Loading...
Merak işte, insan sormadan edemiyor: Kim bu “kamunun gücünü kullanarak, kamuya ait olanakları”, Fakıbaba’nın ifadesiyle ‘astronomik düzeydeki kârı’ başkalarına peşkeş çekenler?“İyi, hoş da benim adımı sevmezler.” Rüşveti veren, pazarlığı yapan ve inandırmak için canını dişine takan beyefendinin adamları, Azrail’i kıvama getirmiş olmalarından ötürü memnunlarmış. “Aman”, demişler, “o kolay, adını değiştirir, Erzail yaparız”. “Peki” demiş, Azrail, “ben can almadan duramam, onu ne yapacağız?” Katıla katıla gülmüş beyefendinin adamları, “o da kolay, Erzail Bey” demişler; “fabrikalarınızda grev ve toplu sözleşme yaptırmazsınız, ücret artırmazsınız, olur biter”. DEVLET SADECE A4’E BAKAR Üstat Muzaffer İzgü’nün yaşadığı devirlerde, bu “işler”in şirazesi bu kadar kaçmadığından olsa gerek, sonrasında muhtemelen, Erzail Bey’in, “vatan, millet, bisiklet” diyerek, ilgisiz “sinir uçları”nı peş peşe sıralayıp, üstlendiği “kamusal görevi” bırakıp, “kitabına uygun” hâle getirilen yeni fabrikasının “yüksek güvenlikli” makamına kurulup, çalışanlarına “nankörler” diyecek konuma geldiğini yazamamış. O öyküden yıllar sonra, üstelik milletvekiliyken Fakıbaba’nın çizdiği resmin adını koymakta imtina etmiş olmasına ne demeli? Adına “dezenformasyon” denilen yasa, “Damoklesin kılıcı” gibi orta yerde sallanıp dururken haksız da sayılmaz. Gene de merak işte, insan sormadan edemiyor: Kim bu “kamunun gücünü kullanarak, kamuya ait olanakları”, Fakıbaba’nın ifadesiyle ‘astronomik düzeydeki kârı’ başkalarına peşkeş çekenler? Öte yandan henüz öyle bir şey yapmadı ama kastedilen yetkili “yetkili”, Fakıbaba’nın iddialarını boşa çıkartmak için karşı hamle yaparak, müfettiş görevlendirilmesini istese, denetimden “bir şey” çıkar mı? Emin olun, “herkesin bildiği şey” kâğıt üzerinde “sır” haline gelir. Çünkü müfettiş, sadece “A4’e bakar” ve ne yazık ki “A4, kitabına uydurulmuş durumdadır”. Gelelim sadede… Bilen bilir; kişilerle işim olmaz benim. Sistem, öyküdeki Azrail’i bile “yoldan çıkaracak” kadar “arızalı” ise, ister Urfa’da olup bitenleri günlerce konuşun isterse de Ankara’daki dinozorları. İstiyorsanız da Eskişehir yoluna dizilen “gökdelenleri” yahut “Boğaz’a nazır yalıların yeni sahiplerini”… KALDIRIN ‘MİLLİ SERVET’ PERDESİNİ, ALTINA BAKIN… “Yıkılsın” dediğinizde, “milli servet” itirazıyla karşınıza çıkanlar da Nazım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”ındaki aşağıya aktardığım dizelerini biliyordur elbette: “Koyunzade'nin pirinci bütün çürümüş. Alırsam mesul olurum ve hazine zarar görür.’ ‘- Size mi kaldı hazineyi düşünmek? Biz neciyiz? Biz hazineyi düşünmüyoruz, öyle mi? Haydi, gidiniz, Pirinci alınız hemen 35 kuruştan. Sizin ambarın önüne kadar getirmiş zaten. Bu kadar da hüsnü niyeti var adamcağızın. Müstahsile müşkülat çıkarma, oğlum. Milli serveti korumak ödevimizdir.” “Milli serveti” perde yaparak, “zihinsel işleyişi” başta olmak üzere memleketin altına dinamit konulmasına sessiz kalmak, bir çürümüşlük sendromudur. Bu sendromdan kurtulmanın yolu, sistemi, yurttaşları için şeffaf, katılıma açık ve hesap verebilir bir hale getirebilmekten geçer. Bunun için sistemi değiştirmek şarttır. Değiştirmek mümkün mü? İstiyorsak, elbette! NOT: Uzun oldu; sistemin nasıl değiştirileceğini ve “Altılı Masa”nın buna dair vaatlerini bir başka yazıya bırakalım.