Halkçılık, sağ siyasetçilerce -genellikle de kasıtlı olarak- yanlış kullanılan popülizmin Türkçe karşılığıdır. Sağ siyasetçiler rakiplerini eleştirirken popülizme "halkı kandırmak için boş vaatte bulunmak" gibi bir anlam yükleyerek, olumsuz anlamda kullanırlar. Nedir peki popülizmle suçlanan bu "boş vaatler"? Asgari ücreti, taban fiyatlarını yükseltmek, sosyal yardımları, sübvansiyonları uygulamak, iş güvencesi ve güvenliğini sağlamak vb. Yani emekçi, yoksul halka kaynak aktarıcı politikalar...Tüm bunların "gerçekleştirilemez, rasyonel olmayan, kaynakları heder edecek ve ekonomiyi batıracak" talepler olduğu fikri, popülizmin bu tarz kullanımıyla kitlelerin beynine yerleştirilmek istenir. Popülizmin bu çarpıtılmış kullanımın dünya da yaygınlaşması da, son derece anlamlı biçimde neo liberal politikaların egemen hale gelmesiyle birbirine denk düşmektedir.
Popülizm alanında kavramsal kargaşa yaratan kullanımlardan bir başkasına da, Latin Amerika araştırmalarından yanlış bir esinlenmenin ürünü olarak özellikle sol iktisat literatüründe rastlıyoruz. Örneğin "Özal, son döneminde sert liberal ekonomi politikalar yerine popülist politikalar uygulamayı tercih etti" gibi... Pragmatik ya da güncel siyasi zorlamalar gibi nedenlerle atılan halkın gelirini artırıcı ekonomik adımların da "popülizm" olarak nitelendirilmesine oldukça sık rastlıyoruz.
Oysa...
Halkçılık çok önemli bir siyasal düşüncenin ve politik akımın adıdır. Rusya'da Narodnik hareket, Fransa'da 1900'lerin başında Radikal Parti'de simgeleşen solidarist hareket ve kısmen de ABD'de "Grangers" ve "Greenbackers" diye bilinen köylü/ çiftçi hareketlerinin ardından Demokrat ve Cumhuriyetçiler karşısında "üçüncü yol" seçeneği olarak kurulan Popülist Parti, halkçılık akımının ilk örnekleri ve diğer coğrafyalardaki halkçılığında esin kaynaklarıdır.Halkçılık 1800'lü yılların son çeyreğinden 1980'li yıllara kadar çok yaygın ve etkili bir siyasal akım olmuştur. Sosyalizmin yenilgisi ve neo liberalizmin hegemonyası ile zayıflama yaşamasına karşın, özellikle de Amerika kıtasında Meksika, Venezuela, Bolivya vb. bazı ülkelerde hala güçlü temsilcileri bulunmaktadır.
Halkçılığın temel özellikleri...
Halkçılık esas itibariyle bir ara dönem (geçiş dönemi) ve bir ara sınıf(işçi sınıfı ve burjuvazi arasında yeralan) akımıdır. Etkili oldukları dönemler ve ülkeler feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin ciddi sancılar yarattığı ve/ya politik bir işçi hareketin şekillenmediği ya da hegemonya kuracak güce sahip olamadığı dönemler/ülkelerdir.
Halkçı akımı karakterize eden temel özellikleri şu şekilde sıralamak mümkün: Teorik olarak içerisindeki sınıfsal ayrım ve çelişkileri önemsizleştirerek tüm halkın eşit derecede temsilciliği iddiasındadır. Fakat pratikte ilk başlarda belirgin biçimde bir köylü hareketi daha sonrada kent yoksulları ve kentsel ara sınıfların (modern küçük ve orta burjuvazi) temsilcisi olarak görürüz biz halkçılığı...
İşçi sınıfı da temsil iddiası alanına girer halkçılığın... Ama Marksizm'den farklı olarak "halkçılık"ta işçi sınıfının özel ve öncelikli yeri yoktur. Önemi halkın bir parçası olmasından ibarettir. Halkçı akımın "ötekisi" ise temel olarak emperyalizm ve/ya feodalizmdir. Buna bazı durumlarda burjuvazinin bir bölümü de (işbirlikçi/komprador vb.) eklenir.
