Faşizmle birlikte yaşamak faşizmi olumlamak değil. Aksine onun ne idüğü belirsiz bir şey değil gayet ortada, apaçık, bariz ve aleni bir vahşet sistemi olduğunu bilmek.
Bir sosyalist olarak dünyaya ilişkin umutlarımı uzun bir süre önce yitirdim. Ve insanın ömrünü heba etmesinin en iyi yollarından birinin dünyanın daha iyi olmasını “beklemek” ya da dünyayı “düzeltmek” olduğunu, bu fikirlerin de hümanist, egosentrik ve ateistçe bir saçmalıktan başka bir şey olmadığı kanısına vardım. Artık Marksism’in parolalarından birisi olan “filozoflar bugüne kadar dünyayı anlamaya çalıştılar ancak dünyayı değiştirmek gerekir” parolasının geçerliliğini uzun bir süredir kafamda tartıyorum.
Yanlış anlaşılmasın; buna rağmen hâlâ iyi bir şeyler yapanlar ve yapmaya çalışanlara lafım yok. Bu gerçekten büyük bir güç istiyor. Herkes kendinde bu gücü göremez, herkes çok iyi olamaz. Ben bunlardan birisiyim. Takdir edersiniz ki, herkes zaten iyi olsa bu yazıyı da yazmama gerek kalmaz. Bu sebeple kendimle olan bu yüzleşmenin sonucunda “sen böyle bir insan mısın?” diye hakir görenlerin de benden çok farklı olduğunu düşünmüyorum.
Yine bir caveat; geldiğim bu nokta her türlü adaletsizliğin ve insanlık dışı uygulamanın zımni ya da sarih bir onayı da değildir. Sadece beklentilerin düşük tutulmasıyla açıklanabilir bir şeydir.
Uzun bir süredir mizantropistim; insan modernleşmeyle olan sınavını verememiştir. İnsanlık bir ideal olarak başarısız olmuştur. Ancak Nietzsche’nin “tanrı öldü” parolasından sonra “insanlığın öldüğüne” yönelik post-modern yaklaşımın da saçma olduğunu düşünüyorum, ikisi ayrı şeylerdir. Bu da ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar büyük bir iddia. Buna da ayrıca değiniriz.
Şimdi gelelim nasıl yaşanılacağına.
KILAVUZ
Faşizmi burada olabilecek en genel anlamıyla kullandım. Şu an kendi ülkem de dâhil yaşadığımız dünya faşist bir dünyadır. Neo-liberal ekonomi kapitalist bir ekonomidir, dolayısıyla yarattığı sosyal adaletsizlikle birlikte faşist bir ekonomidir (faşist bir ekonomi tanımı saçma bir tanım gibi görünebilir ama anlayın lütfen); din, dil, cinsel yönelimler ve gender’a yönelik ayrımlar faşist ayrımlardır. Dünyanın yüzde birinin yüzde biri dünyanın kaymağını yerken geri kalanlar daha alttakileri yemek için yanıp tutuşmaktadırlar.
Tüketim toplumu faşist bir toplumdur. Sadece tüketebildiğine bakar. Gerisi ise trajediden ibarettir.
Birisi içine doğduğu kültür, ırk, cinsiyet veya yapının ona imtiyaz sağladığını sanıyorsa faşisttir. Bu sebeple pek çok ülke ve kültür faşisttir.
Rusya-Ukrayna krizi derinleşirken Zeki Bahçe diye sözde yazar mı gazeteci mi nedir bilmediğim bir organizma yığını, “Türkiye de Musul-Kerkük ve 12 Ada’da hak iddia etmelidir” diye twit atmıştı. Sanırım, büyük balık-küçük balık benzetmesini bundan daha iyi anlatan bir şey olmaz. Böyle insanlar, “ezilen ya da gelişmekte olan düşük ekonomiye sahip uluslar” kavramının ne kadar kaypak ve güdük kavramlar olduğunun göstergesidirler. Marksistlerin yanıldığı bir nokta da budur. Onlar daha küçük ulusların mazlumluğu sebebiyle daha iyi olacaklarını sanmışlardı. Ama öte yandan da tutarlıdır; Rusya ve NATO toprak parçası için insanları öldürebilir. Türkiye niye bunu yapmasın ki?
En önemli sorumuz da burada şekillenir; bir uluslararası siyaset uzmanı “Rusya ne istiyor? NATO ne istiyor?” diye sorabilir. Onların cevabı da yoruma dayalı olarak değişecektir. Biz şimdi arkasındaki gerçeğe bakalım.
İlk baştaki maddi gerçek, elbette ki kaynakların kullanımıdır. Savaşların pek çoğu -hatta hepsi-kaynaklar için çıkar. Ancak görünümdeki nedenler de benim işim değil. Bırakalım, iktisatçılar, hukukçular, uluslararası ilişkiler uzmanları, kısacası burjuvazinin paylaşımlarını hesaplamaktan başka bir işe yaramayan meslek grupları bunun üzerine düşünsünler.
