PazarPolitik Felsefe

H.P. Lovecraft hakkında bir iki söz

Abone Ol
Lovecraft’ın kozmolojisinde bir kurtuluş veya kefaret yoktur. Sayısız evren ve sayısız boyutun oluştuğu kaotik ve kozmik bir varoluş düzeni içerisinde birbirine karışık tanrısal varlıklar yani “deity”ler vardır. Sanıyorum ki çok az yazar, Lovecraft kadar tanımlanması zor bir alanda yer alır. Çok büyük bir edebiyatçı olması ile ilgisi yoktur bu durumun; hatta Lovecraft’ın edebiyatının ne kadar güçlü ve dilinin ne kadar kuvvetli olduğu da çok tartışmalıdır. Ancak onunla ilgili söylenen her söz eninde sonunda onun ne kadar “garip” olduğunun farkına varır ve o gariplik karşısında dili döner, nutku tutulur. Bilmeyenler için Lovecraft, korku edebiyatının köşe taşlarından birisi olarak kabul edilir. 19. yüzyılın aydınlanma karşıtı ve giderek modernleşen dünyanın dehşetine bir antitez olarak kabul edilen gotik edebiyat, yerini yavaş yavaş şehirleşen ve bireyleşen insanın dertlerine kaptırır ve buradan müthiş bir korku edebiyatı antolojisi doğar. Lovecraft da bu gotik edebiyatın ve Poe, Machen, Beckford, Lord Dunsanny gibi yazarların mirasını başka bir tarz ekleyerek devam ettirir; psikolojik korku. Hatta bu anlamda Lovecraft modern korkunun da babasıdır diyebiliriz. Çünkü onun korku unsurları, realist öğeler taşıdığı kadar da psikolojiktir. Bu anlamda Stephen King’ten Joe Hill’e veya Bradbury ve Anne Rice gibi yazarlara kadar 60’lar ve 70’ler sonrası dünyanın korku edebiyatını da derinden etkilemiştir. Peki bütün korku edebiyatı nasıl olur da bu kadar şiddetli bir şekilde Lovecraft’tan etkilenmiştir? Buna bir bakalım. DELİLİĞİN SUNAKLARI Tahmin edilebileceği gibi Lovecraft’ın korku yazarlığından etkilenen sadece korku edebiyatı değildir. Özellikle heavy metal ve ekstrem metalin pek çok meşhur grubu Lovecraft’ın öykülerinden esinlenen ve kulak ziyafetine dönüşen besteler yapmışlardır; bir klasik olan Black Sabbath’ın Behind the Wall of Sleep’inden, Morbid Angel’ın Altars of Madness’ına, Metallica’nın Call of Ktulu’su ve Samael’in Rite of Cthulhu’sundan, Entombed’un Stranger Aeons’una kadar. Bence Entombed’un son şarkısından başlayalım; Stranger Aeons. Bu şarkının adı H. P. Lovecraft’ın The Nameless City adlı kısa hikayesindeki bir beyitten alınmıştır:             That is not dead which can eternal lie,             And with strange aeons even death may die.               Şu sonsuza kadar uzanan ölüm olmayabilir,             Ve tuhaf çağlar içinde ölüm bile ölebilir.   Tıpkı Tevrat’ın tüm özünün aslında Tekvin kitabında ve Kur’an’ın özetinin Bakara Suresi’nde olması gibi Lovecraft’ın tüm korku antolojisinin özünün bu beyitte saklı olduğunu düşünüyorum. Onun kozmolojisi, kaos ve kozmosun bir arada olduğu bir kâinatın resmini çizer. Bu kozmolojide bir kurtuluş veya kefaret yoktur. Sayısız evren ve sayısız boyutun oluştuğu kaotik ve kozmik bir varoluş düzeni içerisinde birbirine karışık tanrısal varlıklar yani “deity”ler vardır. Hikayelerinin çoğunda kahramanlar trajik bir şekilde bu varlıkların kötücül doğalarıyla karşı karşıya gelirler ve genelde kurtulamazlar; alkoliktirler, bu varlıklarla karşılaşmaları sonucu zafiyete uğrayan akli dengelerini her an kaybetme tehlikesi içindedirler. Belki The Shadow over Innsmouth hikâyesi bir istisna olabilir; Innsmouth denilen bir kasabada konuk olan hikâyenin anlatıcısı bu gizemli, korkutucu ve tekinsiz kasabadaki balık gözlü korkunç varlıklarla olan karşılaşmasını anlatır. Bir süre sonra kasabanın tekinsiz varlıkları onu öldürmek ve -belki de daha da kötüsü onu kültlerine katarak sindirmek- amacıyla kahramanımızı sıkıştırdığında kaçmaya başlar. Hikâye boyunca aksiyon ve gerilim dolu bir kaçış okuruz. Kahramanımız gerçekten kaçmayı başarır. Ancak Lovecraft’ın