Siyasal ütopyası "bağımsızlık" ve "köylülüğün/kent yoksullarının" varlığı ve değerleri üzerinde yükselen durağan-çatışmasız bir eşitlikçi ve organik toplumdur. Bu anlamda kapitalizm ve sosyalizm arasındaki ütopik/hayali bir "üçüncü alan"da konumlandırır kendini.
Hangi halkçılık?
Halkçılık bu üçüncü yolcu ütopik karakterinden ve amorf bir temsilcilik iddiasından dolayı hiç bir zaman bağımsız bir siyasal seçenek yaratamadı..."Üçüncü Yol" arayışı hep canlı kaldı ama reel bir seçeneğe de dönüşemedi. En nihayetinde halkçı akımlar temsil ettikleri alt ve orta sınıfların hareket içindeki ağırlıklarına ve sosyalizm seçeneğin dünya çapındaki güç düzeyine bağlı olarak tercihlerini sosyalizmden ya da kapitalizmden yana kullanmak durumunda kaldı.
Bu çerçevede kapitalizm koşullarında halkçılığı, "sistem içi halkçılık" ve "sistemi aşan halkçılık" olarak iki ayrı başlıkta ele almak olanaklı olduğu gibi "statükocu" ve "ilerlemeci" halkçılık olarak da anlamlı bir tasnif yapılabilir. Ulus devlet kuruculuğu ile kapitalizmi daha eşitlikçi/dayanışmacı yönde reforme etmeyi amaçlayan solidarist akımlar "sistem içi halkçılığı"nın"; Çin, Küba, Nikaragua vb. sosyalizme yönelen örnekleri de "sistem dışı halkçılığı"nın örnekleri olarak kabul edebiliriz. Ayrıca ilk örnekleri, ABD ve Fransa halkçılığının; ikincileri de Rus Narodnik geleneğinin ardılları saymakta yanlış olmayacaktır.
Bugün Venezuela, Bolivya gibi ülkelerde Chavez ve Morales gibi liderlerin önderliğinde kapitalist mülkiyet ilişkilerine dokunmadan ama kapitalizmin sınırlarını da zorlayarak iktidarını sürdüren halkçılık örneklerini ise, yukarıdaki iki türün ortasına yerleştirmek mümkün gözükmektedir.
"Statükocu" ve "ilerlemeci" halkçılık gibi bir tasnifi kullanacak olursak: Ulus devlet kurucusu halkçılığı ve Fransız solidarizmini "statükocu halkçılık", Narodnizm ve ardılları ile sosyal demokrat olarak nitelenemeyecek bazı "Halk Parti"lerini "ilerlemeci halkçılık" sayabiliriz. Zira ulus devlet ve solidarist anlayış kendi içinde uyumu, dengeyi esas alan eşitlikçi, çatışmasız, sınıf ayrımı ve mücadelesi olmayan organik/ ideal toplumu -üstelik kapitalizm koşullarında- kurdukları iddiasındadırlar. İlerlemeci halkçılık ise en genel manada sınıfsal ayrım ve mücadelenin varlığını kabul eder, daha da ötesi bu çelişki ve çatışmalar zemininde yükselir. Bu mücadeleyi de temel ilerleme dinamiği olarak görür. İlerlemeci halkçılığın ayrıca kendi içinde reformcu ve devrimci kanatlara ayrıldığını görmekteyiz.
Türkiye halkçılığının seyir defteri...
Türkiye halkçılığın başlangıcı 2. Meşruiyet günlerine kadar gider. Jön Türk, İttihat Terakki ve Kemalizm geleneği ile devam eder. Bu halkçılığı ulusçu halkçılık olarak niteleyebiliriz. Henüz ulus devletin kurulmadığı ve oturmadığı dönemlerde ulusçuluk ile halkçılık aşağı yukarı eş anlam taşırlar. Ulusçuluk saltanata ve emperyalizme karşı toplumun tüm muhalif kesimlerini, yani halkı temsil etme iddiasındadır. Ulusal hareket devletleşene kadar, bu iddia gerçek bir iddiadır da...
