Farklı bir 15 Temmuz okuması

Abone Ol
15 TEMMUZ AKŞAMI NE OLDU? Peki o zaman bu askeri müdahale neden gerçekleşti? Askeri müdahalenin arkasında Gülen hareketine mensup subayların olduğu konusunda çok fazla şüphe yok. Fakat Gülen hareketinin Emniyet ve yargı içinde attıkları hukuk-dışı hamleler bilinmesine rağmen, Gülenci subayların birkaç sene gibi kısa bir süre içinde ordu içinde nasıl bu kadar yükselebildiklerini sorgulamamız gerekiyor. Bu kadar fazla sayıda subayın Adil Öksüz gibi Gülen hareketi tarafından orduyu kontrol etmesi için atanmış isimlerden komut almasının ülkenin istihbarat ve güvenlik birimleri tarafından tespit edilememiş veya tespit edildiyse işlem yapılamamış olması da en az yaşanan müdahale kadar ciddi bir güvenlik açığını gösteriyor. 15 Temmuz ile alakalı sorular sadece olay öncesi değil, aynı zamanda o akşam yaşananları da kapsıyor. O gün müdahalenin gerçekleşeceğini hükümet ve devletin güvenlik aygıtlarının tepesinde bulunan isimlerin ne zaman ve nasıl öğrendikleri ve bu olay karşısında ne yaptıklarını hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Örneğin, MİT Başkanı Hakan Fidan'ın 15 Temmuz günü öğleden sonra kendisine yapılan bir ihbar aracılığıyla konudan haberdar olduğu ve birkaç saat sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile görüştüğünü biliyoruz. Peki Fidan bu bilgiyi hükümet üyeleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile de paylaşmış mıdır? Öte yandan, Akar da Fidan'dan şüpheli bir hareketlenmenin olduğu bilgisini aldıysa nasıl bu kadar rahat bir şekilde, hem de yaveri tarafından teslim alınabilmiştir? Rejimin güvenlik aparatının senelerdir en tepesinde bulunan isimlerin darbe günü ne bildiklerini, üstlerine ne anlattıklarını ve ne yaptıklarını bilmiyoruz. Bu isimler ne bildiği ve o akşam ne hamleler yaptığı soruları aslında 15 Temmuz akşamı ordunun subay kadrosunun hareketlerini de etkilemiştir. Zira askeri müdahale sırasında bir subay için en riskli durum darbenin başarılı olup olmamasından ziyade, ordu kademeleri içinde yaşanan belirsizliktir. Müdahale esnasında ordunun bölündüğü durumlarda, subayların birbirleriyle savaşma ve kan dökme riskleri belirir. Yanlış tarafta yer alan subayın ileride yargılanma ihtimali de çok yüksek olacaktır. Dolayısıyla, askeri müdahale sırasında harekete katılıp katılmama kararını vermek için subaylar darbeyi kimin yaptığına ve başarı şansına bakarlar. 12 Eylül gibi emir komuta zinciri içinde gerçekleşen darbelerde, Genelkurmay Başkanlığı harekatın başında olduğu için ordunun birlik olarak hareket edeceği ve dolayısıyla başarılı olacağı ihtimalleri daha yüksek olur. Subaylar açısından müdahaleye katılmanın riski böyle durumlarda daha düşüktür. Bunun olmadığı durumlarda ise darbeci kanadın geniş katılıma ve kamuoyu desteğine sahip olduğunu subaylara “sinyallemesi” ve özellikle hükümeti saf dışı bırakarak müdahaleyi bir “oldu bitti”ye getirmesi gerekir. Bu ise çok daha riskli ve zor bir senaryodur. Cumhuriyet tarihimizde daha önce Albay Talat Aydemir liderliğindeki 1962 ve 1963 müdahalelerinde benzer bir tablo ortaya çıkmış ve iki vakada da cuntacılar başarısız olmuşlardır. 