Göçebe bilinçler ve yeni entelektüeller

Abone Ol
Yeni entelektüeller, Türkiyelilik diyerek, ideolojik bağlılıklarıyla ki bu alan radikal kimlik siyaseti olarak tanımlanabilir, tarihi inkâr etmeye ve ülkemizin tarihi yükümlülüklerini unutmaya devam ediyor! Toplum olmadan “tek başına” bireyin davranışının sosyal bir anlamı ve bağlamı da yoktur.  Bazen kavramlara (yabancı, milliyetçi, muhafazakar…) toplumun ortak olarak “yeniden ürettiği” anlamlar ve zihinsel kurgular olarak yaklaşırız. Anlamın ilk, yan, mecazi anlamı ve yaşam deneyiminde ortaya çıkan, habitusa katkı sağlayan değişim göstergeleri bulunur. Irk, sınıf, cinsiyet ve cinsel pratiklerin sınırlarını aştığı ve “empati duygusunun” tanınmasını sağlayan bağların inşa edilmesi için “dayanışmanın”, “göçebe bilinç” üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. “Herkes yolculukta mıdır? Yolculuk nedir?” soruları, göçebeliğin anlam inşası da sorgulamamıza neden olur. Hareketlilik, yer değiştirme gibi kavramlar ise anlamın “ilk” düşünselliğidir. Oysaki, Rosi Braidotti, terimin moda haline gelmiş anlamlarının aksine, post-modernizm denilen radikal evreyi, tarihteki belli uğrağa işaret etmek için kullanmıştır. Ekonomik üretim sistemlerindeki temel dönüşümlerin, aynı zamanda, geleneksel toplumsal ve sembolik yapıları da değiştirdiği belli uğrakların olduğundan bahsetmiştir. Post-modernizm, ulus-ötesi ve hareketli bir sermaye birikiminin yeniden örgütlenmesi demektir. Batı’da imalattan, hizmet ve bilgi temelli yapıya geçiş işgücünün küresel ölçekte yeniden dağıtımına olanak tanımış,  dünyanın geri kalanı, özellikle de gelişmekte olan ülkeler, düşük ücretli bir “üretimin -emeğin” dönüşümü ile yüzleşmiştir. Kuramsal bir çerçeve, seçenek olarak göçebe özne veya daha öteye giderek göçebe bilinç olarak tanımladığım “yabancılık hali” alternatif bir anlatının tercihidir. Siyaset kuramcıları, özellikle de Hardt ve Negri, göçebe özneliği, ileri kapitalizmin bir özelliği olarak irdelemektedir. Göçebe özne, kökleri feminizme ve ırkçılık karşıtı siyasete dayansa da aynı kuramsal gerçekliğin bir parçası olarak görülebilir. “Dağınık hegemonyalar” olarak dağınık iktidar ilişkileri ortaya çıkar. Kimlik, milliyetçiliğin doğasında olduğu gibi, karmaşık ve muğlak bir alandadır. Kimlik tanımlamaları da bu anlamda çeşitli ve kimliğin farklı unsurlarına işaret eden bir oluşumdadır diyebiliriz. Kimlik nedir sorusunu yanıtlarken öncelik, kimin kim olduğu ya da neyin ne olduğuna verilen cevapta aramak değildir. Sosyal bilimlerde “kimlik” odaklı tartışmaların çoğu, kimliğin nasıl oluştuğu sorununa yöneliktir. Kimliğin nasıl oluştuğu konusunda “öznelci ve nesnelci” olmak üzere iki yaklaşım vardır.  “Öznelci yaklaşıma göre, kimlik tutarlı ve yaşam boyunca az çok aynı kalan gerçek bir bendir (özdür). Bu yaklaşım özellikle organizmanın iç yapısına önem vererek, onun dış çevresini ve değişimini göz ardı etmesi, kimliğin oluşumunda doğru bir yaklaşım olmadığı için eleştirilmiştir.  Nesnelci yaklaşıma göre kimlik; organizmanın iç dinamikleri yanında bütün bir dış çevresiyle birlikte karşılıklı etkileşimler ve iletişim sonucu oluşmuş olan bir bütünlük, bir tutarlılık ve sürekliliktir. Nesnelci yaklaşımın en önemlileri Psikodinamik ve Sosyolojik kuramlardır. Her iki kuramda kimliğin oluşumunu felsefe ile iç içe değerlendirerek ortaya koymuşlardır. Bu bağlamda, öznenin kendisini tanıması, sonra kendisinin öteki kişilerin tutumlarını öğrenmesi sonucu geliştirilmiş olan süreçler ağıdır. Ancak, konu bununla sınırlı değil elbette. Ötekinin ötekisi olan göçebe bilinçler ve sonsuz mültecilik hali gibi tanımlanması zor, boş alanlar bırakmak, içine kapatılmış, hesaplaşmayla mücadele içinde yeni entelektüeller