Bu filozofların felsefe tarihinde doğa filozofları olarak bilinmelerine rağmen bu kadar dini referanslara sahip olması işte bu çocukluk çağı kavramının gri bir alanda olduğunun göstergelerinden biridir. Geçen haftaki yazımda felsefe ne işe yarar diye sormuş ve “kendimce” bir cevap vermiştim. Felsefeye dair her konuda olduğu gibi bu cevap da tatmin edici gelmeyebilir. Eğer bu cevabı daha fazla derinleştirmek istiyorsak felsefe tarihinin ve güncel felsefenin temel meselelerine dokunmamız gerekir. Bu köşede amacım sadece felsefe tarihi yazmak değil. Biraz daha meraklı ve daha bilgili bir okuyucu sadece Türkiye’de halihazırda bu konuda pek çok makale ve kitap olduğunu biliyordur. İkinci bir sebep de sadece felsefe tarihine bağlı kalarak hareket etmenin klasik tarih yazımında örneğini çokça gördüğümüz vakanüvistlikten çok farklı olmamasıdır. Bu tür bir vakanüvistliğin yanlış olan tarafı, sadece görüşleri değerlendirmek adına akla ve düşünceye yeteri kadar yer açmaması değil aynı zamanda okuyucuyu canından bezdirecek bir fikirler listesini öğrenmek zorunda bıraktırmasıdır. Felsefe tarihi biz profesyonel felsefeciler için bile sıkıcıdır. Amacım okuyucuya “Condorcet’nin dediği gibi, Schleirmacher’ın söylediği gibi...” atıflarını ezberletmek değil, bir nebze de olsa eleştirel düşünce metotlarını birlikte keşfetmektir. Türkiye’de -ve hatta dünyada- felsefe tezlerinin pek çoğunun akademik bir hapishanede, neredeyse kıtlığa uğramış bir “referans” açlığı ihtiyacı içerisinde yazıldığını, dolayısıyla “bilimsel” olma uğruna kimi zaman entelektüel özgürlüğün feda edildiğini söyleyebiliriz. Bu sebeple şöyle bir metodoloji benimsedim; her bir yazıda felsefe tarihini kimi zaman kronolojik kimi zaman da belirli bir kronolojiyi takip etmeksizin ele alacağım ve aynı zamanda o dönemin felsefe meselelerinden ve -hâlâ günümüzde geçerliliği varsa- bu meselelerin güncel çözümlerinden bahis açacağım. Eğer kendimce koyduğum bu çerçeve içerisinde hareket edersek, hem kendime ayrılan bu kısa köşede daha verimli olurum hem de siz sıkılmazsınız. O halde gelelim bu haftaki konumuza. Yani Pre-Sokratik (Sokrat öncesi) filozoflara. Pre-Sokratik felsefe söz konusu olunca karşımızda iki zorluk bulunmaktadır:
  1. Felsefenin ve düşüncenin çocukluk çağında, mitos (söylem) ve logos (kelam/akıl) arasındaki çizginin oldukça belirsiz olması.
  2. Birinci maddeyle ilişkili olarak ve daha da önemlisi Pre-Sokratik filozoflara atfedilen sözlerin anlamını (bu konuya değineceğim) belirlemekteki zorluk; buna ek olarak kaynakların doğruluğu problemi ve bu filozoflar hakkındaki bilgilerimizin çoğunlukla ikinci elden olması.