diğer hikayelerindeki kahramanlar bu kadar şanslı değildir ve çoğu hikayesi “mutsuz” bir sonla biter; kahraman akli dengesini yitirir ve intihar eder ya da Charles Dexter Ward Vakası’ında olduğu gibi ölüp, Ward’un korkunç deneylerinden birinde Frankenstein’ın Canavarı’nda olduğu gibi tekrar dirilir, A Whisperer in Darkness (Karanlıktaki Fısıldayan) hikayesinde çıldırır. At the Mountains of Madness’da kutuplardaki dağların altında karşılaştığı korkunç Cthulhu enkarnasyonu başka bir kahramanın çıldırmasıyla biter. Lovecraft’ın hikayelerindeki bu anlatım tarzı ve genel olarak onun üslubu tek düze görünebilir. Ancak sebebini benim de çözemediğim bir şekilde psikolojik korku, felsefi bir alt metin ve sürükleyici bir hikâyeden hoşlanan herkesi cezbetmeyi başarır. Lovecraft’ın dilinde sıfatların aşırı derece kullanılması [dile getirilemez varlıklar, isimsiz varlıklar (indescribable, nameless)] ve kimi zaman hercai bir şekilde mübalağalı anlatımı, edebiyatçılar açısından Lovecraft’ı tartışmalı bir figüre dönüştürür.
Lovecraft’ın hikayelerindeki üslubu tek düze görünebilir. Ancak sebebini benim de çözemediğim bir şekilde psikolojik korku, felsefi bir alt metin ve sürükleyici bir hikâyeden hoşlanan herkesi cezbetmeyi başarır.
Ancak yine de dediğim sebeplerle ve Lovecraft’ın okuru inatla esere çivileme ısrarıyla tüm bunlar affedilir. Bir sonraki paragraf ve bir sonraki sayfaya kadar Lovecraft okuru kitabında tutar; üstelik bu hiç durmaksızın sizi boş-beleş lafa tutan arkadaşınızın bir kulağınızdan girip diğer kulağınızdan çıkan sözleri gibi değildir. Sanki Lovecraft tüm bu hengâme ve mübalağa içerisinde derinlerden bir yerden size konuşur. Tıpkı Karanlıktaki Fısıldayan hikayesinde olduğu gibi, fısıldar. Sizi kurguya ve olanların kaçınılmazlığına bağlar. Elinizden bir şey gelmez. Kahramanın çaresizliğini iliğinize kadar hissettirir ve bundan da çok küçük aralıklarla bile olsa sadistçe bir zevk duymanızı sağlayarak katarsisi yerine getirir. Lovecraft’ın tüm yeteneği bununla sınırla değildir. Tartışmalı olan “edebi” değerini, size bir bilgi sağanağına tutarak da affettirmeyi başarır. Peki bu istiğfar nereden gelir? Lovecraft’ın inanılmaz derecede geniş ve insanı hayranlık içerisinde bırakan derin mitosundan. Cthulhu mitosu olarak da bilinen bu mitos, Lovecraft’ın anlatısının çekirdeğini oluşturur. Dinlerin ve geleneksel mitosların, “kozmik kayıtsızlık” (cosmic indefferentism) görüşünü tam olarak kapsamadığının farkındadır Lovecraft; bu sebeple yepyeni bir mitos yaratmak zorunda hisseder kendisini. Ayrıca belki de bu mitos onun çocukluğundan beri yaşadığı hastalık ve acıları tanımlamakta da ona yardımcı olacaktır. Lovecraft gerçekten hastadır. Bağırsak sorunlarından, baş ağrılarından çok çekmiştir. Ayrıca teyzelerinin yanında büyüdüğü ve anne ve babası da olmadığı için bu da bir sorundur. Bunun yanında, gayrimenkul açısından sorun çekmese de nakit açısından zenginlik içinde olmadığı da bilinir. Hikayeleri de döneminde çok satmamış ve tutulmamıştır. Ölümünden sonra değeri bilinen “kült yazar” statüsüne kavuşmuş olmasının da ona pek faydası dokunmayacaktır. Tüm bunlar onun mitosunun yaratımında rol oynar. Ancak bence bunlar gelip geçici ve maddi tanımlamalardır. Lovecraft’da pek az kişide bulunan sezgisel bir mit yazarlığı vardır. İşte Lovecraft’ı Lovecraft yapan bence budur. Kendinden önceki mitlerin çoğunu bilir; Through the Gates of Silver Key (Gümüş Anahtarın Kapılarında) hikayesindeki tanrı Yog-Sothoth’u ele alalım. Kenneth Grant’a göre adeta tersine çevrilmiş bir kabalizm örneğidir. Lovecraft kabalizmin sefiroth kavramını tersten görür; hikmete varan küreler yerine tam bir yok oluş ve sonsuz lanetlenmenin olduğu bir yere varır Yog-Sothoth ile karşılaşan karakter.
