Kadınlar ve kadın bedeni dünyanın pek çok yerinde ve özellikle Türkiye’de bu yöndeki hakların tanınmasına dair gelişmelere rağmen, bir nesne olarak kabul edilmeye devam ediliyor. Ayşe Kaşıkırık yazdı.  "Kadının varlığına katlanamayan zihniyet; elbette onun yazmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır."/ Virginia Woolf 21. yüzyılı yaşıyoruz ama zihniyet hâlen 1800’lerde. Bir kadının ne giyeceğine, nasıl davranması gerektiğine, çocuk doğurmak isteyip istemeyeceğine, çocuk doğurmak istiyorsa kaç çocuk doğuracağına, hangi saat aralığında nerelerde olacağına kadar her şeye “el alem” karar veriyor. Bir başka ifadeyle, neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğine ilişkin kararları veren “yüksek ahlak komitesi” her daim iş başında. Mevcut kamu politikaları kadını “özgür” bir birey olarak görmüyor, kadını aile içerisinde var ediyor. Kamusal alan-özel alan ikiliğinde erkekler kamusal alanda (siyaset, bürokrasi, iş dünyası, sanat, edebiyat vb.) hakimiyet kurup varlıklarını günden güne arttırırken, kadınlar için özel alan makbul görülüyor. Diğer bir deyişle, kadınlar kamusal alandan uzaklaştırılıyor ve kendi özel dünyalarında hayatlarını ev-çocuk-eş üçgeninde devam etmesi bekleniyor, isteniyor. Bu anlayışa göre, kadın demek aile demek hatta bir adım ötesini düşünebilmek imkânsız. ANNELİK KARİYERDE ZİRVE NOKTASI DEĞİLDİR! Annelik bir kariyer alanı değildir. Bir kadın anne olmak isterse anne olabilir, anne olmak istemezse anne olmaz. İllaki tüm kadınlar anne olmak zorunda da değildir. Oysaki annelik rolü günden güne kutsallaştırılıyor; dizilerde, filmlerde ve gündelik hayatın tüm alanlarında bu mesaj (güçlü olarak) hep var. Çocuksuz kadın çöpsüz üzümdür gibi benzetmeler sıklıkla yapılıyor. Bir kadın için gerek özel hayatında gerek iş hayatında zirve noktası annelik ile özdeşleştiriliyor, annelik ile bir tutuluyor. Aslında, kadına yönelik şiddetin en yaygın hâli olan “psikolojik şiddet” toplumun her alanına sirayet etmiş. YÜKSEK AHLAK KOMİTESİ HER DAİM İŞ BAŞINDA! Toplumsal cinsiyet eşitsizliği hayatın her alanına, kılcal damarlarına o denli işlemiş ve o kadar nüfuz etmiş ki “kadının yeri evidir anlayışı” tüm yönetsel kademelerde kendini derinden hissettiriyor. Bir kadın bekarsa ne zaman evleneceğine, evlendiğinde ne zaman çocuk doğuracağına, kaç çocuk düşündüğüne, evlendikten sonra çalışıp çalışmayacağına kadar tüm bu sorular herkesin öncelikli merak konusu! Üstelik bir başkasının hayatına, tercihlerine ve kararlarına bu denli karışmak ve müdahil olmak çok normalmiş gibi davranılıyor. Bir kadının kendi bedeni, kendi hayatı ve kendi tercihleri üzerine söz söyleme hakkı oldukça kısıtlı. Hep birileri özellikle erkekler kadınların hayatına -sözde kadınların iyiliği için(!)- müdahil oluyor, bunu kendinde bir hak olarak görüyor. Bu durumun değişmesi toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ile mümkün. TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ HEPİMİZ İÇİN ŞART Cinsiyet eşitliğinde üst sıralarda yer alan İskandinav ülkelerinde bakım emeği yükü ebeveynler arasında eşit dağılıyor. Ülkemizdeki gibi çoğunlukla bakım emeği (yemek, çamaşır, bulaşık, çocuk bakımı, yaşlı bakımı gibi) yükü ve özellikle çocuk bakımı sadece kadınların omuzlarına yüklenmemiş. Kadınlar çalışmak istediği hâlde iş hayatından uzak kalmamış, kadının en önemli rolü annelik olarak görülmemiş. Dolayısıyla, çocuklu kadınlar iş hayatında oldukça aktifler. Kadınlar seçimle ve atama ile gelinen tüm karar alma mekanizmalarında dengeli temsil ediliyorlar; bakan oluyorlar, başbakan oluyorlar, üst düzey yönetici oluyorlar, cumhurbaşkanı oluyorlar. En nihayetinde, çocuklu olmak bir kadını kariyer yapmaktan alıkoymuyor. KADIN İSTERSE… Bir kadın isterse çocuk yapar, isterse kariyer yapar, isterse hem çocuk hem kariyer yapar çocuklu kariyer de pekâlâ mümkün! Burada anahtar kelime: “Kadın isterse!” Bir kadının kendi hayatı ve bedeni üzerinde “söz hakkı” olmalı. Bu tartışmasız en doğal hakkı. SONSÖZLER… Biz bu hayatı başkaları ne der ne ister ne düşür diye yaşamıyoruz. Bizler bu hayatın nesneleri değiliz, nüfusun yarısını oluşturan özneleriyiz. Bedenimiz, hayatımız, tercihlerimiz, kararlarımız bizim. Yazıma Virginia Woolf’la başladım, Virginia Woolf’la sona erdirmek istiyorum: “Kadınları korumaktan vazgeçmeniz lazım, onları farklı işler ve farklı uğraşlarla baş başa bırakın; izin verin ki asker olsunlar, denizci olsunlar, otomobil sürsünler, liman işçisi olsunlar... Kadınlık korunmaya muhtaç bir varoluş olmaktan çıkınca her şey olabilir."