Helallik ama nasıl? (II): Sığ ve yanıltıcı gözlemlerden kaçınmak
AKP iktidarının en erken dönemlerinden itibaren, “dindarlar Türkiye’nin zencileri laikler beyazları,” “beyaz Türk siyah Türk” gibi popülist, pespaye ve yanıltıcı söylemlerin tehlikesini anlatmaya çalıştım.
Dün CHP genel başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “muhafazakârlarla helalleşmek” açıklamasının yarattığı tartışmalar ve demokrasiye geçiş için öneminden bahsetmiştim. Siyasetin geçmişe saplanmadan geleceğe, geçmişle ilgili hikâyelerin dinlenip uzlaşabileceği siyasal ve toplumsal iklimi yaratmaya, ve farklı hikâyelere saygı konusunda güven vermeye odaklanması gerektiğini söylemiştim. Farklı hikâyelerin uzlaştırabilecek akademi ve sivil toplumdaki tartışmaların nasıl olması gerektiğini tartışmaya başlamıştım.
KİM DAHA ÇOK MAĞDUR?
İlk bakışta ve bir zaviyeden, laik cumhuriyet dindarları ayırmış ve laikleri kayırmış gözükür. Bunun bazı örneklerini dün verdim.
Ama örneğin Türkiye’de Cumhuriyet boyunca nüfusun yarısını oluşturan kadınlara yapılan haksızlıkların ve eşitsizliklerin önemli bir bölümü “dini değerler” adına yapılmış ve yapılmaya devam etmiyor mu? Ataerkil ve anti-demokratik davranışlar ve politikalar “din ve muhafazakârlık” ile paketlenerek savunulmamış mı? Savunulmuyor mu? Tüm bunlar başta Diyanet olmak üzere bizzat YÖK, Milli Eğitim ve yargı sistemi gibi “laik” devlet kurumlarınca onaylanmış veya bizzat desteklenmiş değil mi? Tüm bu kurumlar, Cumhuriyet tarihinin büyük çoğunluğu süresince “sağ ve muhafazakâr” iktidarlar ve yöneticilerce yönetilmemiş mi?
Kadın özgürlüğü ve eşitliği dizilerdeki varlıklı kadınların (ve eski filmlerdeki Filiz Akın karakterlerinin) görüntüsü, mecliste ve yargıda başörtülü veya örtüsüz kadınlar olması gibi kriterlerden çok daha içerikli; örtülü veya örtüsüz, gökdelende, okulda, tarlada veya fabrikada çalışan kadınları dinlemek ve söz sahibi yapmakla ilgili bir mesele değil midir?
SIĞ VE ÖTEKİLEŞTİRİCİ SÖYLEMLERİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ VE BÜYÜK ZARARI
Geçmişte bahsettiğim türde uzlaşmaların olamamasının önemli bir nedeni de maalesef akademik yazının da peşine takıldığı ve meşrulaştırdığı sığ ve yanıltıcı üsluptur.
Yıllarca demokratikleşme “askeri vesayet-sivil iktidar” ve “beyaz Türk-siyah Türk” yüzeysel ve ötekileştirici metaforlarıyla “incelendi.”
“Dindarlar Türkiye’nin zencileriydi” demek: 1993 yılında Madımak’ta dindar sloganlarla ve devletin gözü önünde yakılan otuz beş can ve değerimize, ailelerine ve milyonlarca seveni için ne ifade edebilir? Hangi adaletsizliği bertaraf etmeye yol olabilir?
Sıvas’ta yakılanlar baskıcı laik seçkinler, “beyaz Türkler” miydi? Hayır, hepsi mütevazı yaşam tarzına sahip laik ve solcu aydınlardı. Nefret objesi olmalarının nedeniyse dinle ilgili (bana göre oldukça niteliksiz) bir romanı Türkçeye çevirmeleriydi. Yani laik bir hak ve özgürlüğü kullanmak istemeleriydi. Pekiştirici sebep de herhalde “kamusal alanda” Alevi ve solcu olmak istemeleriydi. Yani gene laik ve demokratik bir hak.
Provokasyon olup olmadığı sonucu değiştirmiyor. Eğer belli bazı sloganlarla katliam yapabilecek kadar “kışkırtılmaya” ve “provokasyona” açık bir dindar kitle var ise; o zaman o ülkedeki din eğitiminde, söyleminde ve uygulamasında çok ciddi bir sorun var demektir. Ve bu eğitim Türkiye’de devletin gözetiminde ve çoğu yerde bizzat devlet tarafından verilmektedir.
Bir yandan da laiklik “dini kamusal alanda yasaklamak” ve “özel alana hapsetmek” gibi, basit bir karşılaştırmalı analizin on beş dakikada çürütebileceği bir genellemeyle ve (bilimsel tez olarak paketlenen) yanıltıcı metaforla eleştirildi.
Gene örneğin Sivas’ta “kamusal alanda” baskılanan ve özel alana hapsedilmek istenen dindarlık veya Sünni Müslüman dindarlık mıydı? Yoksa laik hak ve özgürlükler, solcu ve Alevi olmak mıydı?
