Felsefe tarihçilerinin pek çoğu Thales’in “felsefe ne işe yarar?” sorusuna cevaben zeytinyağı üretip satarak bunun cevabını gösterdiğini söyler. Pre-Sokratik felsefeciler akılcı düşünceden yoksun değillerdi. Bir önceki yazımı bitirmeden önce şöyle bir soru sormuştum. “Peki, apeiron (sınırsız) ne kadar evrenseldir? Neyi kasteder? Eğer ölçülemez bir sonsuzluktan bahsediyorsak bu bir tanrı mıdır?” Bu yazıda elimden geldiğince bu soruya cevap verip, Pre-Sokratik felsefenin, felsefe ve dinsel düşünce arasında kesişme noktası mı yoksa Foucaultyen bir pensée de la rupture (kopuş düşüncesi) mi olup olmadığına değineceğim. Soruya yönelik cevabımı ilk baştan vererek başlamak istiyorum: Hayır. Bir kopuş değildir. Ancak başlangıca yönelik bir nostalji arzusu da değildir. Bu yazı bunun ispatı yönünde bir çaba olacak ve aynı zamanda da günümüzün en çetrefilli problemlerinden biri olan dinsel yaşam ve modern yaşam ihtilafına da ufaktan dokunmuş olacak. Sadece felsefe tarihinde değil, genel olarak tarihi anlarken ve okurken yaptığımız en büyük hata seleflerimizin bizden daha aptal olduklarını sanmamızdır. Onların teknik bilgiden ve belirli bir ölçüye kadar bilimsel düşünce metodundan yoksun olmaları, onlardan daha zeki olduğumuz ya da onlardan daha kapsayıcı ve deskriptif düşünebildiğimiz anlamına gelmez. Aksi halde şöyle bir absürtlükle karşılaşırız: Bugün dünyada bilimsel düşünme metodundan yoksun binlerce insan var; aşı karşıtları, düz dünyacılar, ırkçılar, alt-right (kökeninde Nazizm ve Soğuk Savaş milliyetçiliğinden başka hiçbir şey olmayan, sözde alternatif sağ) savunucuları, kürtaj karşıtları, siyasal İslamcılar, “Alevilere kız verilmez” diyen cahiller, birbirinden saçma komplo teorilerine meyledenler. Özellikle internet çağı bu düşüncelerin tebarüz ve tekasür etmesini kolaylaştırmıştır. O zaman tıpkı eşzamanlı olarak bu insanların hic et nunc varoluşları da geçmişteki kimilerinden farklı değildir. Bu insanların ortaçağdaki bir çiftçiden, askerden, eşraftan veya kraldan daha az zeki ya daha doğrusu kıt görüşlü olduğunu düşünmek için ciddi -ve bir o kadar da üzücü- sebeplerimiz vardır. Fark nerededir o halde? İlk fark, bu çağlarda yaşayan insanların düşüncelerindeki samimiyeti hissedip aksettirecek kadar gerçek olmalarındadır. Bu tanımımı obskür bulabilirsiniz; size sonra -çok sonra- açıklayacağım. İkinci fark da tıpkı benim bu açıklamamı beklemeniz gerektiği gibi felsefenin de sabır isteyen bir refleksiyon olmasıdır. Felsefede pek çok soru vardır; “Tanrı/tanrılar var mı? Öteki hayat var mı? Maddenin gerçekliği zihinsel midir maddi midir? Adaletin kaynağı eidetik mi yoksa güç müdür? Etik önceliklerimiz ne olmalıdır? Neden insan öldürmemeliyiz? Var olan nedir?” gibi eski sorulardan tutun, “Hayvan yemek etik olarak savunulabilir mi? Doğal teoloji ve multikültüralizm ilişkisi nedir? LGBT bireylerin hakları nasıl tanımlanmalıdır? Göreli zaman ve epifomenalist zaman nedir?” gibi yeni sorulara kadar pek çok soru kıyısından bucağından felsefeye dokunur. Kıyısından bucağından… Şebüsterî’nin dediği gibi; “Hangi denizdir o deniz ki kıyısı sözdür; o denizin dibinden nasıl bir inci çıkar?