Morallerin bozuk, motivasyonun bu kadar düşük olduğu bir ortamda, hele hele 2024 seçimleri bu kadar yaklaşmışken geminizin uçsuz bucaksız deryalarda sorunsuz ilerleyebilmesi için tepeden tırnağa herkesin “işleri”ni doğru yapmakla mükellef olduğunu belirtelim.
Hatırlayanlar bilir; (görevden el çektirilmiş) Gökçek ile 11 Temmuz 2020’de sonsuzluğa yelken açan (baba) Taşdelen’in televizyonda atışmaları meşhurdu. Biri Ankara Büyükşehir, diğeri en az o kadar önemli Çankaya Belediye başkanının tartışmaları, zaman içinde öyle bir hal almıştı ki ne dediklerinden çok kimin daha fazla mugalata yapabilme becerisi, insanların ilgisini çeker olmuştu.
Çankaya Belediyesi’nde yönetici olarak göreve ilk başladığım günlerin birinde bir tv programından teklif aldık; katılıp katılmamayı tartışacak durumda değildim. Nitekim katıldık.
Ekipler kalabalıktı; Gökçek’in yanında, şimdilerde Türkiye’nin ABD Büyükelçisi olarak görev yapan Murat Mercan’ı hatırlıyorum. Taşdelen’in yanındaysa başkan yardımcıları ve benim de olduğum bazı danışmanları vardı.
Deyim yerindeyse “
mübalağa cenk olundu”.
Program, gece yarısı bitti ama devam edilse reytinginde hiçbir eksilme olmayacak gibi gelmişti bana.
Gökçek ve ekibi ne yaptı bilmiyorum ama biz özel durumlar için kullanılan bir toplantı masasının etrafında durum değerlendirmesi yapmak üzere Ahlatlıbel’de toplanmıştık.
FENA OLMAMAK İLE MÜKEMMELLİK ARASINDA BİR TAHTEREVALLİ
Başkan Taşdelen, kendi performansının nasıl olduğunu soruyor; sırayla da herkes görüşlerini dile getiriyordu. Genel görüş,
“çok iyi” olduğu yönündeydi; abartıp, “
mükemmeldiniz” diyenler dahi olmuştu. Ekibin en yeni ve doğal olarak
“acemi çaylağı” olarak sıra bana geldiğinde, ağzımdan, “
fena değildiniz” ifadesi çıktı.
İsteyerek mi söyledim, o an ağzımdan mı kaçtı; şimdi hatırlamıyorum. Hatırladığım, Başkan Taşdelen’in yüz renginin değişmesi ve elindeki kalemi masaya bırakarak, “
o kadar mı kötüydüm?” diye sorması oldu.
Masadakileri göstererek,
“arkadaşların ‘çok iyi’ dediği şey ile benim ifadem aynı kapıya çıkıyor” diyerek toparlamak istedim ama olan olmuştu. O günkü “
değerlendirme toplantısı”, o an bitmişti.
Hiç unutmam; aynı mahallede oturduğumuz “
kıdemli danışman”, “görevini uzun süre yapmak ve daha da yükselmek istiyorsan başkanın hoşuna gidecek şeyler söylemelisin” demişti.
Söylemedim; ne o dönem ne de başka bir dönem. Çünkü bizim üstlendiğimiz görev, seçilmiş kişinin “hoşuna gidecek sözler” listesi yapmak değil; onu başarıya ulaştırmak için bir çeşit manivela olmaktır.
Ne zaman benzer bir durumla karşılaşsam hatırlarım bu anımı; 14 Mayıs sonrası da bu anlardan biridir.
Kazanandan çok kaybedeni etkileyen bir süreç olarak tarihe not düşen bir seçimdi 14 Mayıs. 28 Mayıs öncesi alınan önlemleri, tıpkı, maçın uzatma anlarında gol arayan takımın “
doldur-boşalt” taktiği gibi umutsuzca gerçekleştirilen girişimler olarak adlandırabiliriz.
