Adli tıp hocası Şebnem Korur’un video üzerine yaptığı yorum sonucu gözaltına alınması, AKP iktidarının parti-devlete doğru evriminin en son göstergelerinden birisi. Hain ve terörist ilan edilmenin en kolay olduğu zamanlar. Günal Kurşun yazdı. “Belli ki sinir sistemini doğrudan tutan toksik gazlardan, zehirli gazlardan, kimyasal gazlardan biri kullanılmış durumda. Tabii çok çeşitli kimyasal silahlar var. Her ne kadar kullanılması yasak olsa da ne yazık ki bu yasaklanmış silahların çatışmalarda kullanıldığını da görüyoruz. Böyle bir iddia ortaya çıktığında nasıl araştırma yapılacağının da Minnesota Protokolü’yle ele alınması gerekiyor. Bağımsız heyetlerce bu bölgelerde inceleme yapılması bir zorunluluk.” Adli tıp hocası Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, gazetecilerin kendisine gösterdikleri bir video üzerine yaptığı yorum, yukarıda okuduğunuz satırlar. Bu yorum üzerine iki gün önce gözaltına alınan Korur Fincancı dün tutuklanarak Ankara Sincan cezaevine konuldu. Sanki “TSK kimyasal silah kullanıyor” ya da “Türkiye hep savaş suçu işler” demiş gibi, havuz basınını okuduğunuzda “vatan haini”, “ajan” veya “casus” terimleri havada uçuşuyor, çünkü artık Türkiye’de en kolay şey vatan haini ilan edilmek. “Şanlı TSK’nın terörle mücadeleyi en yüksek hukuk standartlarına uyarak” yaptığının altı çiziliyor, çünkü Şebnem Hoca ne kadar meseleyi bu olayla sınırlı tutarak yorumlamış ve gerçekçi bir soruşturma talep etmiş olursa olsun, sorunun genelleştirilerek “işte bunlar hep hain” noktasına getirilmesi de artık işin raconu. İktidarın hoşuna gitmeyen bir şey söyleyen herkesin hain ilan edildiği bir dönemden geçerken, istediğiniz kadar tekil konuşmaya özen gösterip belli bir olay ya da fiilin altını çizmiş olun, iktidarın propaganda aygıtlarınca söylediğiniz şey mutlaka bağlamından koparılarak genelleştirilecek, böylelikle de mutlaka “kurumları tahkir ve tezyif etmeniz” itinayla sağlanacak. Ceza hukukunun özü fiildir. Bazı istisnaları olmakla birlikte, kural olarak suç genel teorisinde saikin bir önemi yoktur. Yani normal bir hukuk sisteminde hâkim, sizin suçu niye işlediğinizle ilgilenmez. Örneğin hırsıza “niye çaldın” diye sormaz, fiile bakar. Çalmış mı, çalmamış mı? Daha hukuki bir ifadeyle bir başkasının taşınır malını zilyedinin rızası olmaksızın bulunduğu yerden almış mı, almamış mı? Bu olayda da yalnızca fiile bakılması gerekirken, mutlaka niyet okumalara girişildiğini görüyoruz. Şebnem hocanın aslında ne demek istediği, iktidar medyasında ayrıntılı analizlere tabi tutuluyor, onun üzerinden yukarıdaki sonuçlara varılıyor. Hatta eski demeçleri kanal kanal tekrarlanarak, “vaktiyle de böyle demişti” şikayetleri sıralanıyor ve savcılara yol gösteriliyor. Bu savcılara yol göstermek fikrinin üzerinde durmak gerekiyor. Sahi bu iş niye bu noktaya geldi. Öyle ya, normal bir demokraside bir akademisyenin bilimsel görüşünü ifade etmesi neden suç kabul edilsin? Çünkü böyle buyurdu sayın Cumhurbaşkanı: “TSK’nın yürüttüğü sınır ötesi harekatlara iftira atan Tabipler Birliği Başkanıyla ilgili yargı harekete geçmiştir. Ayrıca bu ismin üzerinde de çalışmalarımızı yürütecek, gerekirse yasal düzenlemeyle bu ismin de değiştirilmesini sağlayacağız. Terör örgütünün diliyle konuşarak ülkesine ve ordusuna alçakça bühtan eden böyle bir şahsın adının Türk’le başlayan bir kurumun başında olmasının milletimizin her bir ferdini rahatsız ettiğine inanıyorum. Bu çerçevede, Tabipler Birliği başta olmak üzere meslek örgütlerinde yeni bir yapıya geçilmesine yönelik mevzuat çalışmalarının hızlandırılması talimatını verdim.” Sizi bilmem ama bana çok tanıdık geldi. Bu açıklama ve yönlendirme, sayın Cumhurbaşkanının Barış Akademisyenleri konusunda 12.01.2016 tarihinde Büyükelçiler resepsiyonunda yaptığı konuşmaya çok benziyor. O konuşmasında sayın Cumhurbaşkanı “Terör örgütünün eylemlerinin yüzünden bölgede yaşayan milyonlarca vatandaşımızın hak ve özgürlükleri ihlal ediliyor. Ama bu ihlali yapan devlet değil, terör örgütünün ta kendisidir. Sokakları kazıp, hendeklerle barikatlayan, yollara menfezlerle bombalar döşeyerek insanımızın seyahat özgürlüğünü engelleyen terör örgütüdür. Tüm bu gerçeklere rağmen, kendilerine akademisyen diyen güruh bildiri yayınlayıp devleti suçluyor. Bu aydın müsveddeleri kalkıp devletin bir katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız karanlık. Aydın falan değilsiniz. Sizler