Her tercih bir vazgeçiştir

Abone Ol
Çözüm bu keyfiyetin ortadan kaldırılacağı akılcı, denetlenebilir, şeffaf, hesap verebilir bir sistemin inşasından geçmektedir. Çözüm devletin ekonomide küçülmesi ve asli görevi olan denetleyici ve düzenleyici rolüne geri dönmesidir. Demokratik ve özgürlükçü toplumlarda vergi veren ve verdiği verginin hesabını yetki verdiği milletvekilleri ve devlet kurumları ile sorma hakkı bulunan ülkelerde bütçe yapma yetkisi meclistedir. Bu hak Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) ile meclisten alınmış ve Cumhurbaşkanlığına verilmiştir. Üstelik yapılan bütçenin harcama denetimi de yetkili kurumlar tarafından yapılamamakta, yapılsa bile ortaya çıkan raporlar şeffaf bir şekilde meclis denetiminden uzak kalmaktadır. Borçlanma, belirli varlık edinimleri, edinilen bu varlıkların doğru fiyatla alınıp alınmadığı konusu bütçe içinde yer alması ve denetlenmesi gerekirken, 2016 yılında kurulan Türkiye Varlık Fonu, Sayıştay denetiminden ve kontrol mekanizmalarından tamamen çıkartılarak operasyonlarını bugüne kadar devam ettirmiştir. TVF’u şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkesinden uzak bir zihniyetle tamamen keyfiyet üzerine kurulu bir kurum haline dönüşmüştür. Adı gereği ülke varlıklarının  doğru ve etkin yönetimi için bir fon kurulması doğru bir yaklaşım olabilir. Dünya üzerinde de bunun bir çok örneği vardır. Fakat kamu kaynaklarının değerlendirilmesi çerçevesinde ilk olarak denetim mekanizmalarının etkin çalışması ikinci olarak bu fon içinde yer alan varlıkların pozitif nakit akımları sağlayarak topluma fayda sunmaları ve gelecek nesillere artı değer aktarmaları beklenir. Norveç Varlık Fonu buna en güzel örneklerden biridir. Bu fon, Kuzey denizinden çıkartılan petrolden elde edilen gelirlerin toplum faydasına kullanılması ve adaletli bir gelir dağılımı ile gelecek nesillere refah aktarılabilmesi için farklı alanlarda yatırım yapmaktadır. Bizde ise TVF elindeki mevcut varlıkları teminat olarak göstererek bir borçlanma aracına dönüştürülmüştür. Bu yazıda TVF’nun daha da detaylı anlatılmasından ziyade denge ve kontrol mekanizmalarından uzak sistemlerin halka refah sağlamaktan ne kadar uzak olduğu hatta toplum refahını kontrolsüz borçlanmalarla düşürerek gelecek nesillerin refahına ne kadar büyük bir ipotek koyduğu tartışılacaktır. EKONOMİNİN ÜÇ ANA AKTÖRÜ VE DEVLETİN ÖNEMİ Tüm bu tartışmalardan önce makroekonomik resmin bütününe bakmakta ve bu resimdeki aktörlerin kim olduğunu hatırlamakta fayda var. Aşağıdaki diyagramı makro ekonomi dersleri verdiğim çeşitli platformlarda kullanır ve ekonominin genel resminin akıllarda kalmasını amaçlarım. Bir ülkede ekonomide üç farklı  aktörün olduğunu bu resimden kolayca anlamak mümkün. Bu aktörlerin de farklı piyasalarda arz ve talebe göre mal ve hizmet, ücret ve sermaye fiyatlarını belirlediği oldukça açıktır. Aktörlerin arasındaki denge, fiyat düzeylerinin belirlenmesinde önemli faktörlerden biridir. En iyi kalitedeki mal ve hizmetin en ucuz fiyata üretilmesi ve hane halkına sunulabilmesi, en etkin ve verimli işgücü ve sermayenin de iş alemine sunulabilmesi rekabetle mümkündür.
Büyümenin sürdürülebilir ve kapsayıcı olabilmesi için devletin aktörler arasında denetleyici ve düzenleyici bir rolde bulunması, bir kesimin diğeri üzerine tahakküm kurmasını önleyecek bir fonksiyonda olması hayati önemdedir.
