Arzu Okay, benim için “erotik filmlerin gözde aktrisi” demek… ti, “Keşke”siz Bir Kadın’ı okuyana kadar. Hoş, bu erotik filmlerin de en fazla üçünü-beşini izlemişimdir ama işte algı öyle kalıyor. Yeşilçam’ı çok severim. Yeşilçamcıların anılarını okumayı daha da severim. Türkan Şoray, Nubar Terziyan, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ ilk aklıma gelenler. Arzu Okay’ın İletişim Yayınlarından nehir söyleşisini de çıkar çıkmaz okudum. Arzu Okay, Türey Köse ile yarı arkadaşça, yarı profesyonel konuşmuş. Ortaya da muhteşem bir iş çıkmış. Ne yalan söyleyeyim, kitabı okuyana kadar Arzu Okay’ın kim olduğunu bilmiyordum ben. Yani, bildiğimi sandığım Arzu Okay ile gerçek Arzu Okay’ın hiçbir alakası olmadığını bu kitap sayesinde öğrendim -bir ölçüde yaşla ilgisi varsa da esas sorun daha derinlerde bence. Birkaç sene önce, Burcu Aktaş’tan Arzu Okay’ın Fransa’da yaşadığını, deri ticareti yaptığını öğrenmiştim sadece. Şimdi hatırlayamadığım bir filmde oynaması için görüşülmüştü sanırım. Ama Arzu Okay, benim için “erotik filmlerin gözde aktrisi” demek… ti, “Keşke”siz Bir Kadın’ı okuyana kadar. Hoş, bu erotik filmlerin de en fazla üçünü-beşini izlemişimdir ama işte algı öyle kalıyor. 1955’te Şişli’de doğmuş Arzu Okay. Gencecik bir yaşta Yeşilçam’a adım atmış. 100’ü aşkın filmde oynamış. Zeki Müren’le fotoroman çekmiş. Sinema erotik-komediye dönünce mecburen o da bu alanda devam etmiş. Bütün sinema kariyeri on seneyi bulmamış. Sonra da ticarete atılmış. İngilizce öğrenmek için bir süre İngiltere’de yaşamış. Derken, deri işi için Fransa’ya yerleşmiş. Anlaşılan, tüccarlıkta muvaffak da olmuş. Sadece para kazanmak hayatına mana katmayınca sosyal sorunlarla da ilgilenmiş. Aktivist olmuş. Ayhan Işık’la, Kadir İnanır’la, Müjdat Gezen’le oynadığı filmlerden bazı anekdotlar anlatıyor. Birbirinden samimi ve çarpıcı. Mesela, onlarca kez izlediğim Uyanık Kardeşler’de Arzu Okay’ın oynadığını ben yeni fark ettim -filmin şarkısını herkes hatırlar: “Param yok / Pulum yok / Malım mülküm olmasın ziyanı yok / Aşkım tek tesellim / İşte budur benim servetim”. Nedense, işte bu zaten kendi adıma yeterince sevimsiz bir şey ve ısrarla yineliyorum, ben Arzu Okay’ın “böyle” bir filmde oynamasını yok saymışım.
Kimilerine göre Türk sinemasının Brigitte Bardot’su Arzu Okay. Ben çok geç keşfettim. Siz benim kadar geç keşfetmeyin ve hemen “Keşke”siz Bir Kadın’ı okuyun derim.
Erotik filmlerle ilgili söyledikleri de çok değerli. Sürekli sorulan “pişman mısın?” sorularını elinin tersiyle itmiş. Bir aktris olarak gelen işi yapmak zorunda kaldığını söylüyor. Filmlerden pişman mı, değil; ama bu filmlerin kötü olmasından pişman. Araya parça sokulmuş olmasından, çekimlerin, senaryoların kötülüğünden. Bu da oyuncunun suçu değil elbette. Ve Tanrı Kadını Yarattı gibi bir film çekilseydi belki Türk sinemasındaki erotizm de çok daha rafine bir yere gelebilirdi. Erotik film furyası başlamadan birkaç sene önce, Yeşilçam’da moda kovboy filmleriyken Arzu Okay’ı o rollerde görüyoruz. Fotoromanlarda var. Başka rollerde de oynuyor. Arzu Okay, aslında bir aktris ve onun oyunculuğunu salt erotik filmlerle anmak büyük bir hata. Gelen işe göre film çekiyor. Bunu da kitapta sık sık “ekmek parası” olarak anlatıyor ki annesiyle yaşadığı evden çıkıp daha reşit değilken hayata atılan bir genç kız için maişet derdi doğal olarak her şeyin üstünde. Ama Arzu Okay’ı yaptıkları diğer her şey haricinde sadece erotik filmlerle hatırlamaya çalışan bir basın var. Okay, kitapta buna da isyan ediyor. Türey Köse, meşhur Emmanuelle filmi üstünden bir soru soruyor. “Bir kuşağın seks ikonu” Sylvia Kristel öldüğünde, basın Arzu Okay’ı hatırlamış. Arayıp görüş istemişler. “Ben Paris’teydim Sylvia Kristel öldüğünde. Bana telefon açıyorlar ‘Bu konuda ne düşünüyorsun?’ diye. Böyle sorulara deliriyorum. Niye bir seks ikonu öldüğünde bana soruluyor da Türkiye’de bin tane yalan yanlış şey yapılıyor, ‘Arzu Hanım bunlarla ilgili fikriniz nedir?’ diye sorulmuyor? Benim onlarla ilgili fikrim olamaz mı? Hükümet değişikliğiyle ilgili, Türkiye’deki eğitim sistemiyle ilgili, sansürle ilgili… Bir tek bu konularla ilgili mi fikir sahibi olmalıyım ben?” (s. 65) Bu isyan aynı zamanda hayatta yaptığı -ve başardığı- diğer hiçbir işin görülmemesine. Okay’ın anlattığı sinema hikâyelerine girmeyeceğim bu yazıda. Her iyi otobiyografik eserde, hatıratta olduğu bazı “hurda malumat” metinden fışkırır. Burada da aynısı olmuş. Bunlardan birkaçına bakalım. “12 Mart zamanı. 16-17 yaşlarındayım. Mersin-Arslanköy’de film çekiyoruz. (…) O köyde o kadar çok kar yağıyor ki, Torosların tepesinde, bayağı yüksek bir yer. Bir sene evvel şehirle irtibat kesilmiş, yiyecek atmışlar helikopterden, o kadar.” (s. 35) Arzu Okay’ın anıları bize bambaşka bir Anadolu anlatmaya başlıyor böylece. Yetmişlerde, insanlar ölmesin diye -Stalingrad’da kuşatılan Nazi ordusuna yardım etmeye çalışan Göring’in Luftwaffe’si gibi- helikopterlerle gökyüzünden yiyecek atılıyormuş. Üstelik burası Mersin. “Orada bir köy var uzakta / Gitmesek de görmesek de” dediğimiz yerlerden değil. Aynı günlerde evi terk etmiş. Gene 12 Mart günleri. Gider gitmez kaldığı evin basılma tehlikesi olduğunu öğrenmiş. “Vasıf Öngören falan hepsi oradalar o zaman. 12 Mart dönemi. Gerçekten de iki-üç gün sonra o ev basıldı. Vasıf Bey’i alıp götürdüler.” (s. 38)
Arzu Okay’ın hayatının bir döneminden sonra siyasi ve toplumsal konularla iyice haşır neşir olmaya başlamış. 2015 Aralığında Diyarbakır’daki bir yürüyüşte bacağına plastik mermi gelmiş.
Aşk hayatına da giriyorlar söyleşide. Bir aşk sanırım ancak bu kadar yalın ve içten anlatılır. Bu aşkın erkek kahramanı o dönem Beşiktaş’ta oynayan Yusuf Tunaoğlu: “… hayatımın aşkıdır, hâlâ ona âşığım, hep ona âşıktım.” (s. 40) Bu ilişkinin sonu çok hüzünlü bitmiş. Her büyük aşk gibi bir türlü tam olarak birbirlerine kavuşamamışlar ama kopamamışlar da. Zamansız, ani bir ölümle sona ermiş. “Ölmeseydi yine barışırdık biz.” (s. 43) Biraz da eski İstanbul’u okuyalım: “O zamanlar Tarabya Plajı var, denize girmeye oraya gidiyorduk.” (s. 41) Gene bu kitapta o meşhur Mecidiyeköy’ün “dutluk” olduğu zamanları hatırlatıyor Arzu Okay. Çocukluğu o dutlukta geçmiş: “İstanbul-Mecidiyeköy’de büyüdüm ben. Mecidiyeköy’de annem bir ev satın almıştı ama elektriği, suyu yoktu; Kurtuluş’a gittik. İlkokul biri Kurtuluş’ta okudum, sonra o eve elektrik, su geldi. (…) Evin arkası dutluktu, hep dut ağaçlarının tepesindeydik. Bizim evden sonra aşağıda Gültepe vardı, arası da boştu. Yamaçta dutçular çadırlarını aşağı kurarlardı, biz yukarıdaki dutlara tırmanırdık…” (s. 14-15) Hayatının bir döneminden sonra siyasi ve toplumsal konularla iyice haşır neşir olmaya başlamış. 2015 Aralığında Diyarbakır’daki bir yürüyüşte bacağına plastik mermi gelmiş. “O arada özel tim girdi içeri, hepsinin sadece gözleri ve elleri açık… İstediğimiz sadece barış, başka bir şey istemiyoruz, ‘İnsanlar ölmesin’ diyoruz. Bulduklarına giriştiler, hayatımda o ânı unutamam. İnsanın insana vurduğunda çıkan o sesi unutamam! Gaz bombası, su hiçbir şey…” (s. 100) 77’nin 1 Mayıs’ında da meydandaymış Arzu Okay. Çevresi hep sol eğilimli kişilerden oluşmuş. Özellikle Paris’te iş hayatında başarılı olduktan sonra renkli bir hayat sürmüş. Yılmaz Güney’le, Talabani’yle tanışmış. Aslında bütün hayatı duyarlıkla geçmiş. Maalesef ben bu kitabı okuyana kadar Arzu Okay’ın bu yönünü bilmiyordum. Kimilerine göre Türk sinemasının Brigitte Bardot’su Arzu Okay. Ben çok geç keşfettim. Siz benim kadar geç keşfetmeyin ve hemen “Keşke”siz Bir Kadın’ı okuyun derim.