Enflasyonun yükü emekçinin sırtında

Abone Ol
Şu ana kadar gördüklerimizden, iktidarın bugün uyguladığı ve ülke ekonomisine olumlu yönde hiçbir katkısının olmadığını düşündüğümüz politikaların maliyeti zaten emeğin üstüne yüklenmiştir. Yani emekçi kesimler hâlihazırda yeteri kadar fedakârlıkta bulunmuştur.

Loading...

Geçen hafta pazartesi günkü yazım emekçinin sahipsiz olduğu üzerineydi. Açıklamalarımı geniş bir tarihi perspektiften emek-sermaye ve siyaset ilişkisi içinde ele alıp, amacı kalkınma olan siyasi anlayışlar için sermayenin yanında yer almanın pratik sonuçlarının daha fazla olduğunu belirtmiştim. Elbette böyle bir anlayış iktidarda kim olursa olsun, amaç sermaye birikimi yoluyla kalkınma olarak belirlenince, emek yerine sermayenin tercih edilmesi kaçınılmaz olmuştur. Sermayenin yanında olmak ülkede uygulanacak ekonomik politikaların sermaye birikimini gözeten nitelikte olması kaçınılmaz olarak karşımıza çıkmaktadır. Dahası bu kalkınma, anlayış değişmeden ekonomilerde refah ve gelirin kaynağı olarak sermaye dışındaki unsurları ön plana çıkarmadan emeğin sahipsiz kalacağı ifade edilmişti. Bugün AKP iktidarının uyguladığı ekonomik politikaları eleştirilirken, bu iktidarın da geçmiştekiler gibi emek ve sermaye arasından sermayeyi tercih ettiğini göz önünde tutmak gerekmektedir. Hatta siyasi amaç olarak kendine bağlı alternatif bir sermaye sınıfı oluşturma gayreti içine girmiş olan AKP, 1950’lerdeki kalkınma anlayışını çok daha ilkel düzeyde yirmi birinci yüzyıl dünyasında da kullanmaya çalışmıştır. Genellikle AKP iktidarı bu sermaye birikimi sürecinde tercih ettiği iktisadi faaliyetler bakımından eleştirilmektedir. Günümüz dünyasında değer yaratmanın aracı olan iktisadi faaliyetlere yönelmek yerine, hizmet-ticaret-ve-inşaat ekseninde yer alan iktisadi faaliyetleri ekonomide öne çıkaran ve arzuladığı alternatif sermaye birikimini bu faaliyetler üzerinden gerçekleştirmeye çalışan bir anlayışı sahiplenmektedir. Ancak AKP iktidarı emek ve sermaye arasından sermaye yönünde kullandığı tercih hakkını, özellikle son yıllarda iyice belirgin hâle getirmiştir. Hatta o kadar belirgin hâle gelmiştir ki, ekonomide var olan emek-sermaye dengesi bile bugüne kadar olmadığı biçimde bozulmuştur. Bu iddiamı TÜİK’in açıklamış olduğu, 2022 yılı II. çeyrek milli gelir rakamlarından yola çıkarak ispat etmek isterim.  Böylece veri kaynağımın devletin resmi bir kurumu olduğunu belirtir, bu veriler dışında herhangi bir veri kullanmadığıma da dikkat çekmek isterim. Dahası bu verileri kamuoyuna duyurup, sahiplenen, iktidar lehine verilere müdahale ettiği söylenilen bir kurum olduğunu da burgulamak isterim. Öncelikle şunu belirtmek isterim. Sayın Cumhurbaşkanının ve Sayın Nebati’nin söylediklerinin magazinel boyutunu bir yana bırakırsanız, AKP’nin yirmi yıla yakın bir süre kararlılıkla sürdürdüğü ekonomik öncelikleri değiştirmeye çalıştığını, ama bunda geç kaldığını ifade etmek isterim. Artık daha önce uluslararası düzeyde hizmetinde olan elverişli ortamın kaybolduğunun farkına varıldığını anlıyorum. Bu farkındalık nedeniyle, üzerine çok fazla yatırım yaptığı büyüme modelinde değişiklik yapmaya çalışıyor gibi geliyor bana. Hizmet-ticaret-ve-inşaat eksenindeki iktisadi faaliyetlerin yanına sanayiyi ve sanayileşmeyi koymaya çalışıyor. Aslında biraz da zorlamayla olan bir tercih bu.