Türkiye'nin ilk halkçıları ile ilk milliyetçileri bu yüzden aynı isimlerdir. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp, Ahmet Ağaoğlu, Ömer Seyfettin vb. gibi... Türk halkçılığının esinlendiği iki temel kaynak vardır. Birincisi Rus ve Balkan narodnizmi ikincisi de Fransız solidarizmi... Ziya Gökalp Osmanlı geleneğini içten yaşayan ve bu etkileri taşıyan biri olduğu için kendini Fransız solidarizmine, yani sınıfsal ayrımların olmadığı mesleki temeller üzerinde yükselen organik ve eşitlikçi bir toplum anlayışına daha yakın bulur. Ayrıca din unsuru Gökalp halkçılığında merkezi bir konumdadır. Rus deneyimini içinden yaşayan ve Avrupa sürecini de yakından izleyen Yusuf Akçura gibileri de "orta sınıfın" (o günkü koşullarda "burjuvazi" böyle tanımlanıyordu) geliştirildiği, öne çıkarıldığı bir halkçılık(ulusçuluk) anlayışını savunuyordu. Ayrıca bu ikinci halkçılık anlayışı çok net laik ve seküler bir dokuya sahipti. Kemalizm'in halkçılık (ulusçuluk) anlayışını, bu iki yaklaşımın bileşkesi olarak tanımlamak olanaklıdır. Kurtuluş savaşı yıllarında daha radikal ve narodnik gelenekle daha dolaysız benzerliği olan ama çok uzun ömürlü olamayan bir halkçı hareket daha ortaya çıktı. Anti emperyalist ve anti feodal söylemi daha sosyalizan bir içerikle savunan ve kendine köylülüğü temel taban kabul eden Halk İştirakiyun Partisi...
Halkçılığın ilk dalgasının sınırları...
Türkiye halkçılığının ana damarı ulusçuluk ve halkçılığı içiçe taşımıştır. Sürece tarihsel gelişimi gözeterek baktığımızda da milliyetçi damarı halkçılık damarına göre çok daha baskın bir niteliğe sahiptir. Rusya Narodnikleri gibi Türkiye halkçılığında da "halka gitmek" söylemi başattır. Ama halka "üreten ve ezilen halk bilinci" taşıyan Rus Narodnizmi'nden farklı olarak, Anadolu köylüsüne ezilmeden kurtuluş reçetesi olarak "Türklük bilinci"nin geliştirilmesi verilmiştir.
Türk milliyetçiliği, Balkanlarda Yunan, Bulgar vb. etnik toplulukların kendi ulusal devletlerini kurup Osmanlı'dan ayrılmalarının yarattığı şok ile geç ve tepkici bir milliyetçilik olarak şekillenmiştir. Bu "arkadan vurulma" psikolojisi Türk milliyetçilerinin Osmanlı'daki diğer etnik ve dinsel unsurlara "potansiyel hain" gözüyle yaklaşmalarını da beraberinde getirdi. Doğal olarak bu durum, hareketin halkçı karakterini zayıflatan bir başka önemli öğeydi.
Halka/Anadolu'ya gitmek çok yaygın işlenen bir tema olmasına ve "Türk Yurdu", "Halka Doğru" gibi yayınlarda Rusya ve Balkan okumuşlarının halkı aydınlatmak için ülkelerinin en ücra köşelerine kadar düzenledikleri "akın akın seferler" özendirici bir dille anlatılsa da, Türkiye halkçılığının halka gitme söylemini, anlamlı bir pratiğe dönüştürdüğü söylenemez. Zira içlerinde önemli aydınlar ve bir bölük üniversite öğrencisi bulunsa da, Türkiye halkçılığının asıl dinamik gücü asker ve sivil bürokrasiye dayanıyordu.
