Gülenciler, islamcılar, ülkücüler ve cumhuriyetçiler… Hükümlü eski hakim, eski HSYK üyesi Nesibe Özer’e açık mektup

Abone Ol
Sayın Nesibe Özer, Suzan Sontag’ın yaygın kullanılan bir sözü ile başlayacağım mektubuma: “Zaman, her şey bir anda başımıza gelmesin diye, mekan ise her şey sadece bizim başımıza gelmesin diye vardır.”  Bilgece bir söz bu. Ama bana bu sözün doğru olmadığını düşündüren tecrübelerim yok değil. 1980 darbesinin hemen arkasından benden büyük üç abim ve ablam uzun süredir göz altında işkence tezgahında bulunurken bir sabah üç komando cemsesi evin etrafını sarmıştı. Alıştığımız bir durumdu bu. Evimiz büyük bir bahçe içindeydi. Buna karşılık İki metrede bir komando olacak şekilde sarılmıştı etrafımız. Yüzbaşı içeri girdi ve evi bilmem kaçıncı kez arama adı altında talan etmeye başladılar. Buraya kadar olanları o kadar çok yaşamış ve alışmıştık ki alelade bir gün gibiydi bizim için. Fakat o gün hem babamı hem de anamı gözaltına aldılar. Bunun olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Ailenin tüm büyüklerinden oluşan altı kişi gözaltındaydı. Dahası işkence görüyorlardı. Evde ve geride kalanların ise en büyüğü bendim. Ama gözaltına alınacak kadar büyümemiştim henüz. Benden küçük üç kardeşim ile donup kalmıştık. Nasıl yemek yapılır hiç bilmiyordum. Aslında zaten toktuk. Ama şimdi ne yemek yapsam diye düşünmüştüm kaygı içinde. Sanırım yaşadığım travma açlık kaygısını da getirmişti beraberinde. Kardeşlerimle birbirimizin yüzüne bakmadan odaları dolaşıp durduk. Zaman yoktu. Hiç bir şey akmıyordu. Mekan da yoktu. Bir boşluğun içindeydik. Her şey bizim başımıza gelmişti işte ve dahası her şey başımıza bir anda gelmişti… YARAN NEREDEYSE CANIN ORADADIR! Sontag’ın bilgece sözü aslında doğru değildi. Çünkü anamın sıkça tekrarladığı bir başka bilgece söz doğruydu asıl: “Yaran nerede ise canın oradadır…” ve “o artık yaran değil her şeyindir. Tüm mekanın ve tüm zamanındır.…”. Çünkü, her insanın ölümü bir kıyamet ise eğer her şey bir anda sadece bir kişinin başına gelebilir… Geliyor… Zaman ve mekan kaybolup gidiyor… O günden sonra ne zaman hayatları tarumar olan insanları görsem o çocukluk         günlerim gelir aklıma. Sahi siz de yaşadınız mı aynı duyguyu? Çocuklarınız? Nasıl yaşadılar ve nasıl büyüdüler? Bir aleladelik içinde yaşarken birden bire evinize girilip talan edildi mi? Çocuklarınız yalnız bırakıldı mı? Her şeyin sizin başınıza ve bir anda geldiğini düşündünüz mü? Saçınızın kazındığını duydum. Yapabildiler mi bunu? Sayın Özer, Yaşadıklarınızı anladığımı düşünüyorum. Sizinle pek hoş bir iletişimimiz olmadı malumunuz. Ama sizi artık anlayabileceğim bir konumdasınız. Cezaevinde ve hükümlüsünüz. Ailemin altı ferdi de yaşadı benzer şeyleri ve biraz daha uzun zaman alanını. Sizinle konuşabilirim. Sizi anlayabilirim. Anlamamı kolaylaştıran şey aslında Türkiye’nin hepimize öğrettiği şeydir kanımca. Evet kıyıcı bir ülkede ve vahşetle örülmüş bir siyasal geleneğin içinde yaşıyoruz.  Sahi bu ülke hiç mi kendini sevdirmek istemez? Her gelen kuşağın neden kabuslarına dönüşür? Neden her gelen kuşağı harcamak için bu kadar iştahlıdır?  