Pazar günü yayınlanan HSK’nın kararıyla pek çok hâkimin görev yeri değiştirildi. Bu kararlarda iktidarın etkisi uzun süredir tartışılıyor. Hukukçu Doç. Dr. Hasan Sınar, HSK’nın Türk hukuk müktesebatındaki yerini ve son kararı değerlendirdi. Hâkim ve Savcılar Kurulu (HSK) Birinci Dairesi, 19.06.2022 (Pazar) gecesi HSK resmî internet sitesinden uzun süredir beklenen “Adli ve İdari Yargı 2022 Yılı Ana Kararnamesi”ni yayımladı ve bu Kararname ile toplamda 5426 hâkimin görev yerleri değiştirildi. Kamuoyunda bu kararname daha çok gündemdeki popüler davalarda görev yapan ve siyasal iktidarın arzusundan ziyade, vicdanî kanaatlerine göre hareket eden bazı iyi hâkimler üzerinden okundu ve iktidarın istekleri doğrultusunda hareket etmeyen hâkimlerin “sürgün” edilmesi yoluyla, diğer hâkimlere mesaj verildiği iddiaları gündeme taşındı. Bu kapsamda, kararname ile söz gelimi Kavala davasında sağlam bir gerekçe ile “beraat” yönünde muhalefet şerhi düşen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi hâkimin Tokat’ın Turhal ilçesine atanması veya Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’nda hunharca işlenen Cemal Kaşıkçı cinayetine ilişkin ceza davasının hukuken çok tartışmalı bir biçimde Suudi Arabistan’a gönderilmesine muhalefet şerhi düşen İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı’nın Kahramanmaraş’a atanması, bu iddiaları destekleyen örnekler olarak hafızalara kazındı. Ancak hukukçu olarak “tek tek ağaçlara değil ancak ormana odaklanarak”, bu bireysel örneklerin ötesinde sormamız gereken çok önemli soru bence şu: Nasıl oluyor da hukuk düzenimizde “hâkimlik teminatı” Anayasal bir güvence olarak yer almasına karşın, bir Kararnameyle Türkiye’deki hâkim ve savcıların yaklaşık ¼’ü bir gecede görev yerlerinden alınarak başka bir yerde görevlendirmeleri mümkün olabiliyor? Ve elbette nasıl oluyor da ezelden beri bu HSK kararnamelerinde nalıncı keseri gibi yontulanların ilk sırasında hep, siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen kararlara imza atan hâkimler yer alıyor? Şimdi hep birlikte bu soruların yanıtlarını arayalım. Öncelikle, teknik hukuk yönünden, hiç kuşkusuz ki, bir hukuk devletinde, demokratik rejimin temel unsurlarından birini hâkimlik teminatı oluşturur. Çünkü ancak bu teminat sayesinde kuvvetler ayrılığı sistemi işlevsellik kazanabilir ve yargı erkinin diğer erklere ve özellikler yürütmeye karşı bağımsızlığından söz edilebilir. Türk hukukunda 1982 Anayasası’nın 138. Maddesi – 1961 Anayasası’nın 132. Maddesi ile paralel bir biçimde, hâkimlik teminatını düzenler. Buna göre hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm kurarlar. Anayasanın yine aynı maddesine göre, hiçbir organ, makam, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında Mahkemelere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Aynı şekilde, görülmekte olan bir dava ile ilgili Yasama meclisinde yargı yetkisinin kullanılmasıyla ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. Bu güvencelerin yanı sıra Anayasa’nın 139. Maddesinde, yasama ve yürütme karşısındaki bağımsızlıklarını koruyabilmek için hâkimlerin azlolunamayacağı, kendileri istemedikçe Anayasa’da belirtilen yaştan önce emekliye ayrılamayacağı, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun bırakılamayacağını kabul ederek, hâkimlik mesleğini teminat altına almıştır. Görüldüğü üzere, tüm bu güvence hükümleri ile hâkimlerin “görev teminatı” çok yönlü olarak sağlanmış olmasına karşın; ne yazık ki bu hükümler yalnızca “görev teminatı” ile sınırlı kalmakta ve hâkimlerin görev yerlerinin değiştirilememesi anlamına gelen “coğrafi teminatı” kapsamamaktadır. Bu durum, 12 Eylül’ün bir ürünü olan 1982 Anayasası’nın, 1961 Anayasası’ndan ayrıldığı bir husustur. Çünkü mülga 1961 Anayasası’nda, yüksek dereceli hâkimlerin muvafakatleri alınmadan, terfi ettirilerek de olsa, görev yerlerinin değiştirilememesi esası benimsenmiştir. Oysa, 1982 Anayasası hazırlanırken, anayasa koyucu bilinçli bir tercihle hâkimlik teminatını salt görev teminatı ile sınırlamış ve hâkimleri coğrafi teminattan yoksun bırakan bir rejimi benimsemiştir.
Asıl şaşırtıcı olan, tüm bu gelişmelere karşılık kamuoyunun zaman zaman HSK’dan, sanki gerçekten yargıyı temsil eden bağımsız bir kurummuş gibi, hâkim ve savcıları yürütmenin zorlamalarına karşı koruması beklentisi içerisine girmesidir.
Elbette bu eksiklik askeri yönetim sonrasında seçimle işbaşına gelen her sivil siyasal iktidar tarafından da teşhis edilmiştir, parti programlarında yargıya ilişkin vaatlerin birini her daim hâkimlere “coğrafi teminat”ın sağlanması oluşturmuş ancak 1982 Anayasası’nda yapılan çok sayıda değişiklikler esnasında, nedense sıra bu konuya bir türlü gelememiştir. Yakın tarihte ise, coğrafi teminat konusundaki en somut gelişme, 30 Mayıs 2019’da Sayın Cumhurbaşkanı tarafından görkemli bir törenle duyurulan “Yargı Reformu Strateji Belgesi” ile yaşanmıştır. Reform stratejisinde hâkimlerin bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlamak için getirilen güvencelerin arttırılması planlanmış ve bu kapsamda Anayasa’da ve yasal mevzuatta düzenlenmemiş olan coğrafi yer teminatının belirli bir kıdeme sahip hâkim ve savcılar için kabul edileceği belirtilmiştir. Buna göre hâkim ve savcıların kendi istekleri dışında -terfi etmek suretiyle dahi görev yerleri- değiştirilemeyecektir. Nitekim bu gelişme Reform stratejisini açıklayan Sayın Cumhurbaşkanı tarafından “Hâkim ve savcılar için coğrafi teminat getiriyoruz. Coğrafi teminat hâkim ve savcıların isteği olmaksızın başka yere tayin edilememesi anlamına geliyor. Mesleki teminatlarının güçlendirilmesi hedefliyoruz.”  şeklinde dile getirilmiştir. Bununla birlikte, “coğrafi teminat” müjdesini içeren Strateji belgesinin açıklanmasından yalnızca 1 gün sonra 1 Haziran 2019 tarihinde yayımlanan HSK kararnamesiyle 3722 hâkimin görev yerinin değiştirilmesi, siyasal iktidarın bu konudaki samimiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur. Coğrafi teminat konusuna ilerleyen süreçte 2 Mart 2021’de yayımlanan “İnsan Hakları Eylem Planı”nda da yer verilmiş ve bu Eylem Planı’nın hayata geçirilmesine ilişkin Cumhurbaşkanı tarafından yayımlanan Genelge’ye uygun olarak, Adalet Bakanlığınca bir “İnsan Hakları Eylem Planı Uygulama Takvimi” yürürlüğe konulmuştur. Eylem planı içerisinde yer alan sözgelimi sulh ceza hâkimliği kararlarına karşı dikey itiraz usulü getirilmesi gibi bazı hedefler -gecikmeli olsa da” hayata geçirilebilmiş ise de hâkimlere coğrafi teminat sağlanmasına ilişkin bir somut çalışma veya hazırlıktan söz edebilmek mümkün olamamıştır. Aksine 19 Haziran 2022 gece yarısı yayımlanan HSK kararnamesiyle, tek seferde Türkiye’deki toplam hâkim ve savcıların ¼’ünden fazlasının yerlerinin değiştirilmiş olması, siyasal iktidarın bu konudaki söylem ve eylemleri arasından nasıl derin bir tutarsızlık ve çelişki olduğunu ortaya koymaktadır.
Bugün hâkim ve savcıların tüm atama, terfi, tayin ve diğer özlük hakları konusunda tek yetkili kararı organı olan ve 13 üyeden müteşekkil HSK’nın oluşumunda yargı erki mensuplarının neredeyse söz hakkı kalmamıştır.
Son olarak, bir de HSK kararnameleriyle yerleri değiştirilen hâkimler arasında neden ilk sırada her daim siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen kararlara imza atan hâkimlerin yer aldığı şeklindeki soruya yanıt bulmaya çalışalım. Bu soru aslında bir Türkiye gerçeğini ifade etmek ile birlikte, sorunun yanıtını bulabilmek için, geçmişe dönerek Türkiye’nin yargı bağımsızlığı sorunuyla yüzleşmek gerekmektedir. 12 Eylül rejiminin ardından sivil siyasete geçildikten sonra, 1982 Anayasası’nın antidemokratik hükümlerinin ayıklanmasına ilişkin çok sayıda anayasa değişikliğine imza atılmış ise de sistemin askeri yönetim tarafından dizayn edilmiş ana omurgası birçok farklı yönüyle mevcudiyetini korumaktadır. Bu açıdan özellikle bir hukuk devletinde yürütme erkini sınırlandırılmasında başat araçlar olan yargı erki, medya, meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler gibi, demokratik düzenin temel yapı taşı olan kurumların bağımsız ve özgür bir biçimde faaliyet gösterebilme imkanları anayasal ve yasal mevzuat ile kısıtlanmış ve yürütme erkinin tüm bu kurumlar üzerinde söz sahibi olabilmesi mümkün kılınmıştır. Dahası, özellikle 2010 ve 2017 yılında yapılan anayasa değişiklikleri ile fiili bir kuvvetler birliği rejimi tesis edilerek, yargı erkinin zaten sorunlu olan bağımsızlığı hemen tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Öyle ki, bugün hâkim ve savcıların tüm atama, terfi, tayin ve diğer özlük hakları konusunda tek yetkili karar organı olan ve 13 üyeden müteşekkil “Hâkimler ve Savcılar Kurulu”nun (HSK) oluşumunda yargı erki mensuplarının neredeyse söz hakkı kalmamıştır. 12 Eylül askeri yönetiminden miras kalan bir anlayışla Cumhurbaşkanı tarafından atanmış birer bürokrat olan Adalet Bakanı ve Bakan Yardımcısı HSK’da “doğal üye” olarak yer almaya devam etmekte ve bunun yanı sıra diğer kurul üyelerinin ise çoğunluğunu yine Cumhurbaşkanı ve belirli sayıda üyeyi ise Meclis belirlemektedir. Diğer bir deyişle, hâkimlerin “tayin” edilmesi de dahil olmak üzere, hâkimlerle ilgili her türlü kararı verme yetkisine sahip olan HSK, bugün artık yargı erkini temsil eden bir kurum olmaktan çıkmış; ancak yürütme -ve kısmen yasama- tarafından dizayn edilen sıradan bir idari kurula dönüşmüştür. Yürütmeye bağlı bulunan tüm idari kurullarda olduğu gibi, bu kurulda da yürütmenin yönlendirme, talep ve hassasiyetlerine uygun bir faaliyet rejimi yürürlüktedir. Bu açıdan asıl şaşırtıcı olan; tüm bu gelişmeler gözümüzün önünde cereyan etmesine karşın, kamuoyunun zaman zaman HSK’dan, sanki gerçekten yargıyı temsil eden bağımsız bir kurummuş gibi, hâkim ve savcıları yürütmenin zorlamalarına karşı koruması beklentisi içerisine girmesidir.