Dahası Türkiye halkçılığının, sözkonusu reaksiyoner özelliğiyle varolan gayrımüslim burjuvaziye güvensizliği, yerli/Türk burjuva (orta sınıf) temelinin ise çok sınırlı oluşu ile birleşince bir başka dezavantaj oldu. Bu zayıflığa bağlı olarak din adamları içinde bu yeni halkçı/milliyetçi yönelime kendini uyarlayabilen anlamlı bir birikim de oluşamadı. Hal böyle olunca sürecin siyasal, ekonomik, dinsel alanlarının tümüne asker/sivil bürokrasinin dolaysız müdahilliği kaçınılmaz oldu. Bu da Türkiye halkçılığının bu ilk dalgasının bürokratik karakterini daha da öne çıkardı.
Kemalizm tüm bu zaafları iktidardayken yukarıda çözmeye çalıştı. Bir burjuvazi oluşturulmaya çalışıldı. Diyanet İşleri Bakanlığı kurularak cumhuriyetçi/ulusalcı din adamları sınıfı yetiştirilmek istendi. Köy Enstitüleri, Halkevleri, Türk Ocağı vb. kurularak cumhuriyet ve laiklik değerlerini taşımak için halka gidecek yeni ve dinamik bir aydın kesimi oluşturulmaya, harekete geçirilmeye çalışıldı vb.
İkinci halkçılık dalgası...
Türkiye'de ikinci halkçılık dalgası 1960'lı yıllar ile 1970'li yılları kapsar. Bu dalganın asıl olarak 1968'li yıllarda şekillendiğini ve 1978'den sonra ise krize girmeye başladığını söyleyebiliriz.
Bu ikinci dalganın en önemli özelliği ilk dalga gibi yukarıdan ve asker/sivil bürokrasi ağırlıklı değil, aşağıdan aydın ve emekçi ağırlıklı olmasıydı.
Ama burada hemen akla gelebileceği gibi "Halkçı Ecevit" söyleminde karşılığını bulan CHP'nin sosyal demokrasiye evrilme dönemini kastetmiyoruz. Bu yılların halkçı dalgası esas olarak CHP ve TİP'in dışında kalan bir dizi devrimci demokrat akımın şahsında karşılığını bulmuştu.
Bu hareketler Ulusal Demokratik Halk Devrimi, Demokratik Halk Devrimi, Milli Demokratik Devrim vb. adını verdikleri halkçı bir programı ve devrim anlayışını savunuyorlardı. Köylülüğe, kırın ve daha çok kentin varoşlarına ve yoksullarına dayalı bu yeni halkçılık da, tıpkı Narodnik hareketlerde olduğu gibi, hem "halka gitmek" hem de " aydınları halkın devrimciliğe/eşitçiliğe yatkın öz değerleri ile buluşturmak" terminolojisini güçlü biçimde kullanmaktaydı. Yine tıpkı Narodnik mirasta olduğu gibi, bu ikinci nesil Türkiye halkçıları da hedef olarak emperyalizme ve feodalizme odaklanıyorlar ve küçük bir işbirlikçi kesim dışında burjuvazi de dahil halkın bütününü kapsayan bir hareket olma iddiası taşıyorlardı.
Ya CHP ve TİP? CHP'nin "ortanın solu" sloganını ilk kez dillendirdiği yıllarda bir ölçüde halkçı bir akım görüntüsü verdiği söylenebilir. Keza Aybar TİP'inin bir işçi partisi olarak başladığı serüveninde giderek bir reformist halk partisi olmaya doğru evrim geçirdiği de... Ama Ecevit CHP'si ve Aren-Boran TİP'i bir halkçı hareket olmaktan çok reformcu bir işçi partisi niteliğindeydiler. Örneğin Ecevit CHP'si sosyal demokrat çizgiyi netleştirdikçe asıl omurgasını sendikalar üzerine şekillendirmeye başlamıştı. İlk başta Türk-İş içerisinde ciddi bir etki alanı yaratmaya başlayan CHP, ardı sıra DİSK içinde de hakim duruma gelmişti. 1970'li yılların ortalarından sonra her iki sendikanın başında sosyal demokrat çizgileriyle tanınan Halil Tunç ve Abdullah Baştürk bulunmaktaydı. Yani CHP'nin en halkçı göründüğü ve toplumda en güçlü yankı uyandırdığı dönem, aslında CHP'nin bir sınıf partisi olmaya en çok yaklaştığı dönemdi de...