Dinlerin ve geleneksel mitosların, “kozmik kayıtsızlık” (cosmic indefferentism) görüşünü tam olarak kapsamadığının farkındadır Lovecraft; bu sebeple yepyeni bir mitos yaratmak zorunda hisseder kendisini.
Lovecraft’ın sezgisel olarak addettiğim bu mitos yazarlığı kendinden önceki pek çok mitosu tersine çevirir ama aynı zamanda vaktiyle gerçekten tersine çevrilmiş mitolojilere de benzer. Ben şahsen bu anlamda Lovecraft’ın gnostik mitlerden çok fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bu yönde Lovecraft’ın ne kadar okuması olduğunu bilemiyorum. Ancak Hristiyanlığın arkaik dönemlerinde ortaya çıkan pek çok gnostik incilin kozmoloji tanımına benzer bir kozmolojisi vardır. Hatta Nag-Hammadi yazıtlarının incillerinde (Judas İncili, Mary Magdalene İncili, Hakikat İncili) tanımlanan bir deus otosius olan “demiurgos”a benzer. Lovecraft’ın tanrıları elbette bu incillerdeki tanrı ve ulu varlıklardan daha kayıtsız ve acımasızdırlar ancak mitolojik olarak izini bu eski incillerde sürmek mümkündür. Hatırlatmak gerekir ki Lovecraft bu incillerin bulunduğu 1949 yılından 12 sene önce 1937’de ölmüştür. Bu mitosu bu kısa yazıda kapsamlı bir şekilde ele almak mümkün değildir. Ancak ana hatlarıyla bahsedelim. Önce belirtmek gerekir ki bu mitosa adını veren Cthulhu en yüce tanrılardan sadece birisidir ve Büyük Eskilerden (Great Old Ones) olarak bilinir. Yig, Ghatanothoa, Nug ve Yeb, Ghisguth gibi tanrılar en eskileridir. Bir şeyi daha belirtmek gerekir; bu mitolojideki tanrılar sadece bunlarla sınırlı değildir ve inanılmaz geniş bir liste vardır, bunların bir kısmı Lovecraft’ın hikayelerinde geçer bir kısmını da Lovecraft’ı, en az Lovecraft kadar anlamış ve “Lovecraftian” öykünün ilk örneklerini yazmış olan August Derleth, Clark Ashton Smith ve Robert Erwin Howard gibi yazarların katkılarıyla daha da genişletilmiş bir “lejendaryum”a yani efsane alemine dönüştürülmüştür. Büyük Eskiler, zamanın bile takip edilemediği “zamanların” ve korkunç boyutların varlıklarıdır. Cthulhu gibi tanrılar gerçek formları bir insana göründüğü zaman o insanı tamamen çıldırtacağına inanılan şekilsiz (amorf) ve kaotik bir görüntüye sahiptirler ve genellikle Lovecraft’ın hikayelerindeki talihsiz kahramanlar ister kendi niyetleriyle -ya da trajik bir sebeple- isterse de bu tanrılara tapan acımasız bir kültle karşılaşmaları neticesinde delirirler. Bu tanrılar, zaman ve mekânın boyutlarının dışındaki varlıklarıyla sınırsız ve “her şeyi” kapsayan kesintisiz bir varlığa sahiptirler. Ancak onları sınırlandıran şey tam da zaman ve mekânın kendisidir ve yine bu sebepten, zaman ve mekân içerisinde ancak belirli bir görüntüye bürünebilirler; buna rağmen yine de görüntüleri bir insanın aklını kaçırmasına yeter. Bu dehşetler ile genelde baş etmenin bir yolu yoktur çünkü onları etkisiz kılacak herhangi bir büyü veya bilimsel bir araç bulunmaz. Mitosta aynı zamanda Büyük Eskilerden bile daha eski, Kadim Tanrılardan (Elder Gods) bahsedilir. Bunlar Yad-Thaddag, Bast, Hypno gibi