Verimliliğin artması ve ekonomik büyümenin sürdürülebilir ve kapsayıcı olabilmesi için  “Devlet”’in bu aktörler içinde mümkün olduğunca denetleyici ve düzenleyici bir rolde bulunması, bu mekanizmaları ortaya koyarak bir kesimin diğeri üzerine tahakküm kurmasını ve toplum refahını birinin diğeri üzerine üstün gelmesini önleyecek bir fonksiyonla çalışır hale getirmesi hayati önemdedir. Devletin ekonomide asıl role sahip olmaya başladığı, bir kesimi diğerine tercih ettiği ve kurumları vasıtasıyla belirli kesimleri kayırdığı bir ekonomide ne adil bir gelir dağılımından, ne kapsayıcı bir refahtan, ne de dengeli ve sürdürülebilir bir büyümeden söz etmek mümkün değildir. Devleti yöneten iktidar, devlet gücünü kullanırken bu gücün ekonomik tarafında toplumun genelinden aldığı vergileri belirli bir zümreye teşvik, sübvansiyon şeklinde aktarıyorsa toplumun geneline yayılan bir yoksulluktan söz etmek mümkündür. Diğer yandan devlet topladığı bu vergileri yine verimsiz alanlara yönlendiriyor ve toplum faydasına kullanmıyorsa yine büyümeden, refah artışından söz etmek mümkün değildir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtiğimiz 2018 yılından beri uygulanan politikalarla devletin denge ve kontrol mekanizmaları olmadan ekonomideki rolünün nasıl büyüdüğü yaşayarak gördüğümüz bir gerçektir. Son dönemlerdeki haber akışında dikkatleri çeken Türk Telekom’un %55 hissesinin, TVF tarafından 1.65 milyar ABD Doları bedelle, bankaların kurduğu Levent Yapılandırma Şirketinden alınması da parasal olarak büyük ama toplam uygulamalar içinde küçük bir örnektir. Hatırlanacağı gibi, Türk Telekom’un %55’i 2005 yılında Oger grubuna 6.5 milyar ABD doları bedelle satılmıştı. Şirket satıldığında kasasında 2 milyar dolar nakit parası ve teknolojik olarak büyüyerek önemli bir şirket olabilecek bir alt yapıya sahipti, bu satın almanın finansmanın büyük bir kısmı da  Türk bankalarından sağlanan 4.7 milyar dolar kaynakla mümkün olmuştu. Oger grubu şirketten 5.7 milyar dolar temettü gelirini içeride büyük miktarda borç olmasına rağmen seneler itibariyle çekti ve şirket borçlarını ödeyemez duruma düştü. Yasal süresinde ödenmeyen borçlar Türk Telekom’a ait kredinin bankalar nezdinde sorunlu kredi haline dönüşme riskini ortaya çıkarttığı anda da bu kredi bankaların kurduğu bir yeniden yapılandırma şirketine 2018 yılı sonunda satılarak bir finansal varlık haline dönüştürüldü. Gelinen son noktada da TVF bankalardan mevcut piyasa değerlemesi ile %55’lik payı 1.65 milyar ABD dolarına satın alacağını açıkladı. Bu noktada bankaların verdikleri 4.7 milyar dolar ana para ile 1.65 milyar dolar arasında zarar ettiklerini söylemek yanlış olmaz. Bankalar önümüzdeki döneme dair varsayımlarıyla böyle bir zararı realize etmenin iyi bir strateji olabileceğini düşünmüş olabilirler. Burada cevaplanması gereken soru 2026 yılında, yani bundan 4 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti Hazine’sinin hiç bir bedel ödemeden alabileceği %55’lik hisse için neden TVF’unu araya sokarak bankalara 1.65 milyar ABD doları vermeyi kabul ettiğidir. Diğer yandan bu tutar TVF’u kasasında bulunmadığından, TVF’u 1.65 milyar ABD dolarını bankalardan kredi olarak alacak ve bu şekilde kaynak yaratacaktır. Sonuçta devlet bir tercih yaparak şeffaf olmayan, denetlenemeyen TFV vasıtası ile hane halkını borçlandırmış ve borçlandığı bu tutarı bankalara ödeyerek bir sermaye transferi gerçekleştirmiştir. Üstelik borcun maliyeti, yapısı, süresi