen milyonların; politikalarının yanlışlığını bile bile (bu nasıl saptanır?) medyada, akademide savunanların ve meşrulaştıranların; yasal olmadığını bile bile uygulayanların sorumluluğu?
- Kutuplaşmış toplumlarda insanlar “bizimkilerin” ve “onların” suçlarını ayrı değerlendiriyor. Dolayısıyla yargı adil kararlarla hesap sorsa bile toplum bunu siyasal kararlar olarak alıgılıyor. Dolayısıyla öncelikle toplumsal kutuplaşmayı aşmak elzem. Bunun da öncülüğünü ortak bir gelecek hayali oluşturarak ve bir araya gelerek muhalefet yapmalı. Tam da bu nedenle Kemal Kılıçdaroğlu’nun (işe özeleştiriden başlayan) helalleşme çağrısı son derece yerinde ve gelecek döneme hazırlık olarak yorumlanabilir.
- Siyasal sorumlulukla hukukî sorumluğu birbirinden ayırmak her zaman kolay değil. Siyasal sorumluluk siyaseten ve seçmenlerin hakemliğinde cezalandırılır. O siyasetçileri iktidardan alarak hatta siyasetten silerek. Aynı şey kamusal alan ve sivil toplum için de geçerli. Ama hukukî sorumluluğun cezalandırma yeri mahkemeler. Bizde ise son yıllarda bu her iki sorumluluk çoğu yerde iç içe geçti. İspatlanmış yolsuzlukların araştırılmamasının sorumluluğu siyasi mi hukukî mi? İkisi de. Ama bu sorumluluk nerede başlayıp nerede bitecek? Bu ancak taşlar yerli yerine oturup yakın tarihimizin daha aklı selim incelemelerini ve yorumlarını yaptıktan sonra olabilecek.
- Uzun zamandır alarm zilleri çalan ekonominin ve dış politikanın beklemeye tahammülü yok. Siyasetin odağı bunlar olmak zorunda.
Hesaplaşmak mı helalleşmek mi?
Önümüzdeki dönemde muhalefetin önündeki en büyük zorluklardan biri: medyada, sivil toplumda, siyasal parti örgüt ve tabanlarında, helalleşmeden çok hesaplaşma isteyenler olacak.
Aslında doğru kavram hesaplaşma değil hesap sorma/verme. Hesaplaşmayı demokrasilerde değil otokrasilerde, demokrasileşemeyen yerlerde ve bölünmüş toplumlarda bekleriz. Tarih boyunca ve günümüz dahil olmak üzere çok farklı coğrafyalarda; uzlaşma yerine hesaplaşma arayışı, toplumsal barışın önünde bir engel ve otoriter rejimlerin gelişmesine dayanak olmuş. Bizde de böyle. Yüz senedir, belki iki yüz senedir hesaplaşmaya çalışıyoruz, sonuç?
Demokrasiyle yönetilmeyi, birlik ve bütünlük içinde yaşamayı tercih eden toplumlarda ise, hukuk içinde hesap sormak ve hesap vermek beklenir. Siyasal, yasal ve fikirsel sorumluluklardan ise ayrı yollardan hesap sorulur.
Peki önümüzdeki dönemde hesap verme nasıl ve ne zaman olabilir; hesaplaşma olacaksa o da nasıl olabilir? Buna yazımın sonunda döneceğim.
Ama önümüzdeki dönemde kurulacak yeni iktidarın önceliği kesinlikle hesaplaşma değil helalleşme olmalı. Hesaplaşmalara ve helalleşmelere gerek bırakmayan bir sosyal adalet ve siyasal yönetim sistemini kurmak olmalı.
Çünkü: