Hafıza: Hrant’ı hatırlamak

Abone Ol
Hrant’ın hayalindeki Türkiye, sivil toplum kültürümüzün doğaçlama, esneklik ve istişare gibi mekanizmalarla dinamik bir katılım sürecine bağlanması ile sivil etkileşim kanallarının çok yönlü bir bağlamdan hareketle gelişmesiydi.

Loading...

Agos Gazetesi’nin Türkiye Ermenisi genel yayın yönetmeni Hrant Dink, 16 sene önce 19 Ocak 2007 tarihinde bir suikast sonucu katledildi. Hrant, bütün farklılıklarımıza rağmen bir arada yaşama idealini bizlere gösteren bir figürdü. Yaşananlar neticesinde sözleri yarım kalsa da bizim üzerimize düşen, Hrant’ın ortak yaşam idealine dair dile getirdiği “sözleri” tamamlamaktır. Hrant’dan öğreneceğimiz temel ders, kırmadan ve dökmeden barış ağacının dalına tutunmanın Türkiye toplumu için hayati önemi haiz oluşudur. Dahası, farklılaşmanın bir öfke unsuru değil, bir eğlence unsuru olması gerektiğini anlamanın önemini de kavramamız gerektiğini öğrendik biz Hrant’dan. Modern Türkiye, farklılıkların bir potada eritilmek suretiyle ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir politik öğreti içerisinde şekillendiği için, ne yazık ki Modern Türkiye’de köklü bir çokkültürlü yaşam pratiği söz konusu olamadı. Doğal olarak, günün sonunda farklılıkları tanımayan, hatta tekçi bir anlatıyı merkezine alan ve kamusal dolaşıma sokan bir kültür kaldı. Bu kültürü karşımıza almak, bununla yüzleşmek ve bu yüzleşme sonucunda ileriye dönük sağduyulu bir kapsayıcı vizyonu telkin etmek cesaret isterdi. Hrant, azınlığın, ezilenin ve toplumsal olarak “öteki” olarak değerlendirilenin yanında saf tutarak, bu cesaretin bir parçası olmuştu. Böylesi bir cesaret bizlere tekkültürlülüğü değil, çokkültürlülüğü; tekçiliği değil, çoğulculuğu; kalın beyaz bir mermeri değil, mozaiği; “bir”likçiliği değil, birliği; horgörüyü değil, hoşgörüyü telkin ediyor. Türkiye’de bu ruhu inşa etmek, farklı ahlaki, dini ve ulusal arka planlardan gelsek de eşit yurttaşlar olarak beraber filizlenmenin ön koşulunu oluşturuyor. Geçmişle hakiki bir yüzleşme gerçekleştirmeden ve ötekiyle kurduğumuz ilişkiyi paranoyak ve hezeyanlarla dolu bir atmosferden arındırmadığımız sürece bu ruh’u inşa etmek oldukça zor gözüküyor.
Hrant, sivil toplum içerisindeki baskın kültürlerin “öteki” ile olan etkileşim süreci sonucunda yeni görüşlerle karşılaşmasının, bir tür tadil sürecine ve yeni söyleşilerin başlamasına kapı aralayacağının farkındaydı.
Dışlayıcı hezeyanlarla dolu bu atmosfere panzehir olacak ruh, sanıyorum Hrant’ın yarım kalan sözlerinde saklı: “Türkiyeliyim, Ermeniyim, iliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o hazır özgürlükler cehenneminde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere sülük misali yamanmayı düşünmedim. Ülkem ağlarken ağladım, ülkem gülerken güldüm. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma sürecine bağladım. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım. Bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık bazı kesimlerin ‘bizim Ermenilerimiz’ pohpohlamasından da ‘içimizdeki hainler’ kışkırtmasından da bıktım. Normal yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım.” Hrant’ın da vurguladığı bu “usanmışlık” duygusu, toplumda “öteki” duygusunu yaşayan birçok grubu etkisi altına almış durumda. Bu duyguyu yok edecek bir kamusal kültür etrafında kenetlenmek, Hrant’ın temel motivasyonlarından biriydi. Bizler, bugün bu motivasyonu sahiplenmeli, ileriye taşımalı ve farklılıklarımızı zedelemeksizin ortak bir kamusal vizyon etrafında biraraya gelmenin yollarını aramalıyız. Tam da burada Hrant’ın Türkiye’ye sunduğu ruh, farklı perspektiflerin birbirleriyle etkileşime geçecekleri bir çoklusöyleşi kültürünü bizlere gösteriyor. Ana akım’ın sadece bir veya birkaç grubun yahut benzer şekilde düşünen bir avuç insanın tekelinde olmasını istemiyorsak, bu ruha kulak vermeli ve mücadeleyi sahiplenmeliyiz. Böylesi bir ruh, karşılıklı öğrenmenin ve gelişmenin iki yönlü, hatta daha da iyisi çoklusöyleşilere dayalı bir süreç olacağı, çoğulcu ve karma bir yapıyı bizlere sunması açısından ciddiye alınmayı hak ediyor. Hrant’ın hayalindeki Türkiye, sivil toplum kültürümüzün doğaçlama, esneklik ve istişare gibi mekanizmalarla dinamik bir katılım sürecine bağlanması ile sivil etkileşim kanallarının çok yönlü bir bağlamdan hareketle gelişmesiydi. Bu, çok açık bir ortaklık tasarısıydı. Bu ortaklık tasarısı, melezleşmeyi, görüşlerin örtüşmesini, kesişmesini, yer yer çelişmesini ve bu çok yönlü süreç sonunda birbirlerini zenginleştirmesini merkezine alıyordu. Hrant, sivil toplum içerisindeki baskın kültürlerin “öteki” ile olan etkileşim süreci sonucunda yeni görüşlerle karşılaşmasının, bir tür tadil sürecine ve yeni söyleşilerin başlamasına kapı aralayacağının farkındaydı. Bu farkındalık ve bu farkındalığın ima ettiklerinin hakiki bir politik amaç olarak göz önünde tutulması, görünen o ki oldukça elzem. Bu bağlamda, Hrant’ın Türkiye vizyonu ve o vizyonun içindeki ruh, yurttaşlığın içsel ve dinamik bir sürece bağlı olması gerektiğini ve farklılıkları tanıyan bir toplumsal kaynaşma dürtüsünün siyasi retoriğimizde olması gerektiğini vurguluyor. Bu vurgulara kulağını kapamak, geçmişle hesaplaşmamak ve olası bir hesaplaşma sonucunda ders çıkarmamak çoğulcu bir yurttaşlık anlatısının önünü kapayan ve tabanda kamplaşmaları besleyen ana problem. Türkiye toplumu olarak bu problemleri aşmak için çabalamadıkça, aynı toplumu paylaşan yurttaşlar olarak hakiki bir yüzleşmeye gözümüzü kapatmaya devam ettikçe ve de Hrant’ın on altı sene önce yarım bıraktığı sözü tamamlamadıkça işlerliğe sahip bir demokratik ruha sahip olamayacağız. 16 yıl geçmiş üzerinden… Ama hâlâ yarasından yalanınız ve inkarınız sızıyor. Ve Hrant 16 senedir olduğu gibi Yine kalkıp hesap soruyor! Çünkü Hepimiz Hrant’ız Saygıyla anıyorum…