Toplumda sosyo-ekonomik düzeyi düşük kişiler var. Nitelikli eğitim alamadıkları için onlara STK'lar aracılığıyla “fırsat” sunmak gerekir. Böylece fırsat eşitliği sağlanmış olur. Hakkari’deki çoban da kurtulur. İşin aslı öyle mi acaba? Birlikte irdeleyelim. “Hakkarili Çoban” fenomenini hatırlayanlarınız olacaktır. “Hakkarili Çoban” her sene tekrar edilen, milyonlarca gencin üniversiteye girmek için kıyasıya yarıştığı sınava girmiştir ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanmıştır. Gazetelerde manşet, ana haber bültenlerinde en çok izlenen olmuştur bir anda. Bizim çoban kardeş, politikacısından, akademisyenine, öğretmeninden STK’lara kadar herkesin diline pelesenk olmuş bir kavramın yaşamasını sağlamıştır, yeni kahraman o’dur… “Eğitimde Fırsat Eşitliği” kavramından bahsediyorum. Ne kadar masum duruyor kendileri değil mi? Toplumda sosyo-ekonomik düzeyi düşük kişiler var. Nitelikli eğitim alamadıkları için o kişilere “fırsat” sunmak gerekir. Bu fırsatı hem devlet eliyle hem de ekonomik gücü elinde bulunduranların kurdukları STK’lar aracılığıyla sunarsak eşitsizlik ortadan kalkar ve eğitimde fırsat eşitliği sağlanmış olur. Çok da güzel olur! Hakkari’deki çoban kardeş ve birkaç türevinin hayatı kurtulmuş olur. İşin aslı öyle mi acaba? Fırsat eşitliği kavramı gerçekten bu kadar masum bir kavram mı? Birlikte irdeleyelim. ANTİK DÖNEMDEN KAPİTALİZM ÇAĞINA OKUL… Geçmişe dönelim, vaktin nakit olmadığı zamanlara… Antik Yunan’a kadar gidelim. Eğitimin temel unsuru olan okul “skhole” kelimesinden türemiştir. Skhole keyifli boş zaman geçirilen yer manasında kullanılmaktadır. Eğitimin, okulun dolayısıyla öğrenmenin en gerçekçi, en saf hali o zamanlar yapılıyordu. Gel zaman, git zaman tarım toplumuna ve dolayısıyla yerleşik yaşama evirilen insanlık geniş arazilerde köle olarak yaşamını sürdürüyordu. Dünya’nın en büyük imparatorluklarından olan Roma İmparatorluğu, tarıma dayalı işçilerin emeği üzerine kurulmuş bir ekonomik yapıyla ayakta duruyordu. Ardından ağırlaşan koşullarla gelen büyük ekonomik buhran merkeziyetçi yapıyı darmaduman etti ve derebeyleri eliyle feodaliteyi doğurdu. Feodalizmin yarattığı toplumsal yaşam sınıflar arası geçişi imkansız kılmıştı. Soylunun çocuğu soylu, ağanın çocuğu ağa olarak yaşamını idame ettiriyordu. Tarihin akışı bu gidişata Keşifler Çağı, Rönesans ve Reform hareketleriyle darbe vurdu. Keşifler Çağı’nın doğurduğu yeni toplumsal sınıflar, yeni diyarlarda yeni yan yana gelişler doğurdu ve bu süreç 1789 Fransız İhtilali’ne kadar sürdü. Fransız İhtilali’nin en önemli sonuçlarından birisi “modern ulus devlet” teşkilatlanmalarının oluşmasıydı. Ulus devlet “makbul vatandaş” yaratmalıydı ve bunu da en güzel okullar aracılığıyla yapabilirdi. Eğitimin bütün insanlar için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmasında iki önemli öncül vardı. Bunlardan birincisi modern devlet (ulus-devlet) formülasyonu, diğeri de “modern ekonomi”, diğer adıyla kapitalizmdir. Bu iki yeni oluşum varlık ve sürekliliğini devam ettirebilmek için zorunlu kitlesel eğitime mutlak olarak ihtiyaç duymuştur. Zira “modern devletin” işlerlik ve süreklilik kazanabilmesi için kışlaya asker, tarlaya ırgat, emre kolaylıkla itaat edebilen sanayi sektöründe çalışabilecek kol gücü gerekiyordu. Böylelikle bugünkü okullar ortaya çıkmış oldu ve insanlık iki yüzyılı aşkın bir süredir okulların kapılarını aşındırıyor. Zorunlu ve kitlesel eğitim,  eğitimi ve öğrenmeyi