gibi konular da şeffaf değildir. Devlet gücünü kullanan iktidarın tercihi vatandaştan yana olmamıştır. Vazgeçilen kesimin hane halkı, yani çalışan, emekçi, esnaf, çiftçi olduğuna da şüphe yoktur. Çok küçük bir karşılaştırma yapmak gerekirse 2022 yılı için tarıma verilen destek 22 milyar ₺ düzeyindeyken, Türk Telekom hissesinin (değerlemesinin doğruluğu da tam olarak saptanmamıştır) alımı için 25 milyar ₺ gözden çıkarılmıştır. VURUN ABALIYA... Örnekleri artırmak mümkündür. Son dönemde Türk Lirasının aşırı değer kaybını önlemek için mevcut ekonomi teorisine göre uygulanması gereken para politikası terk edilmiş ve finansal mühendisliğin en basit ürünleri ile yine dar bir zümreye Dolar getirisi için garanti verilmiştir. Üstelik ucu açık bir riskle ve verilen garanti karşılığında hiç bir bedel tahsil edilmeden. Neden bir bedel tahsil edilemeden diye soranlara şu soruyu sorarak cevap vermek gerektiği açıktır. Herhangi bir kişiye bir bedel tahsil etmeden sağlık sigortası, kasko, deprem sigortası yapar mısınız? Rasyonel bir kişinin vereceği cevap basit ve açıktır. Hayır. Fakat şu ana kadar açıklandığı miktarı ile garanti verilen 539 milyar ₺ büyüklüğündeki mevduat için günün koşullarında 45 milyar ₺’lik bir garanti priminden vazgeçilmiştir. Zarar burada da bitmemektedir. 2021 yıl sonundan verilerin açıklandığı tarihe kadarki ortalama kurlarla bugünkü kurlar arasındaki fark nedeniyle, alınacak faiz düşüldükten sonra, Türkiye Cumhuriyetine 30 milyara yakın bir ek yük gelmektedir. Ağırlıklı vadenin 6 ay olduğu düşünülürse riskin ucu o kadar açıktır ki ortaya çıkabilecek maliyet gelecek nesillerin üzerine bir kabus gibi çökecektir. İktidar ve ekonomi yönetimi burada da bir tercih yapmış ve tercihini varlıklı kesimden yana koyarak vergi ödeyenler üzerinden önemli bir risk almıştır. Üstelik bu riski alırken vazgeçtiği sadece verdiği garanti nedeniyle tahsil etmediği prim değildir. Kurumların 2021 yılı son çeyreğinde kur farklarından doğan gelirleri ve 2022 yılı ilk çeyreğinde elde ettikleri TL faiz kazançlarından doğan kurumlar vergisini de almayacağını beyan etmiştir. Vazgeçilen yine çalışan, emekçi, esnaf, işçi, çiftçi olmuştur. KREDİLERİ BATIR SERMAYEYİ HALKTAN AL İktidarın tercihini kullandıkları arasında büyük medya imparatorluğu kuruluşunu, inşaat şirketlerini de saymak mümkün. Kamu bankaları, faaliyet konuları gereği çiftçiyi, esnafı ve zanaatkarı destekleyip üretime kredi imkanı sağlamak yerine büyük medya alımları, büyük inşaat projelerini destekleyip bunların karşılığında da ödenmeyen kredilerle karşılaştıklarında yaşadıkları sıkıntıdan kurtulmak için kamu kaynaklarına başvurmaktadır. Kamu bankalarının yeniden sermayelendirilmesi için yine TVF’undan sağlanan 51.5 milyar ₺’lik kaynak vergi ödeyen halkın cebinden çıkacaktır. İktidar kredi verirken tercihini büyük sermaye kesiminden yana kullanmış, krediler ödenmeyince bu yükü kamu bankaları aracılığıyla vergi ödeyen vatandaşın üstüne yıkmıştır. Vazgeçilen yine çalışan, çiftçi, emekçi, esnaf olmuştur. Çözüm bu keyfiyetin ortadan kaldırılacağı akılcı, denetlenebilir, şeffaf, hesap verebilir bir sistemin inşasından geçmektedir. Çözüm devletin ekonomide küçülmesi ve asli görevi olan denetleyici ve düzenleyici rolüne geri dönmesidir. Aksi takdirde kaynaklar bir kesimden diğer kesime aktarılmaya devam edecek, toplumun geniş bir kesimi sosyal yardım adı altında çaresizliğe mahkum edilerek tercih edilen kesimin tahakkümüne maruz kalacaktır.