Devlet desteğiyle (yani her inanç ve görüşten insanların vergileriyle) yapılan ve işletilen, sayısı okul sayısını aşan camiler kamusal alanda değil mi? En militarist, dinle alakasız ve bazen başka dindar Müslümanlara karşı savaş politikaları gene bizzat kamusal alanda (ve bazen devlet yetkililerince) (dini bir kavram olan) “şehitlik” adına savunulmuyor mu?
Bu tür nedenlerle daha AKP iktidarlarının en erken dönemlerinden itibaren, “dindarlar Türkiye’nin zencileri laikler beyazları,” “beyaz Türk siyah Türk” gibi popülist, pespaye ve yanıltıcı söylemlerin tehlikesini anlatmaya çalıştım.
Çünkü birçok politikada dindarların, diğerlerindeyse laik serbestiyetin kayırıldığı veya baskılandığı söylenebilir. Serbestlik özgürlük değildir ve laikler de dindarlar da ancak bir diğeriyle eşit özgürlüklere sahip olunca gerçek anlamda özgür olabilir.
Burada laik özgürlük ihlallerine daha çok yer vermem, birine daha fazla önem verdiğim anlamına gelmesin. Her ikisi de aynı oranda “yurttaş hakkı”. Yıllar içinde oluşmuş bazı yanıltıcı şablonları sorgulamak amacıyla birine daha fazla yer verdim.
Peki Cumhuriyet’in kuruluş dönemini nasıl yorumlamak gerekir? Cumhuriyet’in kuruluşu “halk için ama gerekirse halka rağmen” bir devrim dönemidir. Sonuçları ne olmuştur, o ayrı konu ama birilerini hanedan yapmak, yapanların cebini doldurmak, sadece bir kesimi zengin etmek gibi “özel çıkarlar” için değil; topyekûn kalkınma ve modernleşmede zamanı hızlı ileriye sarmak, emperyalist dünyanın boyunduruğundan kurtulmak, halk egemenliği ve Batı ile eşit konuma gelmek gibi “kamu yararına” “niyetlerle” yapıldıklarından kuşku yoktur. Bu niyetleri ve araçları bugünün dünyasının perspektifinden eleştirmek anlamsız ve anakroniktir. Ancak 1920’li ve 30’lu yılların dünyasından bakarak dengeli biçimde anlaşılabilir, Orta Avrupa’dan Doğu Asya’ya ve Latin Amerika’ya birçok ülkede düşünülen ve olumlanan ama ancak bazen hayata geçirilebilen niyet ve araçlardır. Ama bu, radikal devrimler olarak birçok haksızlığa yol açtıkları, devrim ikliminde birçok yanlışlar da yaptıkları, ve her devrim gibi toplumda önemli kırılmalara yol açtıkları gerçeğini değiştirmez.
Ama yine üslup ve söyleme vurgu yaparak bugün için bitirmek istiyorum.
Kurucu dönemi ve bugünü eleştirirken: “Türk toplumunun medeniyet değiştirebileceğine”[1] inanan “Kemalist” yönetim; veya “seküler yaşam tarzına sahip olduğu için kendisini Batılı sanmakta” olan[2] “laikçi”[3] kesim gibi nüanstan ve bağlamdan yoksun üslup ve terminolojiyle yapılan tartışmalar, özünde bilinen ve tartışılabilecek tezler içerseler de, toplumsal ve entelektüel uzlaşmaya yakın geçmişte düşünülenden çok daha fazla zarar verdi ve tekrarlanırsa yine verecektir.
---
[1] Bu satırlar medeniyetleri çatışması tezinin Samuel Huntington’ından çıkmış sanki. “Çağdaş uygarlık seviyesini aşmak” medeniyet değiştirmek midir? Aynı anda hem “Batı” hem “Doğu” klasiklerini türkçeye çevirmek ve yayınlamak için büyük mesai harcayan Hasan Âli Yücel medeniyet değiştirmeye mi yoksa sentezlemeye mi çalışıyordu? Hem “Doğu” ve “Batı” medeniyetleri böyle birbirinden belli snırlarla ayrı ve birinden inip öbürüne binilebilecek şeyler midir?
[2] Türkiye’de en laiklik taraftarı kesimlerde bile kendini Batılı sayan ve Batı’ya belli bir kuşkuyla bakmayan çok insan tanıdığımı söyleyemem.
[3] Laikçi ne demek ben bilmiyorum. “Laiklikçi” , “İslamcı” (İslamcılık ideolojisini savunmak anlamında ve bilimsel literaturda uzun zamandır böyle adlandırılmış ve işlenmiş tanımlanabilir bir ideoloji grubu olduğu için) gibi anlamlı bir terim olabilir. Ama “laikçi,” nasıl “Müslümancı” terimi anlamsız ise bir oksimorondur. Ve yıllarca laik, seküler ve cumhuriyetçi kesimleri ötekileştirmek ve aşağılamak için kullanılmıştır.