Erguvanlar, kuşlar ve romanlar dünyasında
Polonya’da herkes "Boyalı Kuş" hakkında fikir sahibiymiş, bu kitabın ülkeyi nasıl kötülediğini, Amerika’ya yaranmaya çalıştığını biliyorlarmış. Hiçbiri Lehçeye çevrilmeyen bu kitabı okumamış ama Manhattan’daki evinde Kosinski’yi öldürmeye gelen vatanperverler olmuş.
Aynı anda birkaç yerde bulunmayız ama birden çok hayatı iç içe geçmiş kümeler gibi eş zamanlı yaşarız.
Yoğun tereyağı kokan bir kruvasan yedim, yanında sert bir kahve.
Bugün pazar, dışarda hafif bir rüzgâr var.
Ağustos olmasına rağmen zamanı şaşırıp çiçeklerini dökmeyen erguvanlar var.
Şöyle sahile doğru iniversem denize girenleri göreceğim, fotoğraflarda daha güzel çıkmaya çabalayan genç kızları, kan ter içinde basketbol oynayan oğlanları, paten kayan çocukları, rengârenk çiçekler satan çingeneleri, yazın tadını çıkarmaya çalışan âşıkları, koşan sporcuları, bisiklete binenleri, kayalıklarda müzik dinleyen efkârlıları, çekirdek çitleyenleri, dört duvar arasından çimlere ulaşmanın sevinciyle koşuşturan tasmasız köpekleri, hatta heybetli gövdesiyle neşe saçan palmiyeleri…
Hiçbir şeye aldırmayarak çilekli bir turta da yiyebilirim.
Altı sert, içinde pastacı kreması, üstünde ikiye kesilmiş taptaze çilekler…
Alabildiğince tasasız yaşanabilir böyle bir hayat, çilekli turtadan sıkılınca ekler, sonra pasta, belki üstü dantelli krem karamel…
Ama insana böyle benmerkezci bir hayat ne kadar zevk verir bilmiyorum, her şeyin etrafında döndüğünü, her şeyin en iyisine layık olduğunu düşünmek, canını sıkan her şeye gözünü kapamak, başını çevirmek, duymazdan gelmek…
Jerzy Kosinski, meslektaşlarının rüyalarında dahi göremeyeceği kadar şatafat içinde yaşayan bir yazar ama hayatı o şatafat içinde yitip gitmiş.
1933’te Polonya’nın Lodz şehrinde doğmuş, savaşın getirdiği berbat koşullara dayanmakla geçmiş çocukluğu ve ilk gençliği, sonra sahte bir davetiyeyle vize alıp kapağı ABD’ye atmış.
Çocukluğundan beri ırgatlık, hayvan bakıcılığı gibi birçok işte çalışmış, Amerika’ya gelince de hayatı uzun boylu değişmemiş, bu kez de otopark bekçiliği, fotoğrafçılık, şoförlük gibi farklı işler bulmuş kendine.
Ama Mary Hayward Weir’le evlenince hayatı değişmiş.
Çelik imparatoriçesi Mary Weir’le evliliği sayesinde özel uçaklarla seyahat etmeye başlamış. Hizmetinden sorumlu mürettebatı, yatları, Pittsburgh, New York, Hobe Sound, Southampton, Paris, Londra, Floransa’da evleri olmuş…
Paris’ten arkadaşları Roman Polanski ile Sharon Tate’in Beverly Hills’teki evine giderken Los Angeles aktarmasını kaçırmış, o gece Charles Manson çetesinin o evdeki insanları öldürdüğünü gazeteden öğrenmiş.
Bu debdebe içinde özel uçağından yatına giderken, etrafında herkesin “Bay Kosinski” diye koşuşturmasından, hiçbir maddi sorunu olmamasından mutlu muymuş peki?
Elli yedi yaşında, banyoda başına bir poşet geçirip intihar etmesine bakarsak pek de mutlu değilmiş gibi.
“Her zamankinden daha uzun uyuyacağım,” diye yazmış intihar mektubunda, “buna sonsuzluk deyin.”
Gençliğindeki olağanüstü imkânsızlıklar yetişkinliğinde akıl amaz ölçüde geniş imkânlara dönüşmüş ama Kosinski de aynı anda başka hayatlar yaşamaya devam etmiş hep.
Şu canım ağustos günü sokaklarda gezinmek ya da denize girmek varken, tepemde sorgu ışığına benzer çıplak bir lamba, izbe bir köşede, bir başıma Boyalı Kuş’u okuyorum.
Kosinski, ilk romanını anadili yerine İngilizce yazmış.
Nazi işgali başladığında ailesini kaybetmiş kimsesiz küçük bir çocuğun müthiş bağnaz köylerde başına gelenleri, onun sürekli kaçışını, işkenceleri, dayakları, insanoğlunun acımasızlığını, gördüklerini anlatıyor.
Esmer olduğu için herkesin “Çingene piçi” diye aşağıladığı, sürekli Nazilere verilmekle tehdit edilen, herkesin her işini yapmak zorunda olan ama fırsat bulduklarında sadece iptidai zevklerini tatmin etmek için işkence ettikleri bir küçük oğlan…
Her yerden kaçmak zorunda kalıyor.
Dışarıda senenin son erguvanlarını görebilecekken bu çocuğun peşinde her biri bir diğerinden daha bağnaz köylerde, acımasız, gaddar insanların arasında dolaşıyorum.