tanrılardır ve Lovecraft mitolojisine onun ölümünden sonra eklenmişlerdir. Kadimlerin yanında bir de Lovecraft’ın “Diğer Tanrılar” (Other Gods) dediği varlıklar vardır. Bu tanrıların kimi Kadimlerden partenojenetik bir yolla kimi de çiftleşme ile doğarlar. Örneğin Yog-Sothoth’un Sheb-Niggurath ile çiftleşmesinden Nug ve Yeb doğarlar. Nug ise Cthulhu’yu partenojenetik yolla kendinden doğurur. Diğer Tanrılar, Lovecraft lejendaryumunda aynı zamanda Dış Tanrılar (Outer Gods) olarak da bilinirler. Denizin ve uykunun tanrısı Dagon böyle bir “diğer tanrıdır.”
Lovecraft hikayelerindeki tanrılar gerçekten olsalar bile onların metafiziksel bir ontolojilerinin olduğu tartışmalıdır. Lovecraft’a göre bir şeyin bizim bildiğimiz maddenin dışında olması onu muhakkak “doğaüstü” bir hale getirmez.
Diğer ya da Dış Tanrıların başında “kör ve aptal tanrı” olarak bilinen Azatoth bulunur. Azatoth dünyanın tanrısıdır. Tıpkı gnostiklerde dünyaya karşı kayıtsız bir “demiurgos” olduğu gibi, Lovecraft’ta da Azatoth bu “ilk maddeyi” (prime matter) temsil eden hatta ilk nefes olan pneuma’yı temsil eden bir varlık olarak kaydedilebilir. Bu tanrıların çoğu kötücül (malevolent) olmasına karşılık, Kadim Tanrıların bir kısmının hüsnüniyetle hareket ettiği örnekler vardır; bunlardan birisi Lovecraft’ın hikayesi “The Dream-Quest of Unknown Kadath” (Bilinmeyen Kadath’ın Düş Macerası)’nda anlatılır. Randolph Carter isimli protagonistin öyküsü adeta bir asit tribi renginde ve macera doludur. Carter karakteri evrenden evrene gezerken hayal gücünün tüm sınırları zorlanır, okur adeta çivilenir. Bu hikâyede Nodens adındaki kadimlerden birisi iyi niyetlidir ve Carter’a yardım eder. Ancak daha önce de bahsetmiş olduğum gibi bu gibi örnekler istisnaidir ve Lovecraft’ın kozmolojik tasavvuruna uygun bir şekilde “kozmik kayıtsızlık” örneklerini tam olarak gösterirler. Lovecraft’tan bahsederken onun The Outsider (Yabancı) hikayesinden bahsetmeden geçmek olmaz. Lovecraft’ın en beğenilen ve pozitif eleştiri alan hikayelerinden biri olarak kabul edilen Yabancı, virane bir kalede daha önce hiçbir insanla karşılaşmamış birini anlatır. Yabancının dünyayla tek bağlantısı kalede okuduğu kitaplardır. Kaleden bir şekilde dışarı çıkmayı başaran Yabancı insanların parti yaptığı bir yeri bulur ve derin bir insani ilişki özlemi çekerek partiyi ziyaret eder. Ancak insanlar çığlık çığlığa bağırarak kaçarlar; Yabancı tekrar yalnız kalır ve orada bir girintinin içerisinde korkunç bir yaratık görür ve ona dokunur. O yaratık bir gulyabanidir ve onu görünce kaçar. Ancak dokunduğu yaratığın aslında aynadaki bir yansıması olduğu gerçeğiyle biter hikâye. Neil Gaiman, bu hikâyenin Lovecraft’ın en dişe dokunur hikayelerinden birisi olduğunu söylemiştir. Benzer bir pozitif eleştiriyi Guillermo Del Toro da dile getirmiştir. Bunları daha önce yayınlanan H. P. Lovecraft-Fear of the Unknown belgeselinde izlemiştim, Lovecraft’a ilgi duyup izlememiş olanlara tavsiye ederim[1]. Belgeselin adının da gösterdiği gibi