15 Temmuz akşamı, hele ki müdahale kararı MİT tarafından önceden öğrenildiyse, perde arkasında subayların darbeye katılıp katılmama konusunda tereddüt yaşamış olmaları son derece mümkündür. Bu noktada, Akar'ın ne yaptığı, kimlerle görüştüğü daha büyük önem kazanıyor. Gülenci subayların ordu dışından aldıkları emirlerle darbeye katıldıklarını ve dirençle karşılaştıkça sivillere yönelik saldırılara karıştıkları biliniyor. Acaba Gülenciler arasından veya dışından başka subaylardan o akşam saf değiştirenler olmuş mudur? Darbe bastırıldıktan sonraki haftalarda TSK'nın subay kadrolarında yapılan değişikliklerin o akşam yaşananlarla ne kadar alakası vardır? 15 Temmuz darbe teşebbüsünün bastırılmasında halkın sokağa çıkıp mücadele etmesinin önemli bir rolü oldu. Ama iktidarın ayakta kalmak için kendisini destekleyen ordu kuvvetlerinden ziyade silahlı askerlere karşı kendini savunma imkanları kısıtlı sivillere güvendiğini de tartışmaya açmalıyız. Bunun yanında, Meclis'te grubu olan tüm muhalefet partilerinin darbe teşebbüsü karşısında hükümetin yanında yer aldığını ve o akşam yayınlanan bildiri aracılığıyla askeri müdahaleye karşı çıktığını da hatırlamak gerekir. O akşam iktidar hem kamuoyundan hem de muhalefet partilerinden çok ciddi bir destek almış ve bu sayede ciddi bir meşruiyete sahip olmuştu. Ne yazık ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan o akşam elde ettiği güçlü desteği rejimi demokratik bir çizgiye taşımak yerine daha otoriter hale getirmek için kullandı. Gülen hareketine yönelik soruşturmanın boyutu genişletilerek, adeta AKP iktidarının tüm muhaliflerini hedef alan bir silaha dönüştürüldü. Kamu sektöründe yaşanan büyük tasfiye sonrası boşalan kadrolara AKP ve MHP kademelerinden gelenler yerleştirilerek bürokrasi daha da partizan hale getirildi. Gülenci suçlaması, iktidar elitlerinin çevresindeki kesimleri tehdit edebilecekleri bir şantaj mekanizmasına döndü. Cumhurbaşkanı Erdoğan yaşadığı güvenlik tehdidini, kendisine destek veren muhalefetle bir uzlaşıya gitmek yerine bütün gücü eline toplayarak bertaraf etme yolunu seçti. Sonuç olarak, bütün gücün Cumhurbaşkanlığı makamında toplandığı ve denge ve denetleme mekanizmalarının ortadan kalktığı Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ortaya çıktı. Gelinen noktada, 15 Temmuz darbesinin bastırılması Türkiye'nin farklı bir grup elinde otoriter rejime savrulması sonucunu doğurdu. 15 TEMMUZ NASIL DEMOKRASİ VE MİLLİ BİRLİK GÜNÜ HALİNE GELİR? Askeri kalkışma sırasında masum sivillere yönelik uygulanan şiddet başta Gülen hareketi olmak üzere bu eyleme karışan grupların boynunda insanlık suçu olarak asılı kalacak. O akşamki darbe teşebbüsünde, emirlerini Anayasa'nın öngördüğü meşru hükümet, demokratik kurumlar ve teamüller yerine dini tarikatlardan alanların toplum için ne kadar büyük bir tehlike yarattığını gördük. 15 Temmuz bize Türkiye Cumhuriyeti'nin laik temeller üzerinde inşa edilmesinin ne kadar doğru ve önemli olduğunu tekrardan gösterdi. Öte yandan, darbenin başarısız olmasının yarattığı olumlu hava AKP iktidarının rejimi daha otoriter hale getirmesi için fırsat yarattı. O gün sarsılan güvenlik ortamının sağlama bahanesiyle atılan adımlar Türkiye'de çok ağır bir otoriter rejimin inşasına yol açtı. Özellikle 20 Temmuz günü ilan edilen OHAL sonrasında yapılan sistematik hak ihlalleri ve baskı politikalarının toplumsal barışa, ekonomiye ve hukuk sistemine vurduğu ağır darbe otoriter rejimde altında yaşamanın maliyetini gösteriyor. Bu nedenle, muhalefet bloğunun acilen laik ve demokratik bir cumhuriyet kuracak bir vizyon geliştirmesi gerekiyor. Ancak böyle bir durumda 15 Temmuz gerçekten Demokrasi ve Milli Birlik günü haline gelebilir.