Bir avukat nasıl boşanma veya bir miras davasında mal paylaşımı yapıyor, işte tüm endişe tereke, mal ve mülk paylaşımının hesaplanmasıdır.
“Senin sahip oldukların, sana sahip oluyorlar.”
Bir avukat nasıl boşanma veya bir miras davasında mal paylaşımı yapıyor, işte tüm endişe tereke, mal ve mülk paylaşımının hesaplanmasıdır. Bunun üzerine yazılan tüm hikâyeler, bayraklar, dinler, milletler, bu milletlerin kutsal duçeleri, führerleri, şefleri ve reisleri bu bayat makamlar üzerine terennüm edilen akortsuz ve goygoycu nümayişlerden başka bir şey değillerdir.
Şimdilik tüm bu sözde gerekçeleri ortadan kaldırdık. Evet, herkes kaynak istiyor? Ama neden istiyor? Bunu sormak gerekir.
WENDIGO
Wendigo, Algonquin Kızılderililerinin ve genelde Kuzey Amerika’daki pek çok Kızılderili kabilesinin mitolojisinde anlatılan meşhur bir hikâyedir. Kimi zaman Wetiko olarak da bilinir.
Bu hikâyeye göre bir gün açlıktan ölümle mücadele eden bir Kızılderili arkadaşını yiyerek ölümden kurtulur. Ancak zamanla açlık daha kötü ve şiddetli bir şekilde geri gelir. Bu açlığını başkalarını yiyerek giderse de daha da zalim bir canavara dönüşür. Onun açlığını gidermenin tek yolu onu öldürmektir
[1].
Kaderin garip bir cilvesi olarak, hiç farkında olmaksızın iki ay önce arka arkaya Wendigo/Wetiko hakkında üç film izlemiştim. Aslında kaderin garip bir cilvesi de sayılmaz; korku, fantastik ve bilimkurgu filmlerini -ne kadar düşük bütçeli olursa olsun- izlemeyi sevdiğim için bunların denk gelmesi normal sanırım. Bu filmler sırayla 2014 yapımı
Dark Was The Night, 1999 yapımı
Ravenous ve yapımcılığını Guillermo Del Toro’nun üstlendiği 2021 yapımı
Antliers idi.
Üç filmin hikâyesinde de ABD topraklarının altında yatan korkunç sırrı bulmak mümkündü. Doyurulamaz açlık ve onun getirdiği vahşet.
Bu açıkça hortlaklıktır, vampirliktir. Stephen King’in Hayvan Mezarlığı, ABD’nin şiddet ve açgözlülük dolu kapitalist tarihinin bir semptomu değil de nedir mesela?
Vaktiyle psikanalist Carl Gustav Jung’un, Kalahari yerlileriyle ilgili bir gözlemini okumuştum. Jung’a göre Kalahari yerlileri açlığı ikiye ayırmaktaydı
[2]. Birisi küçük açlık yani maddi açlık, diğeri ise daha büyük açlık; anlam açlığı. Bunlardan ikincisi birincisinden daha önemlidir Kalahari yerlileri için.
Neden?
Bunu görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin muhteşem gotik ve korku edebiyatı tarihine bakınız. Poe’nun
Usher’ın Evi’nden, Blackwood’un
The Wendigo’suna, Henry James’in
Bly Manor’ına kadar.
Bu açıkça hortlaklıktır, vampirliktir. Stephen King’in
Hayvan Mezarlığı, ABD’nin şiddet ve açgözlülük dolu kapitalist tarihinin bir semptomu değil de nedir mesela? Rus klasik edebiyatı başka nasıl açıklanabilir? Bu kadar nihilizme başka hangi açlık sebep olabilirdi?
Canavarın açlığıdır bu.
CANAVAR
Canavarın İngilizce karşılığının
monster olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak bilmediğimiz bir şey vardır. Monster, Latince “işaretlenmiş olan, uyaran” anlamına gelen
monstrum’dan türemiştir
[3]. Onu her ne kadar kültürümüzün tarihi boyunca çocukları korkutan bir sembol olarak okusak da bu yanlış okumayı Hristiyanlığa, İslam’a ve genel olarak merkezi dinlere borçluyuz.
Aslında canavar bir alamettir. Bir işaret. Yine Latince Ovidius ve Horatius’un metinlerinde
omen olarak okunabilecek bir kelime ile karşı karşıyayız.
Kelimeleri unutmamalıyız. İşaretleri taşırlar onlar. İşaretler Scylla ve Charybdis arasında seçim yapmanın işaretleridir. Ovidius’un bu konudaki yorumu muhteşemdir.
“
omnia mala ingerebat, quemquem aspexerat.[4]”
“Seyrine daldığı tüm kötülüklerle yıkandı” der Ovid.
İşte canavarın istediği bu seyirdir. Canavar, Rahabdır, Leviathan’dır; o
The World Serpent yani dünya yılanı Jormüngandr’dır. Onun seyri, bizim seyrimiz olur. Biz de canavarlaşırız. Tıpkı Scylla’nın bir canavarın olması gibi kitabî Aluqqah (Özdeyişler 30:15) da bir vampirdir ve iki kızı vardır. Tanıdık geliyor mu?