Lovecraft’ın tüm odağı “bilinmeyene duyulan” korkudur. Onun sözleriyle: İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu korkudur ve en eski ve en güçlü korku da bilinmeyen korkusudur. Lovecraft bu sebeple aşırı derecede materyalisttir. Ona göre bilinmeyen her şeyin içerisine pozitif olarak ölçülemeyen her şey girebileceğine göre, insan diliyle ifade edilemeyen hiçbir gerçeklik bilinemez; bilinemeyeceğine göre korkunçturlar. Lovecraft, bu vesileyle ateisttir. Hem de şiddetli bir ateist. Bu da bizi yarattığı “mitosun” ne kadar mitos olduğu sorusuna götürüyor. Burası Lovecraft’ın felsefesinin parladığı yerdir aslında. Her ne kadar onun üretimleri teknik anlamda “fantastik” sayılsa da belki bu anlamda daha bilimkurgusaldır. Çünkü onun psikolojik öğeler taşıyan korkularındaki tanrılar gerçekten olsalar bile onların metafiziksel bir ontolojilerinin olduğu tartışmalıdır. Lovecraft’a göre bir şeyin bizim bildiğimiz maddenin dışında olması onu muhakkak “doğaüstü” bir hale getirmez. Tam da bu sebeple tanrı olarak tapınılan varlıkların bile çoğu öyküsünde olduğu gibi zayıflıkları vardır. Ancak insanların bu zayıflıkları görüp bu tanrıları etkisiz hale getirmesi imkansızdır. Belki bu anlamda Lovecraft kusursuz bir materyalist ve pozitivisttir. Bilimin kesinliğine inanır. Öykülerinde bilimsel kesinlik önemli bir yer tutar. Buna karşılık bilimsel aydınlanma ve pozitivizmin her şeyi kazıp ortaya çıkarmasına karşı duyulan korku edebiyatının ta iliklerinde hissettiği korku, Lovecraft’ta da vardır. Onun sözleriyle: İnsanlığın huzuru ve güvenliği için dünyanın bazı karanlık, ölü köşeleri ve iskandil edilmemiş derinliklerinin yalnız bırakılması kesinlikle gereklidir; uyuyan anormallikler hayata tekrar dönmesin ve günahın dibine batmış karabasanlar kara inlerinden kıvrılarak ve sıçrayarak daha yeni ve daha geniş fetihlerine yol almasın diye… Lovecraft’ın bu sözü okumaktan inanılmaz keyif aldığım Deliliğin Dağlarında (At the Mountains of Madness) hikayesinde yer alır ve o zamandan beri aklımdan çıkmaz. Kimi zaman bilimin uğursuz ve o güne kadar düşünülemeyen bir şeyi ortaya çıkarıp tüm insanlığın güvenliğini tehdit ettiği korkusu ve düşüncesine kapılırım ve bazen bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Bu da Lovecraft’ın hikayelerinin bugün popüler kültürde gördüğümüz pek çok kurguya bıraktığı mirası akla getiriyor. 1979 tarihli Alien ve 1982 tarihli The Thing belki de bu anlamda akılda kalan en güzel kurguları oluşturur.  Yine John Carpenter’ın 1987 tarihli Karanlığın Prensi (Prince of Darkness), 1994 tarihli kült bir klasik olan Event Horizon, 2020 tarihli Sualtı (Underwater) ve ilk defa 2008 yılında çekilen ancak birkaç ayrı film olarak da yan kurgulara sahip olan Cloverfield serileri sarih ya da zımni bir şekilde Lovecraft izini taşıyan hikayelerdir. Herkes aynı fikirde olmayabilir ama çok sevdiğim yönetmen Robert Eggers’ın The Lighthouse filminin de benzer Lovecraftian unsurlar taşıdığını düşünüyorum. Bu sebeple, Lovecraft’ın