Toplumda yükselen “
istifa” ve
“değişim” taleplerinin arasında Cumhuriyet Halk Partisi, birbiriyle ilintili iki adım attı; bunlar, MYK’nın ve danışmanların görevden alınması şeklinde gerçekleşti.
CHP’de MYK, işlevsel bir içeriğe sahip olması için kendisine verilen görevlerin genel başkan tarafından PM’ye dağıtılmasından ibarettir. Yetkileri ve süreleri, en azından CHP tüzüğü açısından, Genel Başkanın iki dudağı arasındadır. Bu nedenle bir çeşit bürokratlık görevi olarak da tanımlamak yanlış olmaz. Danışmanlık ise hakkıyla yapılabilirse çok farklı sonuçlar üretebilecek yatay bir görev alanıdır. Öyle ki yönetici ile danışman arasında gerçek anlamda bir altlık-üstlük ilişkisi yoktur; altlık-üstlük ilişkisi peydahlanmışsa o görevin sonu gelmiş demektir.
Türkiye’deki “bir numaralar”, “tek kişilik danışman ordusu” ile çalışmayı marifet saysa da danışmanlık kurumunun esası, herhangi bir konuda uzmanlıkları farklı ve farklı bakış açılarına sahip pek çok uzmanlığa dayalı bir çeşit meclisin oluşumunu içerir.
BAŞARININ ÖNŞARTIDIR YÖNETENLERİN YÖNETİLMESİ
Örgütsel yapıların başarısı, bu iki konumun yani “
bir numara” ile danışmanlarının göstereceği performansa bağlıdır. Bunlardan ilkine “
komuta merkezi” de diyebiliriz. Bu merkez, bazen liderin kendisidir; bazen de parti başkanı yahut devlet ya da belediye başkanı gibi resmi yetkilerle donatılan kişi veya kişilerden oluşur. Bu konumdakiler simgesel öneme sahiptirler ve başarıları, ikinci grupta tanımladığımız ve kısaca “
kurmay” diye adlandırabileceğimiz danışmanlarla kuracakları dengeli ilişkilerin seyrine göre şekillenir.
Danışmanlar ise çoğunlukla vitrinde görülmezler. Görevleri gereği araştırır, ortaya çıkan sonuçları analiz eder, planlar ve “
bir numara”ya sunarlar. “
Bir numara”, başarıyı istiyorsa gelen bilgileri olduğu gibi servis etmez; benzer çalışmaları birbiriyle teyit eder ve bütün danışmanlar da bu gerçeğin farkındadır. Önermelerinin gerçekle uyumlu olup olmadığını izlemek ve böylece gerçeğe bir adım daha yaklaşmaları için uygulama aşamasını kendilerinin de denetlemeleri önerilir.
Herhangi bir konuda bir karar alınmadan önce o alanda bilgisi, görgüsü ve tecrübesiyle kendisini kanıtlamış kişilere verilen bir unvandır danışmanlık ve Türkçede, “
birine bir şey sormak, ondan bir şey öğrenmek” anlamına gelen danışmak eyleminden türemiş bir kavramdır.
Türkiye’deki “
bir numaralar”, “tek kişilik danışman ordusu” ile çalışmayı marifet saysa da danışmanlık kurumunun esası, herhangi bir konuda uzmanlıkları farklı ve farklı bakış açılarına sahip pek çok uzmanlığa dayalı bir çeşit meclisin oluşumunu içerir.
Batıcıl bir kavram gibi kabul edilse de, devlet kavramının ortaya çıktığı andan itibaren var olan bir kurumdur danışmanlık. Eski Türk devletlerinde güçlü bir gelenekti ve kengeş denirdi; Timur’un anılarında sıklıkla rastlarız bu tanıma.