Birinci maddeyi açalım. FELSEFENİN ÇOCUKLUK ÇAĞI Bu başlığı yanıltıcı olduğunu bilerek attım. Neden yanıltıcıdır? Biz, kimi zaman insanlığı tek yöne doğru ilerleyen bir gelişim modeli içerisinde görüyoruz. Bu türden bir Comtecu pozitivizmin kimi erdemleri olmakla birlikte özellikle felsefe gibi kapsayıcı bir alanı ele alırken çeşitli problemlere sebep olduğunu görmek zor değildir. Zira felsefe φιλο (sevgi) + σοφία (hikmet) yani φιλοσοφία (philosophia/felsefe) hikmet sevgisi demektir. Bilgi sevgisi değil. Doğru, çeşitli bilimsel ilerlemelerin insan davranışını ve doğasını değiştirdiğini reddedilemez. En klişe kürsü örneği fiziğin insanın evrenin merkezinde olduğu fikrini çürütmesi, evrim teorisinin insanın eşref-i mahlukat olarak bilinen kadim konumunu (bu konum sadece İbrahimi dinlere mahsus bir belirlenim değildir, kadim felsefeler de bundan bahseder) ters düz etmiş olmasıdır. Ama bu kadar acele etmeyelim. Felsefe zaten insanın evrenin merkezinde olduğu fikrinin kendisini bile ontolojik bir tartışmaya açtığı için bunu dogma kabul etmemişti. Tıpkı insanı yaratan belirli bir ilahi varlık/varlıklar öğretisini de dogma olarak kabul etmediği gibi. O halde burada bir yol ayrımı bizi bekliyor; bilgi ne kadar değişirse değişsin felsefenin değişmediği ya da değişse bile temel bir kritik üzerinde geliştiği görüşünde olanlar felsefenin hâlâ geçerli olduğunu kabul ederken, bu görüşte olmayanların bu geçerliliği kabul etmediğini hiç değilse eleştiriye tabi tuttuğunu söyleyebiliriz. Benim fikrimce bilgi ne olursa olsun felsefe geçerlidir. Türü ne olursa olsun bilgi her yerde vardır, doğru veya yanlış olsa da vardır. Biz ancak bilginin gerçek olup olmadığını felsefeyle sorgularız. Bilimsel bilginin doğrulanmasını ise bilime bırakmak zorundayız. O halde bilgi vardır. Her yerdedir. Onu bulmak zor da değildir. Bugün sosyal medyada birini cehaletle suçlarken bile “Google’dan bakılacak bir şeyi” reddetmekle suçluyoruz. O etrafımızda, havada wi-fi dalgalarının içinde akıyor. İhtiyacımız olan hikmettir. Dolayısıyla felsefenin amacı da budur.
Bilgi ne kadar değişirse değişsin felsefenin değişmediği ya da değişse bile temel bir kritik üzerinde geliştiği görüşünde olanlar felsefenin hâlâ geçerli olduğunu kabul ederken, bu görüşte olmayanların bu geçerliliği kabul etmediğini hiç değilse eleştiriye tabi tuttuğunu söyleyebiliriz.
Bu da bizi tartışmanın tam da merkezine götürmektedir; mitos ve logos ayrımı. Bugün kimse gökyüzünde çakan şimşeklerin Zeus veya Hitit tanrısı Teşup tarafından gönderildiğine inanmaz. Yunanlılar inanıyordu. En azından Zeus’a. Bu ilk felsefeciler için durum çok daha karmaşıktır. Onlar mitos ve logosun henüz Platon tarafından tam olarak ayrıma tutulmadığı zamanların filozoflarıydılar[1]. Ve burada biz çok enteresan bir başlangıca şahit oluruz. Meşhur Pre-Sokratiklerden Heraklitus’un harmonia olarak bilinen ve onun logos öğretisinin bir parçası olarak kabul edilen karşıtların uyumuna dikkat ediniz[2]. Heraklitus’a göre “şeyler sonsuza kadar kendi zıtlarıyla birliktedir.[3]” Az sonra Nietzsche’ye atıf yaparken belirteceğimiz gibi Aristoteles’in şiddetle itiraz ettiği bir şeydir bu[4]. Kafa karıştırıcıdır. Bir şey kendisinin zıddıyla kaim olmaz. McTaggart’ın maşa örneğini hatırlayın[5].  Maşa pazartesi günü soğukken, salı günü sıcaktır[6]. Maşa hem soğukluk ve sıcaklıkla birlikte mevcut olamaz. Ya da bir kap su, içinde su olmadan düşünülemez. Bu rasyonel olarak aklın kabul edebileceği bir şey değildir. Tanrı fikrine dair Epicurus’a atfedilen ancak ona ait olmayan[7][8] meşhur itirazını hatırlayın[9].
  1. Kadir-i mutlak, her şeyi bilen bir Tanrı var mıdır?
  2. O halde kötülük yoktur.
  3. Dünyada kötülük vardır.
  4. O halde Kadir-i mutlak, her şeyi bilen bir Tanrı yoktur.
Bu bile daha sonra Leibniz ile bileceğimiz özdeşlik yasalarının temelidir[10]. Bir şey kendisi ile aynı özellikleri taşıyan şeyden ayrılamaz. Eğer ayrı özelliklere sahipse bu bir çelişkidir dolayısıyla onunla özdeş değildir. ∀F(Fx ↔ Fy) → x=y olur. Ancak;F(Fx ¬Fy) → x=y olmaz. Bizim aklımızın almadığı şey aslında tanımlamamızın zor olduğu sezgisel bir refleksiyonun göstergesidir[11]. Tam bu noktada Nietzsche devreye girip başka bir perde açar;
Fakat sezgisel düşünce iki şeyi kucaklar. Biri deneyimimizle kalabalıklaşan çok renkli ve değişen şimdiki dünya ve ikincisi de kendi başına bu dünya tecrübesini mümkün kılan şartlar.