Neden zaferini kıyımla birleştirir? ARABESK MAĞDURİYETLER VE FAİLLER Sayın Özer, Kuşkusuz ki bunları arabesk bir mağduriyet içinden konuşmak istemiyorum. Mağduriyetin kimseyi haklı çıkarmayacağını biliyorum. Bazen mağdurların şiddeti ve zulmü çok daha korkunç olabiliyor malumunuz… Bu ülke kendi mağduriyetinden dolayı herkesten alacaklı olduğunu zannedenlerle dolu. Kendi yaralarını bir başkasının yarası ile birleştirmeyi vicdani bir ilke kabul edebilmiş bir demokrat gelenek ve hareket oluşamadı maalesef. Nihal Atsız ırkçılık-turancılık davasında savunmasını, “yargılanmayı kendisinin, yani bir Türkçünün hak etmediği” tezi üzerine dayandırıyordu. Yurttaşların haksız yargılanmaması gerektiğini değil kendisinin yargılanmaması gerektiğini savunuyordu. “Devletini ve milletini seven Gülenci”ler de aynı düşüncelere sahiplerdi. Bu da devletin uyguladığı  zulmün ne kadar çok toplumsal ortağı olduğunu gösteriyor aslında. Hatta bu ortaklığın ne kadar gelenekselleştiğini ve kültürelleştiğini… Ahmet Altan’ın ilk tahliyesinden sonraki tutuklanması sürecini hatırlıyor musunuz? Ben unutamıyorum o günleri. Etrafımdaki yüzlerce Cumhuriyetçi, Altan’ın yeniden tutuklanması gerektiğini söylüyor, canhıraş destek veriyordu. Üstelik “suçu”nun herhangi bir hukuki karşılığının olmadığını bildikleri halde. Yargıdan hem de artık kendilerinin “malı” olmayan bir yargıdan kendi intikamlarının alınmasını talep ediyorlardı. Kendileri de “mağdur” olduklarını söylüyorlardı dahası. Herkes yargılanabilirdi. Fakat “şerefli Türk ordusunun şerefli bir subayı yargılanamazdı…”. Cumhuriyetçilerin gerçekte bir cumhuriyetleri yoktu aslında. Bir ordusu vardı. Ama yurttaşları yoktu. Hak ve özgürlük sadece kendilerine verilen bir yetkiydi sanki… Mağduriyetten konuşmak ve bunu arabesk bir duygu patlaması içinde yapmak bıktırıcı ve sahte bir oyundan başka bir şey değil bu nedenle. Benim de yaşadığım o günlerden dolayı bir yetki ve güç hak ettiğim söylenemez. Devletin şiddeti ne kadar bıktırıcı ve süreğen ise şu yukarıdaki toplumsal ve siyasal hareketlerin “nöbeti devralmaları” da bir o kadar bıktırıcı. Yapmayan kaldı mı bunu hakikaten? Gülenciler Ahmet Şık’ın “gazetecilik”ten tutuklanmadığını yazıyorlardı. 2010 HSYK seçimi ve sonrasını hatırlıyorum. Gülencilerin nasıl bir kibirle dolduklarını unutmak ne mümkün… Ülkücüler de 1980’lerde Nurettin Soyer’in işkencelerinden bahsediyorlar da başkalarına yapılan işkencelerin neredeyse taşıyıcısı haline geldiler. Lanetli bir ülke bu ülke! Ya İslamcılara ne demeli? Bir şiirden mahkum olan insanların şiir bile okumamış insanları ömür billah içerde tutmak için yaptıkları bütün o şeyler? Utanç verici şeyler bunlar! Hepsinin, bütün şu yukarıdaki siyasi grupların bir ayağı devletin ve onun şiddet araçlarının içinde ama aynı anda kendi maruz kaldıkları nedeniyle aralıksız ağlayan insanlar cehennemi burası… Hepsi de kendilerini “mağdur”, “adanmış”, “seçilmiş” ve “özel” görüyorlar. “Devleti hak ettiklerini” düşünüyorlar. Ama ülkenin şiddet geçmişinde birbirlerinden neredeyse hiçbir nitelik farkları yok. Belki bugünkülerin daha az utanmaları olduğunu söyleyebiliriz. Hepsi o kadar işte... Geçelim bunları… Ve biz artık başka türlü konuşmayı öğrenelim… Ne dersiniz? Saçma ve sahte söylemleri yıkalım… Gerçek ve sahici konuşmalar yapalım… Ne düşünürsünüz? Yaşadığımız acılar ve yaralarımız başkalarının acılarına ve yaralarına doğru açılmıyorsa, onları saracak kadar büyük bir sağduyu yaratmıyorsa bitmek bilmez bir intikamdan başka ne kalabilir ki geriye? Sayın Özer, Benim ve sizin yaşadıklarınızı birbirine bağlayan o geleneği değiştirmeliyiz! İşte onun için yazıyorum bugün size. Sizi anlıyorum. Onun için devlete ve devlet güçlerine değil içerde hükümlü olan size yazıyorum. Yaşadıklarınızı biliyorum. Üzgünüm bunun için. Başkalarının acılarına ilelebet sağır kalındığı bu ülkede ben sizi gerçekten duymak, dinlemek istiyorum… Belki yeni ve daha adil bir dünya için böylece bir başlangıç yapmış olabiliriz. Ne dersiniz? Size özgürlük diliyorum…