Siyasi amaç olarak kendine bağlı alternatif bir sermaye sınıfı oluşturma gayreti içine girmiş olan AKP, 1950’lerdeki kalkınma anlayışını çok daha ilkel düzeyde yirmi birinci yüzyıl dünyasında da kullanmaya çalışmıştır.
Malum, daha önce tercih ettiği faaliyetlerin sürdürülebilirliği dövize bağlı. Bu dövizi bulmakta zorlanınca, AKP döviz kazandırıcı faaliyetlere yönelmek zorunda kaldı. Çok kısa zamanda çok radikal bir dönüş yapmak zorunda kalındı. Bu dönüşü yapabilmenin en kolay yolu olarak, elli yıl önce kullanmaya başlanılan yöntemlerin tekrar gündeme getirilmesi görüldü. Ücretleri baskılayarak ihracatta rekabet üstünlüğü sağlamak ve bu şekilde ihracat yoluyla daha fazla döviz elde edebilmek. Tıpkı 1980’lerin başında Turgut Özal’ın başardığını tekrar yapmak gibi. Ancak Türkiye’nin o günkü başarısında uluslararası konjonktürün oynadığı rolü, uluslararası ekonomik örgütlerden alınan kaynakları ve tabi kredibilite sorunu çeken bir ülkenin yaptığı uluslararası anlaşmalara sıkı sıkıya bağlı kalarak sağladığı güveni unutmamak lazım. Bugün bu veya benzeri hiçbir çıpamız maalesef yok. Sadece kamuoyuna söylediklerimiz ve vaatlerimiz dışında elimiz boş. Geçmişle bugünün ortak noktası ise iki çabanın da uygulanan modelin yükünün emekçi grupların üzerine yıkmış olmasıdır. Son zamanlarda uluslararası düzeyde emek rekabet gücü için emek gelirleri üzerine ne boyutta baskı yapıldığı Şekil 1’de açık şekilde görülmektedir. Şekil 1’de birim işgücü maliyetleri dikkate alınarak hesaplanan reel efektif kur seviyesindeki gelişmeler görülüyor. Bu Şekildeki temel amaç Türkiye’nin ana ticaret partneri olan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere göre rekabetçilik düzeyinin zaman içinde nasıl geliştiğini görebilmektir.
Emeğin artan verimliliğinden çalışanlar yeterli payı almamaktadırlar.
