Ezher Şeyhi’nin çağrısına benzer girişimler daha önce de olmuş hatta bazıları cılız ve etkisiz kalırken içlerinden birisi vardı ki İslam dünyasında yankıları oldukça kapsamlı olmuş, kurumsal boyutta önemli işler gerçekleştirmişti.
Loading...
Geçtiğimiz günlerde Ezher Şeyhi Ahmet et Tayyip Sünni ve Şiiler arasında bir uzlaşma çağrısı yaptı. Uzun yıllardır bu görevi yürüten Tayyip, bu tür bir çağrıyı ilk kez yapmıyor ama uzun süredir bu konuda görüş beyan etmeyen Ezher Şeyhi’nin böyle bir açıklama yapması sosyal medyada da önemli tartışmalara yol açtı. Tarihin bir cilvesidir ki, Şii mezhebini devletin resmi mezhebi ilan eden Fatımiler döneminde Şii fıkıh ve usulünü öğretmek amacıyla kurulmuş olan Ezher Üniversitesi, 21. yy.’da İslam dünyasının en güçlü Sünni kurumu olarak Şii-Sünni yakınlaşması yapma çağrısında bulunmakta.
Aslında Sünni itidalin merkezi olan Mısır’la Şii itidalin merkezi olan İran, modern tarihte iki mezhep arasında çok fazla yakınlaşma girişimine tanık oldu. Buradaki amaç iki mezhep arasındaki ihtilafları azaltmak, daha da önemlisi Müslüman olmayanlara karşı bile gösterilen hoşgörü ve toleransın Şiiler ve Sünnilerin birbirlerinden esirgememelerini sağlamaktır.
Ancak Ezher uzun yıllardır bu tür çağrılar yapmıyor, mezheplerin yakınlaştırılması gibi bir girişim içine girmiyordu. Bunun en önemli nedeni Suriye’de biri devlet diğeri ise devlet altı aktör olan en önemli iki Şii güç, İran ve Hizbullah’ın doğrudan sürece müdahalesi nedeniyle İslam dünyasında yaşanan gerginlikti. Mesele elbette bununla da sınırlı değil; Yemen, Lübnan, Bahreyn ve Irak’ta yaşananlar ve İran’ın yayılmacı olduğu iddialarına eşlik eden suçlamalar da Şiilik ve Sünniliği temsil ettikleri ileri sürülen aktörler bunda rol oynamıştı. Ancak asla meselenin çok küçük bir bölümünün mezheple ilgili olduğunu, aslında bölgede İran’la Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı ülkelerle yaşanan meselelerin büyük ölçüde nüfuz ve hâkimiyetle ilgili olduğunu ve politik bir alana işaret ettiğini kimse anlamak istemedi. Bazıları ısrarla meseleyi mezhepten ibaretmiş gibi göstermeye çalıştı, kendi mezhep mensuplarını arkasına alma gayretinden ibaret olan bu tutum da politikti aslında. Sonuç olarak buradan zararlı çıkan İslam dünyası ve bölge ülkeleri oldu. Kalplere nefret tohumları ekildi, etrafa zehir saçıldı. Bu toksit atmosferin kesafeti her ne kadar seyrelse de yeniden uyandırılmak üzere yedekte bekletiliyor, din-siyaset ilişkisi sağlıklı bir gelmediği sürece burada bu konuya dair bir sağalma mümkün değil gibi görünüyor.
Şu an ise Ezher, muhtemelen mezhepler arası yakınlaşmayla ilgili çağrısının bir karşılığının olduğunu düşünmüş olmalı ki Şii ve Sünniler arasındaki toleransın yeniden inşa edilmesi çağrısında bulunuyor. Ezher her ne kadar bağımsız gibi görünse de aslında devletle her zaman iç içe olmuştur. Örneğin 2013 darbe bildirisini TV’den canlı yayında okuyan darbeci General Abdülfettah Sisi’nin yanında yine Ezher Şeyhi Ahmet et Tayyip bulunuyordu. Bu görüntü, Ezher’in darbeye desteği olarak yorumlanmıştı. Bir başka örnek ise 1950’li yıllarda Bağlantısızlar üyesi ve Sovyetler yanlısı Abdünnasır döneminde Şii-Sünni yakınlaşması büyük ölçüde Amerikan yanlısı Şah yönetimine muhalif dini hareketle ilişkiler kuran Mısır yönetiminin teşvikiyle ivme kazanması olmuştur.