Türklerin İslam’ı kabul etmesinden sonra şura adını aldığını görüyoruz; Osmanlı’da ise meşveret meclisi kurulduğunu biliyoruz. Günümüzdeki anlamıyla katılımcı demokrasinin nüveleridir bunlar ve esas olarak yönetme süreciyle halkın talepleri arasındaki uyumu sağlama görevini üstlenir danışmanlık.
İskender yahut Timur gibi tarihte iz bırakmış ne kadar devlet adamı varsa yanlarında kendilerini doğru bir biçimde yönlendirmiş danışmanlar olmuş; “
yönetenlerin de yönetilmesi”nin önemi hep vurgulanmıştı. Ebu’n Necib Sühreverdi’nin,
“Meliklerin ve Ülkelerin İdaresinde Tutulacak Yol ve Yöntem” olarak Türkçeleştirebileceğimiz kitabı, dilimize “
Yönetenlerin Yönetimi” adıyla çevrilmesi de bu ihtiyaca cevabendir.
Memleketin tüm erkleri, çapsız insanların eline geçtiği gibi 14 Mayıs seçim sonuçları gösterdi ki bu çapsızlık, bütün kurum ve kuruluşları ve hatta iktidarı hedef alan siyasi partileri de etkilemiş
İKTİDAR SARHOŞ EDER
Yeri gelmişken belirtelim; Sühreverdi, bir devlet yöneticisi için bilim ve nefsine hakim olmanın şart olduğunu belirttikten sonra Emevi iktidarının tarihe karışmasının gerekçesini şöyle aktarır:
“Ülkede yaşayan, yönetimimiz altındaki insanlara zulmettik. Zulmümüzden kurtulmak için beddua ettiler, rahatlık getirecek bir idare için yalvardılar. Bütün bunlardan daha önemli olarak layık ve ehil olmayan küçük insanları büyük hizmetler için görevlendirdik; önemli işlerin başına getirdik. İşte bunun için devletimiz yıkıldı, mülkümüz çöktü.”[1]
Belli ki Kelile ve Dimne’nin bilge kahramanı Beydeba’nın güzel bir metafor olarak kullandığı üzere iktidar, şarap; o iktidarı elinde tutan kişi de içtiği şarabın etkisiyle başı dönen kişi gibidir.
İktidar olmazdan önce kimsesizin derdini dinlerken, yoksulun derdine çare ararken gördüğünüz kişi, iktidarı eline aldıktan bir zaman sonra gerçeklerden hızla uzaklaşır; hayal alemlerine dalarlar. Zaman hiç geçmeyecek gibidir onlar için; sanırlar ki sonsuzluğun yetkisini eline almışlardır. Oysa zamanı nankör bir süreçtir ve yönetmesini bilmeyenleri bir çırpıda boşa çıkartır.
Memleketin tüm erkleri, çapsız insanların eline geçtiği gibi 14 Mayıs seçim sonuçları gösterdi ki bu çapsızlık, bütün kurum ve kuruluşları ve hatta iktidarı hedef alan siyasi partileri de etkilemiş
İşin püf noktası burasıdır ve bu noktanın gözden kaçmaması için uyarı görevi görmesi için danışmanlık kurumuna ihtiyaç duyulur. Çünkü kendilerine tevdi edilen iktidarın yol açtığı hayal aleminden “
onları ancak bilginlerin öğütleri, bilgelerin eğitimi uyandırır”. Beydeba, hükümdarların pek çok görevi olduğunu ama en önemli görevlerinin, bilginlerin görüşlerine kulak vermek ve onların rehberliğiyle ülkesini yönetmek olduğunu da belirtir.
Beydeba’nın bilginler olarak belirttiği, günümüzde danışman olarak bilinen kurumsal kimlik önemlidir ve yüklendikleri görevler de tarihidir.
Nedir bu tarihi görev?
HER KOŞULDA İLKELİ OLMAK
İktidardakilerin bilgiyle ıslah edilmesidir. Adil olmalarını sağlamak, adaletten uzaklaştıkları zaman onlara rehberlik etmek ve eğer yanlışta ısrar edilirse her türlü riski göz önüne alarak karşı çıkmaktır. Konumları ne olursa olsun, iktidardakine yanlış yaptığını söylemek, danışmanlık kurumu için boyun borcudur.
