Loading...
Eylülden kalan…
Coğrafya gerçekten kader midir? Bilmiyorum. Ancak bu coğrafyayı terk edip gitmeyecek/gidemeyeceksek, en azından mevcut öfke ve nefret iklimini değiştirmeye mecburuz.
Eskiden bu mevsimde sonbahar depresyonuna girilirdi, “kitap, kahve, sarı yaprak, battaniye” metaforları etrafta uçuşur, yüz yıllık bir klişe olarak da “hüzün” kokardı bu mevsim.
Bu eylülde mevsimsel ruh hali değişiklikleri ile kaybedecek vaktimiz yok. Zaten profesyonel desteğe ihtiyaç duysak bile iç talebi karşılamada sayıca yetersiz hekimlerimiz hızla yurt dışına ihraç (!) edildiği için, işimiz sosyal medyada çoğu “sözde” olan danışman ve uzmanlara kaldı.
Hemen her platformda birbirini taklit eden tavsiyeler listesi de içinde bulunduğumuz dönem itibariyle pek uygulanabilir değil. Örneğin “bir hobi edinin” tavsiyesini sık görürüz. Hobi malzemelerinin fiyatlarına hiç değinmiyorum ama yoğunluktan, hesap-kitap yapmaktan, mesaiden vakit bulursak hep birlikte toplanıp kartondan ev yapalım. “Doğada yürüyüş” de son baharda önerilen etkinliklerden. Doğa bulursak yürürüz elbet. Ormanlar madene, yeşil alanlar AVM’ye zeytinlikler ranta DÖNMESE yurdumda, yürüyüş yapacak bir alana rastlarız belki. “Sağlıklı beslenin” diyenler de her yerde. Şekerin, yağın indirimde olduğu marketlerdeki izdihamdan sağ kurtulanlara söyleyin de toplanıp hormonsuz domates, organik tavuk almaya gidelim.
Okullar açıldı bu ay, silgiler bile eskisi kadar güzel kokmuyor. Defterler taksitle alınıyor artık. “Ders kitaplarını ücretsiz veriyoruz” cümlesini “reklamı atla” deyip geçelim artık.
Ekonomi temel bir sorun ama tek mesele değil. Yukarıdan aşağıya sirayet eden gerginlikler silsilesi, sonbahar huzursuzluğuna ekleniyor. Dillendirilmese de “Atina’da cuma namazı kılarız” kıvamına gelen cümleler kulaklarımıza yansıyor. “Bir gece ansızın” savaşa değil de tatile, pikniğe, konsere gidebilsek ne hoş olur.
Konser meselesi de kanayan bir yara. Kış bastırmadan açık havada müzik dinleyip eğlenme hevesimiz, “bağzı hassasiyetler” nedeniyle kursağımızda kalıyor. Festivaller, konserler birer birer iptal edilip yasaklanırken; insanların en kişisel alanlarına koca burunlarını sokmayı kendine hak görenlere Saraçhane’nin kapıları sonuna kadar açıldı. Kendine benzemeyene nefret kusmanın otorite eliyle destekleniyor oluşunun yarattığı tehlike umarım herkesçe malumdur.
Eşcinsel başbakan/bakan/belediye başkanları olan ülkeler bizi kıskanadursun, biz hala “HDP’li bakan olur mu?”, “Alevi Cumhurbaşkanı caiz midir?” kısırlığındaki tartışmalarda boğulalım. Her ikisi de (hatta bence üçü de) olur, olabilir ve her kesimin gitgide ötekileştirildiği bu ortamda inadına olmalıdır da. “Ama” ile başlayan cümlelerin arkasına sığınılan reddedişlerin çoğunluğu “toplum buna hazır değil” mealinde açıklamalara çıkıyor. Zor değil, el atın da hazırlayalım o zaman…
“Osmanlıya laf söyleyenin tez kellesi vurula” sloganıyla İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in üzerine yürüyen güruh olmasa, Tarkan’ın konseri bu mevsime ait hatıralarımız içinde hak ettiği yeri daha iyi bulabilirdi. Kahramanlar-hainler savaşının kazananı tartışmasız belli olsa bile kopan yaygaraya, anlamaya çalışma zahmetini bile göstermeyenlerin gürültüsü damga vurdu.
Karamsarlığın etkisi altına aldığı ülkemizde Tarkan’ın İzmir’de verdiği konser bu nedenle bir umuttu. Gitar sesinden rahatsız olana, güzel günler görme ihtimalimizi daraltanlara, sevgisizliğe, hoşgörüsüzlüğe, yasakçılığa karşı birkaç saat de olsa direnme gücü kazandık.
Coğrafya gerçekten kader midir? Bilmiyorum. Ancak bu coğrafyayı terk edip gitmeyecek/gidemeyeceksek, en azından mevcut öfke ve nefret iklimini değiştirmeye mecburuz.