oraların adresini bilemeyecek kadar karanlık ve cahilsiniz. Ama bizler kendi evimizin yolu gibi biliriz” demişti, ardından da KHK’lar ile aralarında 1128 barış imzacısı akademisyenin olduğu 5800 akademisyenin üniversiteden ihraç edilişini izledik. Gücünün doruğundaki sayın Cumhurbaşkanının elbette “atın bunu zindana” gibi banal emirler vermesine gerek yok. Yukarıdaki gibi demeçler verdiğinde, talimatı alan savcılarımız derhal harekete geçebilecek zekâ ve farkındalık seviyesine sahipler. Şebnem hocanın evinde yapılan aramada ise iki çok önemli suç unsuruna rastlanmış. İlki Ankara Hukuk’tan sınıf arkadaşım Bejan Matur’un Dağın Ardına Bakmak adlı enfes araştırması. Kitabın kapağı, içeriğinden habersiz polis memurlarının dikkatini çekmiş olmalı, keşke içeriğini de okusalar. Çıktığı sene büyük ses getirmişti, hala da belli başlı kitapçılarda satılan yasal ve bandrollü bir eser. Diğeri ise bir kutu mermi. Şebnem hocanın avukatı Av.Meriç Eyüboğlu, Şebnem Korur Fincancı'nın babası asker. Babasının babası da asker. Babasını 2008 yılında kaybetti, onlardan kalan silahlar ve mermiler vardı ve tabii ki hepsi ruhsatlıydı. Bunları da babası öldükten sonra Kartal Karakolu'na teslim etti. Bunlar evde kalanlar olabilir ama Şebnem hanımın silah kullanması zaten söz konusu değil.” açıklamasını yapsa da bu açıklamanın havuz basınında yer aldığını göremedik.
Fincancı katırlarını ürkütmemek” deyimini bilirsiniz, bunun bir anlamı var, çünkü fincan taşıyan katır ürkerse üstünde taşıdığı yüke de zarar gelir, fincanlar kırılır. İşte insan hakları savunucuları böyle hassas bir işle ilgileniyorlar.
Olayda hem ifade özgürlüğü hem de akademik özgürlükler ihlali söz konusu. Şebnem hoca, bir akademisyen olarak konuya ilişkin bilimsel görüşünü paylaştığı için suçlanıyor, çünkü bu bilimsel görüş resmî ideolojimize aykırı. AİHM, ifade özgürlüğü konusunda artık referans karar kabul edilen Castells kararında diyor ki, ifade özgürlüğüyalnızca lehte olduğu kabul edilen veya zararsız ya da önemsiz görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devletin veya toplumun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir ki; bunlar olmaksızın demokratik toplumdan söz etmek mümkün değildir.” Tutuklamanın hukukiliği konusunda baştan faul var, zira ortada Almanya’daki ziyaretini yarıda kesip gözaltına alınacağını bile bile derhal Türkiye’ye dönen ve defalarca savcılığı arayarak ifade için uygun zaman gelmek istediğini söyleyen biri söz konusu olduğu için kaçma şüphesi, ortada toplanacak delil filan olmadığı için delilleri karartma olasılığı da yok. Katalog suç meselesine hiç girmiyorum, orası delinin taş attığı kuyu. Şebnem Korur Fincancı, özellikle işkencenin tıbbi raporlanması konusunda çalışmalarıyla dünya çapında tanınan bir adli tıp hocası ve hem Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda hem de Türk Tabipler Birliği’ndeki çalışmalarıyla pek çok insanın hayatına dokunan bir insan hakları savunucusudur. İnsan hakları savunucuları, son derece hassas bir iş yaparlar; hoyrat devlet mekanizmasını birey özgürlüklerine saygı göstermeye, evrensel insan hakları standartlarına uymaya davet etmek gibi. Bu, vahşi bir hayvanı terbiye etmeye çalışmak gibi bir durum aslında. “Fincancı katırlarını ürkütmemek” deyimini bilirsiniz, bunun bir anlamı var, çünkü fincan taşıyan katır ürkerse üstünde taşıdığı yüke de zarar gelir, fincanlar kırılır. İşte insan hakları savunucuları böyle hassas bir işle ilgileniyorlar, ancak onlara zarar geldiği ölçüde, bu vahşi devlet aygıtını ehlileştirebilecek başka bir mekanizma kalmıyor. Sayıları Türkiye’de çok azalan, adeta “nesli tükenme noktasına gelen” insan hakları savunucularının korunması konusunda başta Birleşmiş Milletler olmak üzere tüm uluslararası mekanizmalar gayret gösteriyorlar, bu konuda bildirgeler hazırlayıp imza ve onaya açıyorlar, özel temsilciler yoluyla araştırma raporları üretiyorlar. Bizim iktidar sahiplerimiz de inadına, son insan hakları savunucusunu, son vicdanlı insanı bu topraklardan silip atınca mutlu olacaklarını dünya aleme ilan ediyorlar. Özellikle son yıllarda bu demokratik toplum olma adına son derece faydalı işi yapan insanlara Türkiye çok hoyratça davrandı. Bu tavır değişmeden insan hakları algısı da insan hakları savunucularına yaklaşım da değişmeyecek, fincan taşıyacak kimseyi bulamayacağız. Yine de umutla, gayretle çalışmak zorundayız.