Beydeba, bu göreve ilişkin özetle şunu söyler:
“Üç şeyden birini göze almadıkça dileğine ulaşamaz insan; ya canından ya malından veya ilke ve inancından ödün vermedikçe bir yere gelemezsin.”
Hiç kuşkusuz, yönetme mekanizmasının, tıpkı Emevilerde olduğu gibi, ne yazık ki çürüdükçe içinin boşaldığını; içi boşaldıkça o mekanizmanın ayrılmaz parçası haline gelen danışmanlık mekanizmalarının da, “
malını ve canını korumak” pahasına ilke ve inançlarından ödün verir hale geldiğini görüyoruz.
Nereden mi geldik buraya?
Memleketin tüm erkleri, çapsız insanların eline geçtiği gibi 14 Mayıs seçim sonuçları gösterdi ki bu çapsızlık, bütün kurum ve kuruluşları ve hatta iktidarı hedef alan siyasi partileri de etkilemiş.
İlkesinden ve inancından ödün veren danışman olmaz.
Danışmanlık, doğası gereği, konformizme karşı ve devrimcidir; hele hele bu görevi sol bir partide üstlenmişlerse devrimcilik kaçınılmazdır. Bu nedenle ülkenin geleceğine mal olan bir seçimin kaybına neden olanların başında onlar geldiği için hiç kimsenin kendilerine bir şey demeleri gerekmez; bilerek ve isteyerek görevlerini bırakmaları işin gereğidir.
Her birimizin tek başına üstesinden gelmekte zorlanacağımız bir süreci adımlıyoruz. Bu zorlu süreci atlatmanın yolu, örgütlü olmaktan geçer
Denebilir ki aynı şey, Genel Başkan için de geçerlidir. Kılıçdaroğlu’nun cevabını biliyoruz ve ben başından beri sorunumuzun “
günah keçisi” ilan edilip, ondan kurtulma olmadığını belirtiyorum. Tartışma öyle bir hal aldı ki iyi niyetli çağrıların dahi karşılıksız bırakıldığı bir yolu yürüyoruz ve “
gemiyi limana sağlam götüreceğimi herkes bilsin” şeklinde yapılan açıklama eşliğinde yol alınacağı anlaşılıyor.
Yerinde olsam başka türlü davranırdım ama nihayetinde değilim. Seçim sonrası iğneden ipliğe fahiş zam sağanağı altında gidiyoruz 2024’e ve son yılların en vurdumduymaz iktidarına sahibiz. Bu zorlu süreçte enerjimizi “
içte” iyileşme, “
dışta” ise gerçek bir iktidar alternatifi olunduğuna ilişkin bir ayağa kalkışa ihtiyacımız olduğu açıktır.
Kim yapacak bunu?
Her birimizin tek başına üstesinden gelmekte zorlanacağımız bir süreci adımlıyoruz. Bu zorlu süreci atlatmanın yolu, örgütlü olmaktan geçer. İddialarımızdan vazgeçmeden görevin zorluğunun bilinciyle “
içerde” ve
“dışarda” 2024’e halkçı ve devrimci bir programla hazırlama göreviyle karşı karşıyayız.
Morallerin bozuk, motivasyonun bu kadar düşük olduğu bir ortamda, hele hele 2024 seçimleri bu kadar yaklaşmışken geminizin uçsuz bucaksız deryalarda sorunsuz ilerleyebilmesi için tepeden tırnağa herkesin “
işleri”ni doğru yapmakla mükellef olduğunu belirtelim.
Belirtelim ki “
bakakalmayalım giden geminin ardından”.
[1] Ebu’n Necib Sühreverdi, Yönetenlerin Yönetimi, Tercüman, 1001 Temel Eser, s. 33.