hikayelerindeki psikolojik örüntüler ve mitolojisindeki unsurların tarif edilmesindeki zorluk Lovecraftian olarak bilinen filmlerin çoğunun tehlikeli derecede kalitesini düşürmesine yol açmıştır. Gerçekten de bu anlatılanlar ışığında Lovecraft’ın hikayelerinin filmlerinin çekilmesi zordur. Lovecraft’ın “tarif edilemez dehşet” olarak ifade ettiği bir dehşetin ustaca bir şekilde “göstereninin” olması gerekir. Alien bu anlamda unutulmazdır çünkü orada ustalık dehşetin kendisinin (xenomorphun) gösterilmesinde değil, çevre ve oyuncuların yönetimindedir. The Thing ve Event Horizon da bu anlamda çok ustaca yapılmış örneklerdir. Lovecraft’ın etkisi sadece filmlerle sınırlı değildir; çizgi-romanlar ve masaüstü rol yapma oyunları (RPG-FRP) da misliyle payını almışlardır. Games Workshop tarafından yaratılan Warhammer 40k oyunlarında (ve bu oyunlar üzerinden üretilen diğer materyaller, novellalar, çizgi-romanlar ve bilgisayar oyunları) bu etki açıkça görülür. Belki gelecek yazıda bundan bahsedebilirim.
Lovecraft’ın hikayelerinin filmlerinin çekilmesi zordur. Lovecraft’ın “tarif edilemez dehşet” olarak ifade ettiği bir dehşetin ustaca bir şekilde “göstereninin” olması gerekir.
Enteresan fikirleriyle bilinen Fransız filozof Michel Houellebecq, H. P. Lovecraft: Contre le monde, contre la vie (H.P. Lovecraft: Dünyaya karşı, hayata karşı) adında, King’in önsözüyle kaleme alınan ve Lovecraft’ı ve eserlerini tahlil ettiği çok güzel bir kitap kaleme almıştır. Lovecraft’ın Schopenhauer okuyup okumadığını bilmiyorum. Ancak onun Ex Oblivione şiirinin pesimist felsefenin pop-star ikonu Arthur Schopenhauer’den etkilenerek yazıldığı iddia edilmektedir. Lovecraft’ın karanlık ve kasvetli dünyasında Schopenhauer’in etkisinin olduğunu düşünüyorum. Bu benzerlik de tıpkı Schopenhauer’de olduğu gibi Lovecraft’ın da politik açıdan doğru bulunmayan görüşlere sahip olmasıyla da açıklanabilir. Lovecraft ağır derecede ırkçıdır. Zenofobiktir ve mizojinisttir. Homofobik olduğu da bilinmektedir. Alan Moore, Lovecraft’ı inanılmaz bir yetkinlikle yorumladığı Providence çizgi-romanında onun homofobikliğini çok güzel faş eder. Lovecraft’ın ırkçılığı o kadardır ki 1920’lerin ABD’sindeki okuma yazması olmayan, cahil herhangi bir ırkçı beyaz Amerikalının ırkçılığı bile bu kadar olamaz. “Zencilerin Yaratılmasına Dair” başlıklı şiiri (On The Creation of the Niggers) onun beyaz üstünlükçülüğünün nişanesidir. Elbette bu ırkçılığın dönemsel bir tarafı da vardır. Hatta Lovecraft’ın tüm eserlerini dönemsel olarak okumak da mümkündür. Ancak Lovecraft’ı ölümsüz kılan şey bu politik doğruculuktan öte sanatını ifade etmesindeki ısrarı ve bu ısrarın okurda yer bulmasıdır. Her ne olursa olsun Lovecraft, bıraktığı mirasıyla ve okuru derinden etkilediği soğuk ve kasvetli dünyasıyla edebi ölümsüzlüğü hak etmiştir. P.S. Bu yazıyı yazdığım sırada ekrana bakıp typo hatamı görerek düzelten küçük editörüm, oğlum Arda’ya teşekkür ederim. --- [1] https://www.youtube.com/watch?v=DGIH2nVRcIQ (30.06.2022)