Bir başka önemli ayrım ve karışıklık...
Bu noktada halkçılık (popülizm) literatür ve tartışmalarında sıkça karşılaştığımız bir başka "karışıklık"la yüz yüze geliyoruz. Bu tartışmalarda bir program, örgütlenme ve eylem tarzı olan halkçılığın sıklıkla bir "söylem"e indirgendiğini görüyoruz.
Oysa bir politik söylem, bir argüman biçimi olarak "halkçılık" tüm sınıfları ve sınıfsal politikaları kesen ortak bir haldir. Zira belirli sınıfsal kesim ve programlar üzerinde yükselen tüm siyasal akımlar, kendi programlarına toplumun en geniş kesimlerini kazanmak, kazanamayacağını tarafsızlaştırmak ister. Ayrıca tüm temel sorunları kendi programına entegre ederek, tüm toplumsal sorunlara kendi sınıfsal programı doğrultusunda çözüm demetleri hazırlar. Bir işçi partisi de, bir burjuva partisi de doğrudan ve salt kendi dar sınıfsal çıkarlarını propaganda etmez. Kendi programını söylem düzeyinde halkçılaştırır. Etnik, dinsel, cinsel, yerel vb. vb. tüm siyasal, ekonomik, kültürel alanı kapsayan bir alanda kendi sınıfsal programlarını yeniden üretir. Ama bu söylemsel halkçılaşmanın, halkçılık olarak bilinen akımla benzerliği yüzeyseldir.
Bu anlamda bir "sınıf siyaseti" ile bir "halkçı siyaseti" ayıran halkın tüm ezilen kesimlerinin çıkarlarını dillendirmek değil, bunun bir sınıfsal merkeze sahip olarak mı yoksa böyle bir temelden yoksun olarak mı yapıldığıdır.
Yeni halkçılık arayışları ve bir uyarı...
Solun yeniden ve ancak etkili bir halkçı söylem tutturmasıyla yeniden alternatif olabileceği kesindir. Bu halkçı söylem elbette somut koşullar temelinde güncellenmek durumundadır.
Bugün işçi sınıfı belirli değişimler geçirmiş olsa da ve bu değişimler politika ve örgütlenme de belirli zorluklar yaratsa da, dünyanın her coğrafyasında "ücretli" olarak çalışanlar toplumun sayısal anlamda da en büyük ağırlığını oluşturmaktadır. Bu aynı zamanda, toplumun etnik, dinsel/mezhepsel, cinsel, çevresel, bağımsızlık, laiklik vb çelişki alanlarının da -yani geçmişin halkçı söylemini oluşturan tüm sorunların da- daha doğrudan ve organik biçimde sınıf politikasına bağlanmış olması demektir. Dolayısıyla bugün halkçı söylemli bir politika ile sınıf merkezli siyaset çok daha içiiçe geçmiş ve birbirinin gerek şartı olmuştur.
Bu gerçeği görmediğimizde, Laclau, Mouffe, Negri, Hard gibi bazı neo marksist çevrelerin kimlik eksenli yeni toplumsal hareketlere ya da "çokluk" adını verdikleri ve içeriği ve sınırı belli olmayan amorf kitlesel hareketlenmelere dayalı olarak geliştirdikleri ve "yeni liberal halkçılık" olarak niteleyebileceğimiz bir alana kaymak riski de güçlüdür. Ki bu çok parçalı ve çok parçalayıcı bir platforma düşmek; bir başka ifadeyle "radikal halkçılığa gitmek için çıkılan yolculukta liberal halkçılığa varmak" gibi trajik bir durum olacaktır...
Ez cümle, bugün artık daha etkili ve süreğen bir halkçı siyasal söylemi inşa etmek için daha net ve kararlı bir sınıf merkezli siyasete ihtiyacımız vardır.