“O in dicta “her şey kendisiyle birlikte zıddını taşır” sözünü söylemişti ve bunu öyle bir arsızca söyledi ki Aristoteles onu aklın mahkemesi karşısında en yüksek cürmü işlemekle suçladı: çelişiklik ilkesine karşı günah işleme. Fakat sezgisel düşünce iki şeyi kucaklar. Biri deneyimimizle kalabalıklaşan çok renkli ve değişen şimdiki dünya ve ikincisi de kendi başına bu dünya tecrübesini mümkün kılan şartlar. Zira onlar sezgisel olarak algılandığında, belirli bir içerikten, tüm deneyimden yoksun olsa bile tamamen kendi başınadırlar.[12] Heraklitus’un bir sözünü daha alıntılayalım: “Tanrı gece ve gündüz, yaz ve kış, savaş ve barış, tokluk ve açlıktır.[13]” Başka bir sözü daha; “Savaş her şeyin babasıdır.[14]” “Tanrılar bizim yaslı ölümümüzü yaşar geçerler, biz onların kesintisiz hayatını ölürüz”[15]. Tüm bundan ne anlıyoruz? Günümüz modern düşüncesine yapay gelen bu üslubun “karanlık” olduğunu ilk defa Aristoteles’ten duyarız[16]. Üslup karanlık değil; modern zihin için tehditkârdır. Aristoteles’ten, Diogenes Laertios’a kadar pek çok doksografi (eski felsefi ve bilimsel metinlerin görüşlerini neşreden metot) yazarının baş etmekte zorlandığı bu anlatım tarzı Pre-Sokratik filozofların çoğunun alametifarikasıdır. Ancak onları Nietzsche’nin anladığı şekilde yorumlarsak bir nebze olsun fikri ufuklarımız için şifa verici olacaktır. Heraklitus, Pre-Sokratik felsefede karşımıza çıkan pek çok zor filozoftan sadece birisidir. Miletli Anaximander (Türkçede Anaksimandros olarak okunur) üzerinde düşünelim biraz da. Bu filozof Heraklitus kadar obskür (karanlık) bir üslupla bilinmese de aynı sezgisel felsefe sistemini takip etmektedir. Anaximander’in Tanrı ve ἄπειρον (aperion, ἄ olumsuzlama/πειρον sınır yani sonsuz/sınırsız) üzerine görüşleri gerçekten kayda değer bir dizi görüşü içermektedir. Burada yukarıda ikinci maddede belirttiğimiz hususlardan biri söz konusudur; kaynakların yetersizliği. Gerçekten de Anaximander’in apeiron kavramına ilişkin sözleri ilk elden kaynaklara dayanmaz. Bizanslı filozof Kilikyalı Simplikius bu kavramı ilk defa Anaximander’in kullandığından bahseder[17].
Apeiron basitçe sınırsızdır. O kuşatılamaz, sonu yoktur, kapsanamaz ve yok edilemez. Sonu olmayan bir şeyin başı da yoktur. O ezelden ve ebetten münezzehtir.