Her şeyden önce Şiiler monolitik bir yapıya sahip bir topluluk değildir. Farklı ideolojik, siyasi ve toplumsal yönelimleri içinde barındırır. Bu anlamda dini ve kültürel bir çoğulculuğu temsil ettiği söylenebilir.
Ezher Şeyhi’nin çağrısına benzer girişimler daha önce de olmuş hatta bazıları cılız ve etkisiz kalırken içlerinden birisi vardı ki İslam dünyasında yankıları oldukça kapsamlı olmuş, kurumsal boyutta önemli işler gerçekleştirmişti. Daru’k Takrib olarak adlandırılan bu kurum, 20. yy’ın ortalarından itibaren Şii ve Sünni ulamanın en güçlü isimlerini bünyesine katarak yoluna devam etmişti. Aslında Şii-Sünni yakınlaşmasının kapsamlı olarak ilk kez II. Abdülhamit döneminde, İran’da meşruiyet yanlısı aydınların çağrılarına yanıt olarak mezhepler arası psikolojik yakınlaşma noktasında gerçekleşmiştir. Atılan adımların kurumsal boyutu zayıf da olsa, İranlı ulema ve aydınların Şiiliğin beşinci Mezhep olarak kabul görmesi noktasındaki taleplerine her ne kadar olumlu yanıt vermese de Abdülhamit, okullardaki ders kitaplarında Şiiliğe yönelik eleştirel ya da saldırı anlamına gelecek ifadeleri kaldırtarak farklı bir yakınlaşma çabası içinde olmuştur. O dönemde bu yakınlaşmanın sadece fıkhi ve mezhebi boyutuyla değil iki ülke arasında kültürel, dini, siyasi ve toplumsal bir yakınlaşmaya dönüşebilmesi için çabalar da sergilenmiştir. Bu çerçevede Farsça olarak beş yıl boyunca
Ahter adlı bir gazete yayınlanmıştır. Abdülhamit’in ayrıca bu yakınlaşma çabalarına Irak’taki Şiilerin en önemli imamlarından Hasan el Askeri’nin Irak’ın Samarra şehrindeki türbesini tamir ettirerek katkı sağladığı da bilinmektedir.
Aslında devlet düzeyindeki katkılardan çok sivil katkıları çok daha önemlidir. Devletler düzeyindeki yakınlaşma çabalarının, Türkiye’de de Alevilerle ilgili devletin ortaya koymuş olduğu girişimler açısından bakıldığında aslında karşı tarafı anlama, onları eşit birer muhatap olarak görmekten öte bazı amaçlar taşıdığı görülmektedir. Halbuki konunun sivilleştirilmesi, devletin bu tür konulardan elini çekmesi, katkısının sadece Aleviliğin kendini kendi istediği gibi gerçekleştirmesine yardımcı olmak ve bu tür bir çabanın önünü açmaktan ibaret olmalıdır.
Aynı şey Caferilik ve Şia için de geçerlidir. Türkiye’de Şiiliğin müntesiplerinin sayısını aşan niteliksel bir önemi vardır. Nitekim Suriye’daki iç savaş yılları boyunca sayıları fazla olduğu ve ülkede ses getirecek güce sahip oldukları için Alevilere hakaret edemeyenlerin Şiilere karşı topyekun bir küfür ve sövgü yarışına girdiğini görüyoruz. Türkiye’de elbette tıpkı diğer mezhep mensupları gibi Şiilerin de sorunları vardır. Her şeyden önce Şiiler monolitik bir yapıya sahip bir topluluk değildir. Farklı ideolojik, siyasi ve toplumsal yönelimleri içinde barındırır. Bu anlamda dini ve kültürel bir çoğulculuğu temsil ettiği söylenebilir. İran meselesinin burada önemli olmakla birlikte Türkiyeli Caferilerin kendilerine has bir dini yaşayış tarzlarının olduğunu kaydetmek gerekir.