Bram Stoker’ın dönüm noktası eseri
The Dracula’nın vampir kölelerini hatırlayın. Tüm bu hikâyeler, bu anlatılar bizzat burada ve yanımızda bulunan canavarların hikâyeleridir, uzak dünyalarda 19. yüzyıl Londrası’nda, Lovecraft’ın kozmik dehşet boyutlarında aramaya gerek yoktur. O her zaman açtır, onun arzuları dinginlenemez.
Her şeyi yöneten, her şeyin arkasında bulunan korkunç arzunun sonucudur bu.
İşte bu arzu faşizmin müsebbibidir. Peki, onunla nasıl yaşanır?
İRADENİN TAHAKKÜMÜ
Biz Tayyip Erdoğan’ın, Putin’in, Biden’ın, Esad’ın veya Macron’un isteğine göre yaşamıyoruz. Faşizm ile tanımladığım bu değil. Aksine şunu söylüyorum;
Onlar arzularının temelinde yatan şeyin ne olduğunu bilmiyorlar. Schopenhauer’in vecizesiyle “insan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez”. Bu zavallılar ise bundan habersizler. Onların zavallılıklarının cefasını ve eziyetini biz çekiyoruz. İradenin dolaysız tahakkümü bundan. Onlar sözde bir seçim ve irade özgürlüğüne inanıyorlar.
İşte faşizmle birlikte yaşayabilmenin altındaki motivasyon, bu eziyeti çekmeyi kabul etmek ve aslında bu canavarlardan çok farklı olmadığımızı takdir etmekte yatıyor.
Hobbes’un Leviathan’ı budur; gövdesindeki insanlar o corpusu tamamlasınlar. Tamamlasınlar ki ve canavarın açlığı giderek büyüsün.
Bundan birkaç sene önce bir taksiciyle sohbet etmiştim. Bana Erdoğan’ın bilmem kaç yüz tane makam arabası sahibi olduğunu övüyordu (şu an övmediğine eminim). Ona demiştim ki “sen üzerine zimmetli bir taksinin sorumluluğunu zor alıyorsun, mülkiyetle hele başkasının mülkiyetiyle bu kadar övünmek neden?”
Buna bir cevap veremedi. O, kendi fakirliğinin kapitalizm tarafından kendisine tanımlanan “zayıflığını” örtebilmek için güç arıyordu. O güç ise iradenin kendisidir. O iradenin var olabilmesi için kendisine sonradan tanımlanan bir zayıflık gerekiyordu; fakirlik, düşkünlük. Ki insanlar ömürleri boyunca kalıcı fakirliklerini gidermek için çalışsınlar. Ancak hikâye öyle sağlam uydurulmuştur ki çalışarak bu fakirliğin ortadan kalkacağını hezeyanı bir yana, bunun bir senaryo olduğunu söyleyenlere bile diş bileyecek kadar düşmanlaşabilirler. İşte Hobbes’un Leviathan’ı budur; gövdesindeki insanlar o
corpusu tamamlasınlar. Tamamlasınlar ki ve canavarın açlığı giderek büyüsün.
Bu da Marx’a yönelik başka bir eleştiri konusu olabilir; günümüzde proleteryanın arayışı bu ikame güçle yerine getirilmiştir. Taksicinin karnı doymasa da olur, onun için anlatacağı bir hikâye vardır nasıl olsa. Burada kapitalizmin hikâye anlatıcılığı galip gelmiştir.
İşte önce insan olmanın ne demek olduğunu böyle bir canavar olmanın ne demek olduğuyla anlayabiliriz. Batıda ve Türkiye’de toplumlardan tamamen kopuk, amacın sadece formel olarak patriarşi dilinin “düzeltilmesi” olan, insanın derinliğinden habersiz yaklaşımları giderek yadırgamamın sebebi de bu.
Faşizmle birlikte yaşamak faşizmi olumlamak değil. Aksine onun ne idüğü belirsiz bir şey değil gayet ortada, apaçık, bariz ve aleni bir vahşet sistemi olduğunu bilmek. Buna karşı yapılacakları reaksiyon üzerinden değil, insan olmakla tanımlamak. Faşizmle birlikte yaşamak aslında onu ters-düz etmenin pratiklerini de içeriyor.
Çünkü hiçbir sistem -en azından şu an için- pratikleri belirleyemiyor. Söylemler her zaman havada uçuşur. Bize gereken de bu. Pratikler. Bazen sadece yaşayarak bunu göstermemiz yeterlidir.
Esen kalın, haftaya görüşmek dileğiyle.
---
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Wendigo
[2] https://www.washingtonpost.com/archive/lifestyle/1993/06/26/into-the-heart-and-soul-of-africa/e873d99b-7072-4b87-976b-fe2dc94e3c4f/
[3]
[4] https://www.jstor.org/stable/40236436