Loading...
Hrant, sivil toplum içerisindeki baskın kültürlerin “öteki” ile olan etkileşim süreci sonucunda yeni görüşlerle karşılaşmasının, bir tür tadil sürecine ve yeni söyleşilerin başlamasına kapı aralayacağının farkındaydı.Dışlayıcı hezeyanlarla dolu bu atmosfere panzehir olacak ruh, sanıyorum Hrant’ın yarım kalan sözlerinde saklı: “Türkiyeliyim, Ermeniyim, iliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o hazır özgürlükler cehenneminde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere sülük misali yamanmayı düşünmedim. Ülkem ağlarken ağladım, ülkem gülerken güldüm. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma sürecine bağladım. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım. Bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık bazı kesimlerin ‘bizim Ermenilerimiz’ pohpohlamasından da ‘içimizdeki hainler’ kışkırtmasından da bıktım. Normal yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım.” Hrant’ın da vurguladığı bu “usanmışlık” duygusu, toplumda “öteki” duygusunu yaşayan birçok grubu etkisi altına almış durumda. Bu duyguyu yok edecek bir kamusal kültür etrafında kenetlenmek, Hrant’ın temel motivasyonlarından biriydi. Bizler, bugün bu motivasyonu sahiplenmeli, ileriye taşımalı ve farklılıklarımızı zedelemeksizin ortak bir kamusal vizyon etrafında biraraya gelmenin yollarını aramalıyız. Tam da burada Hrant’ın Türkiye’ye sunduğu ruh, farklı perspektiflerin birbirleriyle etkileşime geçecekleri bir çoklusöyleşi kültürünü bizlere gösteriyor. Ana akım’ın sadece bir veya birkaç grubun yahut benzer şekilde düşünen bir avuç insanın tekelinde olmasını istemiyorsak, bu ruha kulak vermeli ve mücadeleyi sahiplenmeliyiz. Böylesi bir ruh, karşılıklı öğrenmenin ve gelişmenin iki yönlü, hatta daha da iyisi çoklusöyleşilere dayalı bir süreç olacağı, çoğulcu ve karma bir yapıyı bizlere sunması açısından ciddiye alınmayı hak ediyor. Hrant’ın hayalindeki Türkiye, sivil toplum kültürümüzün doğaçlama, esneklik ve istişare gibi mekanizmalarla dinamik bir katılım sürecine bağlanması ile sivil etkileşim kanallarının çok yönlü bir bağlamdan hareketle gelişmesiydi. Bu, çok açık bir ortaklık tasarısıydı. Bu ortaklık tasarısı, melezleşmeyi, görüşlerin örtüşmesini, kesişmesini, yer yer çelişmesini ve bu çok yönlü süreç sonunda birbirlerini zenginleştirmesini merkezine alıyordu. Hrant, sivil toplum içerisindeki baskın kültürlerin “öteki” ile olan etkileşim süreci sonucunda yeni görüşlerle karşılaşmasının, bir tür tadil sürecine ve yeni söyleşilerin başlamasına kapı aralayacağının farkındaydı. Bu farkındalık ve bu farkındalığın ima ettiklerinin hakiki bir politik amaç olarak göz önünde tutulması, görünen o ki oldukça elzem. Bu bağlamda, Hrant’ın Türkiye vizyonu ve o vizyonun içindeki ruh, yurttaşlığın içsel ve dinamik bir sürece bağlı olması gerektiğini ve farklılıkları tanıyan bir toplumsal kaynaşma dürtüsünün siyasi retoriğimizde olması gerektiğini vurguluyor. Bu vurgulara kulağını kapamak, geçmişle hesaplaşmamak ve olası bir hesaplaşma sonucunda ders çıkarmamak çoğulcu bir yurttaşlık anlatısının önünü kapayan ve tabanda kamplaşmaları besleyen ana problem. Türkiye toplumu olarak bu problemleri aşmak için çabalamadıkça, aynı toplumu paylaşan yurttaşlar olarak hakiki bir yüzleşmeye gözümüzü kapatmaya devam ettikçe ve de Hrant’ın on altı sene önce yarım bıraktığı sözü tamamlamadıkça işlerliğe sahip bir demokratik ruha sahip olamayacağız. 16 yıl geçmiş üzerinden… Ama hâlâ yarasından yalanınız ve inkarınız sızıyor. Ve Hrant 16 senedir olduğu gibi Yine kalkıp hesap soruyor! Çünkü Hepimiz Hrant’ız Saygıyla anıyorum…