Ticaretimizde önemli bir paya sahip olan gelişmiş piyasa ekonomilerine göre Türkiye’nin 2016 yılına kadar emek gelirlerinin yüksek olduğu ve bu ülkelere göre emek maliyetleri bakımından ciddi bir rekabet üstünlüğü sağlayamadığı görülüyor. Öte yandan gelişmekte olan ülkelere göre durum bunun tam tersi. Ancak 2016 sonrasında TL’nin reel olarak değer kaybı çok açık. Dahası işgücü maliyetleri bakımından gelişmiş piyasa ekonomilerine göre emeğin ülkemizde ucuzladığı görülüyor.  Geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye artık ucuz emek ihracı yapan bir ülke haline gelmiştir. Arz yönündeki gelişmelere bakarsak, ekonomideki durumun vahameti çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Şekil 2’de ülkemizdeki saat başı işgücü verimliği ile TL ve döviz cinsinden hesaplanan birim ücret düzeyleri gösterilmektedir. Görüldüğü gibi TL cinsinden birim ücret endekisi 2009 yılından bu yana yatay, istikrarlı bir seyir izlemekte ve bu süre zarfından sürekli artan işgücü verimliliği ile arasındaki fark giderek artmaktadır. Diğer bir deyişle emeğin artan verimliliğinden çalışanlar yeterli payı almamaktadırlar. Ancak asıl dramatik gelişme birim ücret endeksi dolar ve Euro cinsinden hesaplandığında ortaya çıkmaktadır. Şekil 2’de hem dolar hem de Euro birim ücret endeksinin ciddi orandan azalma trendi olduğu görülmektedir. Bu da özellikle ihracatçı sektörlerin uygulanan emek karşıtı politikalar nedeniyle, emek verimliliğinde meydana gelen artışlardan çok daha fazla yararlandığına işaret etmektedir. Baskılanan ücretler ile ekonomide üretilen refahın çoğu sermaye kesimlerine kanalize edilmiştir. Diğer bir deyişle bugün uygulanan ve ihracat yoluyla daha fazla döviz kazanmayı amaçlayan Yeni Ekonomi Model’inin tüm yükü emekçiler üzerine yüklenmiştir. Son olarak milli gelirin emek ve sermaye arasındaki paylaşımına baktığımızda, emek gelirlerinin sermaye karşısında yine ezilmiş olduğu görülmektedir. Veriler TÜİK’in 2022 yılının II. çeyrek rakamlarının ilan edildiği bildiriden alınmıştır. Şekil 3’de siyah fonksiyonla işgücüne yapılan ödemeler, kırmızı fonksiyonla da net işletme artığı gösterilmektedir. Şekil 3’de toplam işgücü ödemelerinin her zamanki hızıyla artmaya devam ettiği görülmektedir. Öte yandan işletme artığının ise 2020 sonrasında istisnai bir şekilde artışa geçtiği anlaşılmaktadır. Bu süreçte ortaya çıkan krizlerde iktidarın sermayeyi daha fazla kolladığı anlaşılmaktadır. Bu da AKP iktidarının sermaye yanlı tavrının bir diğer göstergesidir.
Seçimi hangi siyasi anlayış kazanırsa kazansın, seçim sonrası dönemin en büyük önceliği enflasyonla mücadele ve makroiktisadi istikrarın sağlanması olacaktır.
Önümüzde zorlu bir seçim süreci bulunmaktadır. İktidarın seçim sürecini bugün uyguladığı iktisadi rasyonellikten uzak uygulamalarla geçireceği çok açık. Ancak bu uygulamaların seçim sonrasında bu şekilde uygulanmaya devam edilmesi çok mümkün görünmüyor. Dolayısıyla iktidar seçimi kazansa bile, bu uygulamalardan dönmek zorunda kalacaktır. Seçimi hangi siyasi anlayış kazanırsa kazansın, seçim sonrası dönemin en büyük önceliği enflasyonla mücadele ve makroiktisadi istikrarın sağlanması olacaktır. Bu yönde uygulanacak politikaların yol açacağı maliyetlerin ise, kimin üzerine yükleneceği yeni bir tartışma konumuz olarak çok geçmeden karşımıza çıkacak. Şu ana kadar gördüklerimizden, iktidarın bugün uyguladığı ve ülke ekonomisine olumlu yönde hiçbir katkısının olmadığını düşündüğümüz politikaların maliyeti zaten emeğin üstüne yüklenmiştir. Yani emekçi kesimler hâlihazırda yeteri kadar fedakârlıkta bulunmuştur. Bu aşamada benim yapacağım uyarı ise tüm siyasi aktörlere.  Yeni dönemde uygulamaların başına kim geçecekse, makroistikrar politikalarının maliyetinin emek dışı kesimler üzerine yüklemenin yollarını oluşturmak için çaba göstermeleri gerektiğini söylemektir.