yaratmıştır. Milliyet, cinsiyet, sınıf, din, meslek…vb birer sosyal kategorizasyondurlar. Kendilerini, aynı kategoriye dahil edenler ya da bunu paylaşanlar ve hissedenler aynı sosyal kategori ile belirlenmiş sosyal grubun üyesidirler. Dolayısıyla, kimliğin “öteki” çerçevesinde şekillenmesinde, “ben’in (öznenin) birey-toplum ilişkisi ve “dil” in temsiliyeti ile birlikte işlev kazandığını söyleyebiliriz. Milliyetçi düşünce biçimi, bizden olmayanı da, yani öteki kavramını içerir. Levinas’a göre ilk felsefe olan etik ile birlikte insanlar arası ilişki öncelik kazanır. Levinas felsefesinin temeli, Öteki’nin mutlak bir başkalık olması, yani herhangi bir şekilde Aynı’yla ilişkisi olmayan, bütünüyle kendinden bağımsız bir kavram olarak tasarlanmasından kaynaklanmaktadır. Öteki onun mutlak başkalığından türemişlerdir. Bu başkalık, ben ve Öteki’yi birbirine bağlayan tek bağ olarak yorumlanmaktadır. Kimlik bir oluş süreci, “asla tanımlanamayan bir süreç” olarak kavramsallaştırılabilir. Zaman içinde olan, mutlak anlamda sabit olmayan, tarihin ve farklılığın işleyişine tabii olan “şey”dir. Aynı zamanda, biçimlendirilen, ideolojik ve tekil çıkarlara göre de değişebilen bir “şey”dir. Milliyetçilik teorisyenlerinin temel gerilimlerde büyük ölçüde  “toplumsal cinsiyet” kurgularına dayanarak çözüm getirmeye çalıştığı söylenebilir. Bu durum, hem problemli hem de yeni çıkmazlar yaratmaktadır. Kadınlar ve erkekler arasındaki rol kurgularının ve sorumluluk alanlarının, cinsiyete karakterini veren dişilliğin ve erilliğin değişmesi, sağlıklı toplum olma koşullarını etkilemiştir.  Erkekler dış dünyayla ilişki kuruyor ve maddi ilerlemeden “sorumlu” tutuluyorlar. Kadınlar ise ulusun özünü temsil ediyor ve evlerinde bu özü yaşatmak, yeni nesillere aktarmakla “yükümlüydü”. Ne tek bir erkeklik, ne de tek bir kadınlık yoktur. Uluslaşma süreçleri, farklı kadınlık ve erkeklik kurgularının ve pratiklerinin gerilimlerine dayanabilmektedir . “Toplumsal cinsiyetin” bu çerçevedeki merkezi yerini “milliyetçi söylem” perspektifiyle birlikte alarak ilerlenebilir. Toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanını bu bağlamda problemli buluyorum. Post-modernitenin radikal evresi, dünyevi alanı kimlik eksenli çatışma ve bölüşüm alanlarıyla dişilik ve erillik alanını da parçalamıştır. Alamlarının inşasında “söylemleri” ve simgelerin” semiyotik tanımlara yaptığı vurgu bu açıdan önemlidir. Performans ölçütleri, rol modeller, çalışma hayatı ve ev içi rollerdeki dişilik ve erillik göstergeleri gibi temel ölçütler gender studies alanında “milliyetçi söylemin” bir parçası olarak okunmuştur. Onlara göre, Evrensel Erkek diye bir şey yoktur. “Dölleyen-Koruyan-Geçindiren Adam” olarak, “hegemonik-evrensel” gibi tanım alanları,  milliyetçi sözcelerle biçimleniyor denildi. Yani, asıl mesele, milliyetçiliğin “kültürel” zeminde cisimleşmiş, toplumun en küçük yapı taşı olan aile ye olan duygusuzluk haliydi. Milletler sık sık aile benzetmesi üzerinden şekillendirilirler. Kadınlar, geleneğin kuşaklar boyu aktarılan otantik (geleneksel) bedeni doğal olarak temsil edilir. Erkekler ise milli modernliğin ilerici yanını temsil ediyordu. Yeni entelektüel dediğim bu sınıf, bir sınıf olma durumunu kaybetmiştir artık. Toplumun temel beklentilerini unuttukları gibi, dişilik ve erillik halllerinin otantikliğinin doğal temsiliyetini, kültür ve sistem arasında arayarak, içine kapalı, kendine ve topluma yabancı olmuştur. Yeni entelektüeller, hala sürgün, hala mülteci olmaya devam ediyor. Yeni entelektüeller, Türkiyelilik diyerek, ideolojik bağlılıklarıyla ki bu alan radikal kimlik siyaseti olarak tanımlanabilir, tarihi inkâr etmeye ve ülkemizin tarihi yükümlülüklerini unutmaya devam ediyor!