[1] Şebüsteri burada bana katılmayacaktır ama bu deniz felsefe, kıyısı ise sözdür. Ve o sorularla doludur. Bir milyon liralık sorular… Pardon; 83,072.36 dolar demeliyim. Devam edelim. Nasıl olsa siz bu yazıyı bitirdiğinizde bu rakam da değişecek. En azından iğne ucundaki melekleri sayarak kendimize daha “faydalı” oluruz. THE LAST QUESTION (SON SORU) The Last Question (Son Soru), bilimkurgunun meşhur beş büyük yazarından biri olan Isaac Asimov’un yazdığı en kısa hikâyelerden birisidir[2]. Asimov’un “yazdıklarım arasında en favori hikâyem budur[3]” dediği “Son Soru” toplamda 10 sayfayı bulmaz. Hikâye, Multivac (Sinovac değil) denilen inanılmaz güçlü bir süper bilgisayara sorulan soruyla başlar: Evrenin yok olmasına yol açan entropiden kaçınmak mümkün müdür? Bilgisayar buna “henüz buna cevap verebilmek için yeterli veri yok” diye cevap verir. Bu soru insanların teknolojisinin geliştiği altı çağ boyunca sorulur. Her çağda Multivac aynı cevabı verir. Ancak evrenin çöküşü çoktan başlamıştır, zira maddeyi bir arada tutan enerji soğumuştur. İnsanların neredeyse Kardashev ölçeğine göre Tip III[4] uygarlık seviyesini bile geçerek artık madde ve zamanın zincirlerinden kurtulduğu çağa gelindiğinde aynı soru yine sorulur. Artık adı AC’ye dönüşen Multivac cevabı hemen bulamaz ama evrenin ölümü üzerinden geçen trilyonlarca yıl içerisindeki veriyi birleştirir ve entropinin düşürülebileceğinin göstergesini şu sözlerle söyler. O halde ışık olsun! Ve ışık oldu. Hikâye bu şekilde biter. Asimov, sadece bir bilimkurgu yazarı değil aynı zamanda eğitimli bir Rus Yahudi’si ve Tevrat araştırmacısıydı. Hikâyesinin sonunda Tevrat’ın Tekvin (Genesis) kitabının hemen girişindeki 1:3 ayetine (O halde ışık olsun!)[5] referans vermesinin sebeplerinden birisi de budur. Bu size neyi hatırlatıyor? Eğer bir yerlerden kazarsak Antik Mısır’da Aten’e İlahi’de şu cümle karşımıza çıkar; “Her aslan kendi ininden çıkar ve her yılan ısırır. Yaratıcıları ufkunda dinlenirken karanlık süzülür ve dünya sessizdir.[6]” O Hesiod’un kozmolojisinde sesini tekrar kadim yılan olarak duyurur bize[7]. O Yunan’da Sisyphos Miti’nde[8],  İbn Arabi[9] ve Alevi-Bektaşi kozmolojisinde[10], Nietzsche’nin kadim pagan mitolojisinden ve modern insanın kendini tekrar etme düşüncesinden esinlenerek tekrar gündeme getirdiği Ewige Wiederkunft des Gleichen (eternal recurrence/aynı şeyin ebedi döngüsü) fikrinde kendisini gösterir; “Allzuklein der Grösste! - Das war mein Überdruss am Menschen! Und ewige Wiederkunft auch des Kleinsten! - Das war mein Überdruss an allem Dasein![11] En büyük şey ne kadar küçük! Bu benim insanlardan bıkkınlığım! Ve en küçüğün bile sonsuz döngüsü, Tüm varoluştan bıkmışlığım… Tüm bu fikri akış bize varoluşun başlangıcı ve sonu kavramlarının aslında ex hypothesi gerekli olduğu kadar onunla çelişen ve dile getirilemeyen bir sonsuz döngü yanında da yer alabileceğini göstermektedir. Sınırsız ve sonsuz olanın zamansız oluşu insan aklının hayret içerisinde izlemeye bile tahammül edemeyeceği ve bilinen tüm kelimelerin ötesindeki bir varoluşu gösterir ve Anaximander’in aperion’dan kastettiği bunun gibi bir şey olmalıdır. O tanrı bile değildir. “Tanrı” anlamlandırılacak ve sayılabilecek bir referans listesi içerisindedir zira. Burası daha sonraki felsefe yazılarımda üzerinde inatla duracağım referans (bedeutung/reference) kavramıyla anlaşılabilir. Referans her şeydir. Anaximander’in apieron’un referansını tanrısal olanın içerisine koyduğumuz anda onu kendi ellerimizle inşa ettiğimiz rasyonel akıl ve dini düşünce arasında şimdiye kadar çoktan oluşmuş olan düalist hapishaneye yerleştirmiş oluruz. Bu insanlar