Hangi dilde bu kadar güzeldir aşk?

Abone Ol
Aradan bin yıldan fazla zaman geçmiş; biz Ahmet Yesevi’den Hâkim Ata’ya, Hacı Bektaş Veli’den Yunus Emre’ye kadar uzanan geçmişimizi anlıyoruz da siz neden daha dününüzü anlamıyorsunuz? Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına hazırlanan bir süreçten geçiyoruz. İlk yüzyılın beş yıl öncesi kurtuluş sürecidir ve bilinenin aksine o sürecin başlangıcı, 30 Ekim 1918’dir. Mondros Bırakışması imzalanmıştı o gün... O gün, Osmanlı, İstanbul’daki ‘Saray ve Şurekası’nın korunması şartıyla galip devletlere teslim olmuş; Sevr’in kapısını açmıştı. Bilinen kuraldır; bir yerde teslimiyet varsa isyan da vardır. Biz buna “zıtların birliği” diyoruz. Teslimiyet sürecine karşı Samsun’da atılan ilk adım, 29 Ekim 1923’de tamamlanmıştı. Sonrası kuruluş sürecidir. Saltanat kaldırılalı yüz yıl olmuş. Cumhuriyet devrimlerinin temel taşlarından biri olan “harf inkılabı”nın üzerindense 95 yıl geçmiş. 1 Kasım 1928’de, Türkiye, Arap harflerini bir kenara bırakıp, Latin Alfabesini kabul etmiş ve istatistiklere göre o tarihlerde Saray ve çevresinin hâkim olduğu okuma yazma, açılan millet mektepleri sayesinde bütün toplum açısından ulaşılabilir hale gelmiş. DİLİ HİSSETMEKTİR ASLOLAN… Aşağıdaki güzel dizeler de bundan sonra yazılmış. “incecikti,  gül dalıydı, Dokunsam kırılacaktı. Dokunmadım, kurudu.”   Dizelerin de hatırlattığı gibi dil, histir! Hissederseniz, varsınız. Tıpkı Yahya Kemal gibi… Sormuşlar, “şair olduğunuzu ne zaman anladınız?” Demiş ki “Türkçeyi hissettiğim zaman”… Yahya Kemal’in, “Gördüm: Dişi bir parsın ela gözleri vardı” diye tanımladığı Nazım’ın annesini görür görmez âşık olduğunu bilen bilir. Bu ilişkiyi fark eden Nazım’ın, “Hocam olarak girdiğin bu eve babam olarak giremezsin” dediğini de… İkisi de meramını en güzel tarzda anlatırken aracıları Türkçedir; yani Mahir Ünal’ın “Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünmemizi yok etmiştir" sözlerinin muhatabı olan dil.
Yunus’un dediği gibi sözün aracıdır dil ve insan, meramını dil ile anlatır. Üstelik dil öyle bir şeydir ki onunla attığınız düğümü, başka hiçbir şey ile çözemezsiniz.
Bakın o dili Nazım nasıl anlatmış: “Çocuklarımıza Türkçe okutmak, öğretmek, sevdirmek onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey.” Bunları söylemek, sözden anlamayı, söze anlam yüklemeyi ve dil ile hemhal olarak, bir büyük dünya tasavvurunda bulunmayı gerektirir. MEZAR TAŞINDAKİ YAZILAR… Ama o “dilden pek anlamaz” iktidarın aparatçikleri? Zaten o nedenledir ki her fırsatta, “bir gece çıkartılan bir yasa ile dedemizin mezar taşını okuyamaz hâle geldik” gibi tarihle, toplumla bağı olmayan sözler sarf ediyorlar. Bir mezar taşında, “ruhuna Fatiha”dan başka ne yazabilir ki? Bir de merhumun adı… Bu nedenle Mahir Ünal’ın sözleri de “dedemizin mezar taşını okuyamıyoruz” gerekçesi de temelsizdir. Yunus’un dediği gibi sözün aracıdır dil ve insan, meramını dil ile anlatır. Üstelik dil öyle bir şeydir ki onunla attığınız düğümü, başka hiçbir şey ile çözemezsiniz. Aradan bin yıldan fazla zaman geçmiş; biz Ahmet Yesevi’den Hâkim Ata’ya, Hacı Bektaş Veli’den Yunus Emre’ye kadar uzanan geçmişimizi anlıyoruz da siz neden daha dününüzü anlamıyorsunuz? Latin harflerinin kabul edildiği Meclis tutanaklarından anlıyoruz ki önce Latin Harfleri uygulanmış, pek çok olumlu sonuç elde edildikten sonra yasalaşmış. Yasanın, 1 Kasım 1928 günlü oturumda görüşüldüğünü biliyoruz; o oturumda konuşan Mustafa Kemal’in sözleri buna tanıktır:
Anlaşılan o ki Ünal’da dile gelen zihniyet, “harcımızdaki” Arap dilinin ve kültürünün hegemonyasının kırılma çabasından rahatsızdır.
 “Basit bir tecrübe Latin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk evlâtlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.” İnönü’nünkiler de… “Teşebbüs, esasen milleti cehaletten kurtarmak teşebbüsüdür. Tecrübelerimizle memleketin her tarafında yakından gördünüz ki; Türk alfabesi ile bu milletin okuma yazma mücadelesine girmesi her tarafta büyük bir açılma, büyük bir kolaylık vermiştir.”Bir gece ansızın” olmamış yani! CUMHURİYET KORUNACAKSA, ONU DA BİZ…” Herkesin dili kendine ama Kaşgarlı Mahmud’dan beri biliriz ki “düşüncenin evi” olan dil, bir ırmağa benzer. Biliriz ki bir ırmak, doğduğu yerden ulaştığı yere kadar geçtiği her yerden bir şeyler alır, birikir ve böyle zenginleşir. Hak vermek anlamında değil ama Mahir Ünal’ın sözlerinin arkasını okumak açısından diyebilirim ki dil, bir çeşit toplumsal harç işlevi görmektedir ve hangi dili seçerseniz o harcı kararsınız. Ünal’ın özlemini çektiği, resmi dilin Arapça olduğu ve Anadolu insanının o dili bilmediği ve Kurtuluş mücadelesiyle yıkılıp giden düzenedir. Anlaşılan o ki Ünal’da dile gelen zihniyet, “harcımızdaki” Arap dilinin ve kültürünün hegemonyasının kırılma çabasından rahatsızdır. Gelelim asıl sormamız gereken sorulara… Peki ama durup dururken niye böyle konuştu Ünal? Madem konuştu, neden sözünün arkasında durmayıp istifa etti? Peki ya Bahçeli’nin esip gürlemesini nasıl yorumlamalı? “Cumhuriyet devrimleri korunacaksa onu da biz koruruz” ve “garantörü Bahçelidir” algısını kuvvetlendirmek için. Asıl mesele, toplumun bu tuzağa düşmesini engellemektir.