Apeiron basitçe sınırsızdır. O kuşatılamaz, sonu yoktur, kapsanamaz ve yok edilemez. Sonu olmayan bir şeyin başı da yoktur. O ezelden ve ebetten münezzehtir. Hiçbir varlık onun karşısında bulunamayacağı için diğer varlıkların bir ezeli ve ebedi yani başı ve sonu vardır. Anaximander’in bu tanımını Aristoteles’ten okuruz[18]. Buna ek olarak büyük alimlerden Werner Jaeger şöyle söyler; “Sınırı olmayan doğmamıştır ve yok olmaz, her şeyi kuşatır ve her şeyi yönetir (“her şeyi sözcüğünün, dini metinlerdeki gibi ağırbaşlı bir edayla tekrar edildiğine dikkat edin). Aristoteles bu cümleye şu sözlerle devam ettiğinde hiç şaşırmayız: “Sonsuzluk tanrısal bir şey olsa gerek, çünkü Anaksimandros [.sic] ile çoğu doğabilimcisinin dediği gibi ölümsüz, ortadan kalkmayan bir şey.[19]” Bu filozofların felsefe tarihinde doğa filozofları olarak bilinmelerine rağmen bu kadar dini referanslara sahip olması işte bu çocukluk çağı kavramının gri bir alanda olduğunun göstergelerinden biridir. Çocukluk çağı diyemeyiz çünkü bu filozoflar için dünya canlıdır. Varlık canlıdır ve henüz varlığı onun metafiziksel kavramından ayırt eden bir soyutlama metodu tam olarak geliştirilmemiştir. Onların sezgilerinde ton theion yani tanrısal varlığın statüsü tanrı ve doğanın birlikteliğiyle açıklanıyordu. Bu ise sadece modernlere değil Aristoteles gibi filozoflara bile garip gelmiştir. Peki apeiron ne kadar evrenseldir? Neyi kasteder? Eğer ölçülemez bir sonsuzluktan bahsediyorsak bu bir tanrı mıdır? Bu gibi felsefi düşüncelerde yer alan kimi aforizma ve önermelerin İbrahimi dinlere yakınlığı da enteresan bir nüanstır. Bunu ikinci yazımda ayrıca açıklayacağım. Bu tür bir düşünme biçiminin günümüz dünyasında esamisinin okunmadığını söylemek zordur. Pre-Sokratik filozofların çağlar öncesinden çıkardıkları seslerin yankıları Spinoza’dan Nietzsche’ye, Schopenhauer’den Heidegger’e, Wittgenstein’dan post-modern Frankofon felsefe ekollerine kadar her yerde duyulabilir. Bunu tüm yazı dizisinin son sözü olarak yazmalıydım ama neyse. Zira Pre-Sokratik filozoflar hakkındaki bahsimiz bundan ibaret değil ve bunu iki, bilemediniz üç yazı dizisi olarak devam ettirmeyi düşünüyorum. Her yazarda olduğu gibi bir şeyleri yazmanın aslında cehaletin itirafı olduğunu unuttuğumu fark ettim. O kadar çok şey var ki yazmakla bitmez. İkinci yazıda görüşmek dileğiyle. Esen kalın. [1] Platon’un ne kadar ayrıma tuttuğu da ayrı bir tartışma konusudur. Onun felsefeyi açıklarken kullandığı mitoslar (Atlantis, Er Miti gibi) ve bazı dinsel yargıları öncelemesi sebebiyle bu konu üzerinde ayrıca düşünülmelidir. [2]Fragmante Der Vorsokratiker, Weidmannsche Verlagsbuchhandlung, 1960, s.48-49. [3]Yunan Felsefe Tarihi; Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pythagorasçılar, Kabalcı Yayınevi, 2005, s.442. [4] Aristotle, Complete Works Vol.1, Categories, Topics Book VIII, Oxford University Press, 2016, 159a39-159b35, s.127. [5] J. M. E. McTaggart, The Nature of Existence, Cilt I, Cambridge At The University Press, 1921, s.13-14. [6] J. M. E. McTaggart, s.13-14. [7] Bu kötülük probleminin (teodise) ilk argümanlarından birisidir. Bu sözün sahibinin Epicurus değil Lactantius olması kuvvetle muhtemeldir. Zira Epicurus ateist değildi. Bkz. The First Philosophers: The Presocratics and Sophists, Oxford World’s Classics, Oxford University Press, s.186. [8] https://philarchive.org/archive/BLAE-10 giriş tarihi 19.11.2021 [9] https://philarchive.org/archive/BLAE-10 giriş tarihi 19.11.2021 [10] Gottfried Wilhelm Leibniz, Philosophical Papers and Letters, s.497 [11] Guthrie, s.426. [12] Friedrich Nietzsche, Philosophy in the Tragic Age of Greeks, çev. Marianne Cowan, Regnery Publishing-A Gateway Edition, 1998, s.52. [13] Heraclitus, Fragments, çev. Brooks Haxton, Viking Publishing, Penguin Group, 2001, s.36 fr. 35. [14] Heraclitus, fr. 44, s.43. [15] Heraclitus, fr. 69, s.67. [16] Aristotle, Complete Works Vol.2, Rhetoric Book III, Oxford University Press, 2016, 1407b12-1407b25, s.114. [17] Charles Kahn, Anaximander and The Origins of Greek Cosmology, Digitized by the Internet Archive in 2011, Columbia University Press, New York, 1960, s.7. [18] Aristotle, op.cit., Vol 2., 203b3-203b15, s.40. [19] Werner Jaeger, İlk Yunan Filozoflarında Tanrı Düşüncesi, çev. Güneş Ayas, 2009, Ithaki Yayınları Kültür Serisi, s.49.