aptal değildi derken kastettiğim de tam olarak budur. Onlar bu hapishaneye gerek duymamıştı. Tam da o yüzden onlar kendi inşa ettikleri daha özgür ilkeleri benimsediler. İlke demişken… ἀρχή (ARKHE/BAŞLANGIÇ VE İLKE) Felsefe tarihi kitaplarında özellikle Pre-Sokratiklerden bahsedilirken, ἀρχή (arkhe) diye bir kelimenin geçtiğine sık sık şahit olursunuz. “Cool” olması için söylenen bir kelime değildir bu. Arkhe, bir şeylerin neden öyle olduğunu açıklamamızı sağlayan temel başlangıçtır[12]. Bu filozoflar basitçe böyle düşünmüştü. Anasır-ı Erbaa (Dört Unsur/Dört Element), bu filozofların, sonraki binlerce yıllık felsefe geleneğinde kalıcı etki bırakan felsefelerinin bir sonucuydu. Thales bu dört unsurdan -ateş, su, toprak, hava- su için onun başlangıç ilkesi olduğunu, suyla başlayan her şeyin suya döndüğünü[13] söylemiştir. Thales’in bu tespiti ile yukarıda atıf yaptığımız Tevrat’ın Tekvin kitabının ilk ayetindeki  “başlangıçta su vardı” ibaresinin paralelliğini Antik Yunan uzmanı Andre Bonnard da dile getirmiştir[14]. 
Pre-Sokratik filozofların çoğunda rastladığımız tanrısal imge dini bir tanrısal imge değildir. Hatta kiminin pagan din tasvirine karşı kesin duruşları da vardır
Peki neden böyle bir tanıma, başlangıç ilkesine ihtiyaç duymuşlardır? Bonnard gibi pek çok felsefe ve kültür tarihçisi (Cudsworth’tan başlayarak Jean Pierre Vernant, George Thomson, Frederick Copplestone vd.) Thales, Anaximenes, Anaximander, Empedocles, Democritos, Alcmaeon, Hecateus, Heraclitus, Pythagoras gibi Pre-Sokratik filozofların pek çoğunun hylozoist olduklarını söyler. Bu kesinlikle yanlış bir tanımlama değildir ancak bir açıklama gerektirir. Hylozoizm (canlı maddecilik), Yunanca hyle (özdek, madde) ve ζωή (zoe/hayat) kelimelerinden oluşan, maddenin de canlı olduğunu düşünen felsefi bir akımdır[15]. Pre-Sokratik felsefenin çoğu çıkarımında olduğu gibi bu çıkarımı da modern zihnimizle anlamlandırmamız zordur. Ancak bu filozofların doğa ve tanrısallık arasındaki kurduğu ilişkinin çok ince bir çizgide olduğunu ve bizim günümüz doğa anlayışından çok farklı olduğunu düşünürsek neden böyle bir fikri savunduklarını daha kolay anlamlandırabiliriz. İkinci bir husus da bu insanların dinsel niteliklerinin onların maddi hayat ile ilgili fikirleriyle çelişmediğini belirtmek olacaktır. Bunun en iyi örneği Thales’tir. Felsefe tarihçilerinin pek çoğu kaynaklar her ne kadar ikinci el olsa da Thales’in “felsefe ne işe yarar?” sorusuna cevaben zeytinyağı üretip satarak bunun cevabını gösterdiğini söyler[16]. O halde onların aynı zamanda bilimden ve akılcı düşünceden uzak olduklarını düşünmek doğru olmayacaktır. Bu ise bu yazının son bölümünde ele alacağım düşünsel arka plana götürüyor bizi. TANRISALLIK “İçeri girin, burada tanrılar var.[17]” Thales’in bu sözü söylediği iddia edilir. Benzer bir sözü daha duyarız ondan. “Her yer tanrılarla doludur.[18]” Bu filozofların düşüncesinde tanrısallığın (divinity) çok büyük yer kapladığını inkâr etmek doğru olmaz. Ancak burada bir çizgi çizelim. Bu tanrısallık doğrudan dini bir tanrısallık değildir. Hatta paganizme karşı keskin duruşları da vardır. Heraclitus’un şu dizelerini aklımıza getirelim: “Hesiod’dan Tanrılar ve canavarların, Sayısız isimleri olduğunu öğrenenler, Gece ve gündüzün bir olduğunu Asla anlamazlar.