belirli bir azınlığın egemenliğinden çıkardı. Yığınlar “modern eğitim” ile tanıştılar. Zorunlu geleneksel ve kitlesel eğitim yoksullara bir fırsat olarak sunuldu. Ama bu durum on yıllar içerisinde ayrıcalıklıları hoşnut etmedi. Onlar serbest piyasanın verdiği yetkiye dayanarak kendi çocuklarının daha nitelikli eğitim alabileceği özel okulları inşa ettiler. Devletler eliyle zorunlu eğitim zamanla yoksullara “fırsat” sunmaktan öte, engel olmaya başladı. Her sene sınav sonrası duymaya alıştığımız “Hakkarili Çoban” hikayeleriyle eğitimle sınıf atlamanın mümkün olduğuna inanmamız isteniyor. Sonuç olarak zenginlerle yoksullar yine ayrıldılar. Zorunlu kitlesel eğitimin yapıldığı okullar imkansızlıklarla boğuşurken, diğerleri hep önde oldular. Devletler eliyle yapılan zorunlu eğitim zaman içerisinde yoksulların ihtiyacı olan demokratikleşmeye, eşitliğe, adalete katkı ve “fırsat” sunmaktan öte, engel olmaya başladı. Her sene sınav ertesinde duymaya alıştığımız “Hakkarili Çoban” ve benzeri öyküler böyle bir ayrımın olmadığına bizleri inandırmak için, iyi niyetli ve insancıl gibi gözüken eğitimde fırsat eşitliği kavramının altını doldurmak için ortaya atılıyor. Eğitimle sınıf atlamanın mümkün olduğuna inanmamız isteniyor. Halbuki eğitimin bize sunabileceği tek şey ekonomik koşullarımızı birazcık daha iyileştirebilmektir ve araştırmalar göstermektedir ki, eğitim aracıyla sınıf atlayabilenlerin sayısı çok çok düşüktür. EĞİTİM BİR FIRSAT DEĞİL, HAKTIR “Eğitimde Fırsat Eşitliği” kavramının başka bir olumsuz tarafı ise eğitimi araçsallaştırmasıdır. Eğitimi sınıf atlamak için bir araç olarak görür ve bu yöntemi benimsersek, son dönemlerde bizlere 21. yüzyıl becerileri olarak lanse edilen özgür ve eleştirel düşünme, yaratıcılık, inovasyon gibi kavramları gerçek anlamda çocuklara kazandırmamız mümkün olmaz. Çünkü sistem bize Amerika’ya gidip bir ayda yüz bin dolar kazanan gencin masalını, aldığı eğitim sayesinde, yaptığı buluşla milyonlar kazananların şarkısını söylerken siz de yapabilirsiniz, yeter ki zorunlu kitlesel eğitimin itaatkarları olun demek istemektedir. Bugünkü okulun varoluş felsefesi ve işleyişi çocuğun doğasına aykırıdır. Eğitimin terminolojisi bu felsefeye göre şekillendiği için sorunludur. Bu döngü içerisinde eğitimi iyileştirmek, bireyleri eşitlemek için ortaya atılan kavramlara eleştirel bakmak gerekir. Milyonlarca çocuktan çok küçük bir azınlığın ortaya koyduğu “başarı” öyküleri yanılsamayı büyütür. “Eğitimde Fırsat Eşitliği” kavramı da bu yanılsamanın söylemsel alt yapısını oluşturmaktadır. “Başka Bir Dünya Mümkün”dür diye çabalayan herkes eğitimi bir “fırsat” değil hak olarak görmelidir. Önümüze sunulan hayal pilavını kaşıklamak yerine kendi aşımızı yapabilmeliyiz. Bunun yolu da her çocuğun “Nitelikli Eğitime Erişim Hakkı”nı hem kavramsal olarak hem de uygulamada yaşama geçirmekle olur. Tam bu noktada “nitelik” vurgusuna ne atfettiğimiz çok önem kazanmaktadır. Nitelik insana dair bir kavramdır. Eğitim, insanın doğasına, ruhuna mizacına, hitap etmelidir. Eğitimin nihai hedefi bireyi özgürleştirmek olmalıdır. Özgürleştirmek ise bireyin ilgi ve kabiliyetlerini (–mış gibi yapmadan) eğitsel süreçlerin odağına sosyal adalet temelinde alarak, yanılsamadan ibaret bir eşitlik söylemiyle değil, eşitsizliğin, adaletsizliğin, yoksulluğun, ayrımcılığın farkına varan bir toplumsal bilinçle ve buna uygun gösterilen davranışla olur. Eğitimde gerçek adalet ancak böyle sağlanır.