Korkunç olaylardan, bir daha unutamayacağı acılardan sonra nihayet Kızıl Ordu gelip köydeki işgali sona erdirdiğinde onu da kimsesiz çocukların toplandığı bir yere yerleştiriyor.
Kendisi gibi savaşın içinde büyümüş çocuklar, sürekli dövüşüyor, kimi zaman hiç acımadan birbirlerini öldürüyorlar.
Hiçbir kanun, hiçbir kural yok onların dünyasında, sevginin hiçbir türü yok, sadece acımasızlık var, sadece güçlülük, sadece bilek gücüyle karşındakine istediğini yaptırma arzusu var.
Birbirlerine lakaplar takmışlar: Tank, Top Mermisi, Kılıç, Uçak, Suskun, Nişancı, Alev Makinesi, El Bombası, Partizan, Torpido…
Oyun nedir bilmeyen çocuklar bunlar, oyun yaşları geçmiş, oyun nedir bilemeyecekler…
Ama savaşı biliyorlar, savaşın kurallarını, kuralsızlığını, acımasızlığını, herkesin her istediğini yapabildiğini görmüşler.
Büyüyecek, hayata karışacak, lakaplarını bırakıp isimlerine dönecekler mutlaka.
Ama nasıl silinebilir o günlerin izleri?
Ölümü kanıksamışlar bir kere, birini öldürmeyi, gözünün önünde insanların öldürülmesini kaile almıyorlar.
İntikam için hiç düşünmeden cinayet işleyebiliyorlar.
On yaşında, on iki yaşında, en büyüğü belki on dört…
Savaşın büyüttüğü, olgunlaştırdığı çocuklar.
Belki onlar da birer “boyalı kuş” olacaklar büyüdüklerinde.
Kosinski’nin esmer çingenesi, gittiği köylerden birinde kuş avcısı Lekh ile tanışır ve ondan bu mesleğin inceliklerini öğrenir.
Lekh, birçok kuş avcısı gibi yakaladığı kuşlardan birini kafese koyar, onun bağırarak diğerlerini çağırmasını, etrafa toplamasını bekler.
Diğer kuşların cıvıltılarını duyduğunda bu kuşu boyamaya başlar ve gökyüzüne salar.
Kafesteki kuş, özgürlüğüne, arkadaşlarına kavuştuğunu sanırken diğerleri onun kendilerinden olmadığını anlarlar.
Derdini anlatamaz, boyandığını bilemez, sadece çırpınır.
Diğer kuşlar aralarına almaz, saldırır, gagalar ve en sonunda “boyalı kuşun” yara bere içindeki cesedi toprağa düşer.
Kuş avcısı için oyun bitmiştir, yeni kuşlar avlayacak, canı çektiğinde sonucunu çok iyi bildiği bu oyunu yeniden oynayacaktır.
Boyalı Kuş, dünyanın dört bir yanında yayımlandığı halde Polonya’da kitabı basacak bir yayınevi bulunamamış.
Soğuk Savaş Polonya’sı, Boyalı Kuş’un basımını bir suç saymış.
İnsanları hiç okumadıkları bu kitaba ve yazarına aşrı öfkeyle doldurmuşlar.
Yalan haberlerin bini bir para olmuş Polonya’da, herkes Boyalı Kuş hakkında fikir sahibiymiş, bu kitabın nasıl ülkeyi kötülediğini, Amerika’ya yaranmaya çalışan vatan haini bir casus tarafından yazıldığını biliyorlarmış.
Hiçbiri İngilizce yazılan ve Lehçeye çevrilmeyen bu kitabı okumamış ama Manhattan’daki evinde Kosinski’yi öldürmeye gelen vatanperverler olmuş.
Otobiyografik bir kitap yazmamış Kosinski ama yazdıktan sonra “boyalı kuş”a dönüşmüş.
“Bütün bunların yaşanabileceğini bilseydim Boyalı Kuş’u hiç yazmayabilirdim,” demiş, romana dair 1976’da yazdığı bir yazıda.
Savaşların hepsi birbirinden farklı ama yetiştirdiği çocuklar büyük ölçüde birbirine benzer.
İşte bu çocuklar da suça bulaşacaklar belki ve biz onları “boyalı” gördüğümüz için aramıza almayacağız, daha da yalnızlaştıracağız ve toprağa düşüşlerini göreceğiz.
Kosinski, lüks içinde yaşarken vatan haini ilan edilmesine yol açacak romanını yazmaktan kendini alamamış.
Bu romancılık serüveni, daha çok gençken intihar etmesiyle sonuçlanmış.
Çocuklar kendilerine Tank, Torpido, El Bombası, Top Mermisi gibi isimler aldıklarında binlerce boyalı kuş havalanmaya başlar.
Artık onların hayatında ne çilekli turtalar olur, ne ekler, ne krem karamel.
Sadece ölüm görünür olur, el bombasının nasıl kullanılacağı bilinir, hayatta kalmak için her şeyi yapmak gerekir.
Artık sahile çıkıp biraz hava almak istiyorum.
Erguvanlar da yok aslında, biliyorum.
Çoktan döktüler çiçeklerini.
Yalan söyledim, birkaç kelimeyle bir güzelliği yaşatmayı denedim.