Güvenlik politikaları tekno-siyasal öznelere mi emanet?

Abone Ol
Askerî yönetime ilişkin iktidar Hulusi Akar’ın şahsında birikmiş durumda. Muhalefetin milli güvenlik politikalarının üretimini tekno-siyasetçilerin tekelinden kurtararak demokratikleştirecek bir siyaset üretimini hedeflemesi gerekiyor.

Loading...

Yayın hayatına yeni başlayan Politikyol Tv’de 22 Ağustos’ta Gürkan Çakıroğlu’nun konuğu olan Rasim Ozan Kütahyalı, “Türkiye’de rejim, devlet, iktidar ve muhalefet” temalı söyleşi boyunca Çakıroğlu’nu sık sık “romantik olmak” ve “retro düşünmek” ile suçladı. Kendisini konumlandırdığı yer “gerçekçilik” ve “retro” ile kastettiği de herhalde, kendisinin de bir zamanlar savunucusu olduğu liberal-demokratik değerlerdi. Türkiye’nin mevcut hardcore (sert çekirdek’i kastediyorum) koşullarında Kütahyalı bu değerleri artık “naive” buluyor olmalıydı. Kütahyalı, iddia ettiği bu “hard gerçekçilik” içinden konuşurken, Çakıroğlu’nun demokrasi, çok seslilik, özgürlük vb. vurgulu müdahalelerini “ya, çoktan geçti Türkiye o aşamaları, gerçekçi olmak lazım, çok retro bakıyorsunuz” diyerek önemsizleştirme yoluna gitti. Kütahyalı’nın bilinen politik duruşuyla birlikte düşünüldüğünde rahatsız ediciliği iyice artan bu ifadelerin devamında yine aynı gerçekçi perspektiften bakarak dile getirdiği bir saptama dikkatimi çekti. Söylemek gerekiyor ki maalesef büyük ölçüde doğruyu yansıtıyordu bu saptama. Türkiye’nin istihbarat ve güvenlik bürokrasisine ilişkin bu saptamasında şöyle diyordu Kütahyalı: “Benim gördüğüm, Türk ordusunu ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nı altılı masanın da bir tür hakem kurum gibi gördüğü. Yani, dikkat et, konuşulmuyor mesela Türk ordusu ve MİT. Muhalefette de, muhalif kanallarda da konuşulmuyor. Saldırı da görmüyor. Hiç kimse tarafından.. Yani Türkiye’de o kadar şey konuşuluyor… Türk ordusu ve MİT bir tür hakem kurum gibi görülüyor. Tayyip Erdoğan da kazansa, Kemal Kılıçdaroğlu da kazansa, bu süreç daha sağduyulu gidecek gibi görünüyor.”
Rasim Ozan Kütahyalı, Gürkan Çakıroğlu’yla programında muhalefetin TSK’yı eleştiri odağı yapmadığını ve olası iktidar değişikliğinde “sağduyu”nun MİT ve TSK tarafından sağlanacağını dile getirdi ki, bu yabana atılır bir iddia değil.
Cümlelerinin ilk kısmında sol siyasi muhalefet tarafından dahil olmak üzere TSK’nın toplumsal ve siyasal bir eleştirinin odağı yapılamadığı, son cümlesinde de, olası bir iktidar değişikliğinde “sağduyu”nun (devlet politikalarında süreklilik?) ülkenin istihbarat ve güvenlik aygıtı olarak MİT ve TSK tarafından sağlanacağı iddiasını dile getiriyordu ki bu yabana atılır bir iddia değil. Gerisinde devasa bir siyaset, siyasetsizlik, teknokratçılık repertuarı barındıran bir iddia. Bu iddiayı dile getirenin Kütahyalı olduğunu bir an için unutup, düşünelim: Altılı masa etrafında toplanan muhalefet liderleri güvenlik bürokrasisine ilişkin ne söylüyor gerçekten de? Bu konuda ne türden bir fikre, bir tahayyüle sahipler? Bu konuda çalışan bir ekipleri var mı? Varsa kimler? Bu sorular üzerine düşünürken şunları gözden kaçırmamak ve bunlarla birlikte düşünmek yararlı olur. Özellikle Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesinden itibaren siyasi gücün cumhurbaşkanının şahsında temerküz etmesi ölçüsünde, askerî yönetime ilişkin bürokratik ve enformatik iktidar da büyük ölçüde Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın elinde birikmiş durumda ve birikmeye devam ediyor. 2016’dan bugüne yasalar, OHAL KHK’ları ve Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile yapılan mevzuat değişiklikleri ile, bir kısmı Genelkurmay Başkanlığı’nda bir kısmı da Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda bulunan kimi önemli yetkiler buralardan alınarak Milli Savunma Bakanlığına verildi. Aslında burada bir an duraksamak ve “Milli Savunma Bakanlığı’na verildi” yerine “Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a verildi” demek daha doğru olur. Zira, askerî iç işleyişi bilenlerin gözlemleyebileceği gibi, Milli Savunma Bakanlığının gerek mevcut teşkilat yapısı ve insangücü kapasitesi, gerekse altyapısal/yumuşak gücü ve kurumsal hafızası/gelenekleri, son dönemde üzerine aldığı birçok yetkiyi etkin ve verimli olarak kullanabilmek konusunda yetersiz. Bunu Akar da biliyor olmalı. Bu bakımdan, bu yetkilerin devredildiği yerin Bakanlık yerine “Bakan’ın şahsı” olduğunu öne sürmek yanlış olmaz. Somut ve bir yandan da fazlasıyla teknik gibi görünen bir örnek olarak subay ve astsubay tayinleri konusunda yapılan değişiklikleri düşünelim: Hatırlanacağı gibi, 2018 tarihli Cumhurbaşkanlığı 1 Nolu Kararnamesi ile general ve amiral atamalarını yapma yetkisi kuvvet komutanlıklarından alınmış, aynı kararname ile Kuvvet Komutanlıkları Millî Savunma Bakanlığına bağlanırken, atamaların da MSB’nin önerisi ile Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yapılması düzenlemesi getirilmiş, subay ve astsubayların tayin yetkisi ise kuvvet komutanlıklarında kalmıştı. Ancak 2019’da, 1 Nolu kararnameye ek yapılmak üzere yeni bir kararname hazırlanmış, bu kararname ile MSB’ye subay ve astsubayların atama faaliyetlerini ilgili kuvvet komutanlıkları ile koordineli yürütmek yetkisi tanınmış ve bu yetkiyle birlikte, subay ve astsubay atamalarında kuvvet komutanlıkları söz sahibi olmaktan çıkmış, son sözü söyleme yetkisi MSB haline gelmişti. Ardından, bununla da yetinilmemiş, 2021’de 70 no’lu Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, 2019’daki kararnamedeki yetkiler daha da genişletilmişti. Böylelikle, “subay ve astsubayların atama işlemlerini ilgili kuvvet komutanlıkları ile koordineli yürütmek” yetkisinin Millî Savunma Bakanlığı’nda olduğu hükmü konulmuştu. Böylece, daha önce atama faaliyetlerini koordinasyonla görevlendirilen MSB Personel Genel Müdürlüğü, atama işlemini bizzat yapmakla yetkilendirilmişti. O zaman tekrar ederek sormak gerekirse, Milli Savunma Bakanlığı’nın gerek mevcut teşkilat yapısı ve insangücü kapasitesi, gerekse altyapısal gücü ve kurumsal hafızası/gelenekleri, son dönemde üzerine aldığı bu ve buna benzer yetkileri etkin ve verimli olarak kullanabilmek konusunda yetersiz ise eğer, neden bunları bakanlığın ve bakanın üzerine alıyor? Burada akla gelmesi gereken “gerçekçi” bir cevap, “gerek gördüğü durumlarda müdahale edebilmek için” olmalı. Bu “fazlasıyla teknik” gibi görünen örnek, birçok politik imayı içinde taşıyor. Her şey bir yana, bu Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile kara, deniz ve hava kuvvetleri komutanlığına bağlı subay ve astsubay tayinleri konusunda yetkili kılınan MSB Personel Genel Müdürü hakkında yapılacak kısa bir Google araştırması, olası/müstakbel iktidarın, sırf atama politikaları üzerinden bile ne tür bir subay-astsubay kompozisyonu ile karşı karşıya getirileceği hakkında fikir verici olacaktır. Bu küçük örneğe eklenmesi gereken çok daha büyük meseleler de var: TSK’nın son yıllarda angaje olduğu yurtiçi ve sınırötesi askerî harekatlar, bu harekatlar dolayımıyla içine girilmiş ve halen devam eden bazıları açık bazıları gri işbirlikleri, personel ihraç, emeklilik ve temin politikaları, kurumun kimi tarihsel/güdücü değerlerindeki değişiklikler, dinsel pratiklerin artan görünürlüğü, Türk-İslam sentezinin aldığı yeni milliyetçi-muhafazakar-militarist görünümler… Yukarıda “Altılı masa etrafında toplanan muhalefet liderleri güvenlik bürokrasisine ilişkin ne söylüyor gerçekten de?  Bu konuda ne türden bir fikre, bir tahayyüle sahipler? Bu konuda çalışan bir ekipleri var mı?” diye sormuştum. Bu sorunun, üzerine düşünülmüş ve çalışılmış bir cevabı yoksa eğer, iktidar adayı muhalefet, ayrıntılarına nüfuz etmeyi en azından yorucu bulduğu bir güvenlik politikaları alanını, bir yanıyla teknokrat, bir yanıyla siyasetçi bir “tekno-siyasetçi” kadroya taşere etmeyi göze alıyor demektir. Böyle bir taşere işine girişecek yeni iktidar, Bülent Ecevit’in 1974’te başbakanken yaşadığı şeyi yaşama riskiyle her an karşı karşıya olacaktır. Ecevit, 28 Kasım 1990'da Milliyet gazetesinde yayınlanan röportajında şöyle diyordu: “1974'teki başbakanlığım sırasında, zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon istedi. Benden istenen miktar örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı... Genelkurmay'dan bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. 'Özel Harp Dairesi için istiyoruz' yanıtı geldi. Öyle bir resmi dairenin o zamana kadar adını bile duymamıştım... 'Şimdiye kadar bu dairenin giderleri nereden karşılanıyordu' diye sordum. O zamana kadar dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD'nin karşıladığı; ancak artık ABD'nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle Başbakanlık'ın örtülü ödeneğinden para istemek zorunda kalındığı bana bildirildi... Özel Harp Dairesi'nin nerede bulunduğunu sordum. 'Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada' yanıtını aldım... Hayrete düştüm.” Ancak unutulmaması gereken daha önemli bir şey var: Türkiye’de güvenlik politikaları, askerî içeriğine ek olarak, ülkenin iki kadim sorunu olan Kürt sorunu ve laiklik meselesini yatay kesen bir niteliğe de sahip. Dolayısıyla, güvenlik politikalarını milito-tekno-siyasetçilere havale etmeye meyyal bir siyasal iktidar, söz konusu iki yaşamsal sorunu da onların müdahalesine açık hale getirmeyi göze alıyor demektir.