[19] Bunu Philippe Borgeud da bize hatırlatır[20]. Hristiyanlığın gelişinden çok önce tanrıların antropomorfik (insanbiçimci) demonstrasyonu üzerine filozoflar tarafından ciddi bir eleştiri vardı[21]. Bir sonraki yazımızda daha etraflı değineceğimiz bir konudur bu. Neden Xenophanes Zerdüştlüğü hatırlatırcasına paganizmi eleştirir? Alcmaeon ve Pythagoras neden Platon’u önceleyerek hakikati tek varlık üzerinden tanımlamaya çalışırlar? Bunda doğu dinlerinin ve hikmetinin payı olduğundan kuşkulananlar haklıdır. Özellikle bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yunan düşüncesi ve dininin doğu mistisizmi ve düşüncesinden ne kadar çok etkilendiğine yönelik ciddi çok sayıda araştırma yapılmıştır. Burada dinler tarihi ve felsefe tarihi arasında tuhaf paralelliklerle karşılaşacağız. Ancak mümkün mertebe başka bir alan olan dinler tarihine bulaşmadan, ekiplerle dalaşmadan kendi yolumuzda devam etmeye çalışacağız. Gelecek hafta görüşmek üzere. Esen kalın. --- [1] Mahmud-i Şebüsteri, Gülşen-i Râz, Türkiye İş Bankası, Hasan Ali Yücel Klasikleri Serisi, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 2017, s.4. [2] https://www.physics.princeton.edu/ph115/LQ.pdf giriş tarihi 25.11.2021 [3] https://www.physics.princeton.edu/ph115/LQ.pdf giriş tarihi 25.11.2021 [4] Sovyet astofizikçi Nikolai Kardashev’in 1964 yılında, insanlar dâhil uzayda bulunması muhtemel uygarlıkların genel gelişme ölçüsünü üç tip uygarlık tanımı üzerinden ileri sürdüğü hipotezdir. Bu hipotez sonradan 10 uygarlık tipine kadar genişletilmiştir. Bkz. https://iopscience.iop.org/article/10.3847/1538-3881/ab792b giriş tarihi 25.11.2021 [5] Bkz. Kitab-ı Mukaddes, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Yayınları, İstanbul, 1993, s.1. [6] Rosalie David, Religion and Magic in Ancient Egypt, Penguin Books, 2002, BK, s.229. [7] Hesiod, Theogony and Works and Days, The University of Michigan Press, çev. Catherine M. Schlegel ve Henry Weinfield, ABD, s.32. [8] Thomas Bulfinch, Bulfinch Mitolojisi, [9] Toshihiko Izutsu, İbn Arabi’nin Füsus’undaki Anahatlar ve Kavramlar, çev. Ahmet Yüksel Özemre, Kaknüs Yayınları, İkinci Basım, 2003, s.302. [10] Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İletişim Yayınları, 11. Baskı, 2005, s.74. [11] Friedrich Nietzsche, Thus Spoke Zarathustra, Cambridge Texts in The History of Philosophy, çev. Adrian Del Caro, Cambridge University Press, 2006, s.177. (Bu çeviride Almanca metin yoktur, Almanca metni internetten bulup kendi çevirimi kullandım, hatalar için şimdiden özür dilerim) [12] Francis E. Peters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü, çev. Hakkı Hünler, Paradigma Yayınları, I. Baskı, Aralık 2004, s.50. [13] André Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı, Antigone’den Sokrates’e, Cilt II, çev. Kerem Kurtgözü, Evrensel Basım Yayın, s.85. [14] André Bonnard, a.g.e. s.85. [15] Francis E. Peters, a.g.e. s.160. [16] Diogenes Laertios da bu şekilde aktarır: bkz. Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, çev. Candan Şentuna, Yapı Kredi Yayınları, s.20. [17] Werner Jaeger, İlk Yunan Filozoflarında Tanrı Düşüncesi, çev. Güneş Ayas, 2009, Ithaki Yayınları Kültür Serisi, s.41. [18] Werner Jaeger, a.g.e. s.41. [19] Heraclitus, Fragments, çev. Brooks Haxton, Viking Publishing, Penguin Group, 2001, fr.35, s.35. [20] Philippe Borgeud, Dinler Tarihinde Başlangıçlar, çev. Adnan Kâhiloğulları, Dost Yayınları, Mayıs 2008, Ankara, s.37. [21] Philippe Borgeud, a.g.e. s.37.