İşçilerin en temel haklarını savunmak üzere dahi bir araya gelmeleri nadiren gerçekleşiyordu. Gözlemciler Türkiye’de demokratikleşme görülene kadar sokak eylemlerinin görülmeyeceğini ima ediyordu.Böyle bir dönemin üzerine pandemi sırasındaki fazla mesaileri ve örgütsüzleştirici çalışma pratiklerini ekleyin. Bu cehennem koşullarında işçilerin en temel haklarını savunmak üzere dahi bir araya gelmeleri nadiren gerçekleşebiliyordu. Söz konusu sessizlik bazı gözlemciler ve siyasetçilerin Türkiye’de demokratikleşme görülene kadar sokak eylemlerinin gerçekleşemeyeceği ya da bir değişim dinamiği üretemeyecekleri imalarına varıyordu. İktidar blokundan gelen sokağa çıkmayın tehdidinin sessizce kabulünün arkasında böyle bir hüzünlü gerçek yatmaktaydı. Kısa sürede kazanımla sonuçlanan ya da bazıları engellenmiş görünse de yakında tekrar açığa çıkacağı belirgin eylemlerle Türkiye’de her şeyin değişmekte olduğu ileri sürülemez. Ancak en olmaz denilen anda, hakkın nasıl savunulacağı, nasıl alınacağını gösteren bir kıpırdanma seziyoruz. Bu kıpırdanmanın Türkiye’deki siyasal aktörleri hizaya getirmesini, hiç değilse koşullar ve olasılıkları tekrar değerlendirmeye sevk etmesini beklemek gerekiyor. HAZIRDAN YEMEK Mİ, ALTERNATİF ÖNERMEK Mİ? Doğrultu vermek ve konum değerlendirmek açısından etkide bulunmasını umduğum (ancak burada daha kötümserim) diğer alan ekonomi politikası yapımı ve çıkış yolu tartışması. Türkiye’de sadece ekonomik faaliyetin seyri ve krizlerin zamanlaması değil, aynı zamanda siyasal iktisadi tartışma da döviz-faiz eksenine sıkıştı. Bu perspektif üzerinden sermaye birikiminin temposunun istikrar kazanmasına öncelik verecek biçimde rasyonel ekonomi politikasının ne olması gerektiğini tartışanlar emek gücüne sadece bir maliyet unsuru olarak bakıyor, istikrarlı birikimin nimetlerinin eninde sonunda topluma yayılacağını vaat ediyorlar. Oysa son bir aydır başta ücret artışları olmak üzere talepleriyle kendilerini göstermeye çalışanlar, emekçi açısından kendisini ve ailesini yeniden üretme sürecinde katlanılacak bir ilişki olan sermayenin gözlüklerini çıkarma gereğine işaret ediyor. Emeğin durumu ve yeniden üretim koşulları dikkate alındığında, öncelik çalışma yaşamında demokratikleşme, güvenli ve güvenceli çalışmaya ve emek merkezli bir kalkınma hedefinin somutlaştırılmasına kayıyor. Temel gereksinimleri karşılayabilecek ücret edinme arzusunun arkasında kamusal hizmetlere eşit koşullarda erişebilme isteği ve kendisini yeniden üretebilecek zamana sahip olma ihtiyacı da yatıyor. Söz konusu istekleri öne almayan, bunlara doğrudan yanıt vermeyen bir ekonomi programı, dayanılmaz hale gelen koşulların iktidar değişikliği ve yolsuzlukların sona erdirilmesiyle düzeleceğini vaat edebilir. Ancak istediği duygusal karşılığı alamaz. Kısacası emek merkezli bir kalkınma programı ortaya koymayıp, acil istekleri harmanlayamayan bir muhalefet, alternatif olma iddiasına kendi elleriyle ket vuruyor demektir. Sonuç, pandemi ve kur krizleri sırasında anlaşıldığı üzere iktidardan bir fayda görmeyeceğini anlayanların alternatif getirme iddiasındakilerle yeterince duygudaşlık kuramamasına varabilir. Emek merkezli bir perspektiften bahsederken birkaç uzmanın ortaya koyacağı bir metinden değil, sorun ele alma tarzından söz ediyorum. Örneğin elektrik zamlarını protesto etmek ve zamların geri alınmasını istemek bir başlangıç. Ancak enerjinin nasıl erişilebilir olacağı, kendi varlığını yeniden üretmeye çalışan emekçinin karanlıkta kalmamasının nasıl sağlanacağının anlatılması gerekiyor. Kısacası bu bakış, emekçinin temel ihtiyaçlarının karşılanması ile elektrik dağıtım şirketlerinin nasıl kamulaştırılacağını bir politika yapma alanı olarak birlikte düşünmeyi, alternatifi söz ve eylemle somutlaştırma uğraşını gereksiniyor. Son haftalardaki işçi eylemleri muhalif odaklara büyük bir sorumluluk yüklüyor. Türkiye’nin içinden geçtiği toplumsal buhranı birkaç düzenleyici hamle ile bertaraf edilebilir gösterenler, beklemeve aklı başındakilerin iktidarı ile işlerin düzeleceği vaazını verdiklerinde ne yazık ki muhalefetin de Erdoğan yönetimi kadar yıpranmasının yolunu döşüyorlar. Erdoğan yönetiminin planları uyarınca enflasyon mart ayından itibaren seri bir düşüş göstermezse önümüzdeki aylarda bu ilk dalganın devamını görmemiz güçlü olasılık. Sermayedarlar arasında nasıl ortaklıkların açığa çıktığını ve gerilimlerin nasıl yeniden biçimlendiğini takip etmek gerekecek. Ancak tam da buraya dikkat: Emek merkezli bir programın sacayaklarını anlatmayan, düze çıkışı para politikasına hapseden bir hat yükselen halk tepkisiyle buluşamayabilir. Arşa varan yolsuzlukların ve çürümüşlüğün ifşası önemli olabilir, lakin somut çıkış önermeyen, doğrudan emeği merkeze almayan her cümle yangın yerindeki çığlıkları duymayan bir monoloğa dönüşme tehlikesi barındırıyor. Yaşananlar aynı zamanda ekonomi politikası tartışmasını döviz-faize sıkıştırmak isteyen piyasa gözlemcilerini değil yaratıcı eylem biçimleriyle yol açan emekçileri anlamaya çalışmanın daha kıymetli olduğunu da gösteriyor.
Emek merkezli bakmayacaksanız, ne yapacaksınız?
Buraya dikkat, düze çıkışı para politikasına hapseden bir hat yükselen halk tepkisiyle buluşamayabilir. Yolsuzlukların ifşası önemli olabilir, lakin yangın yerindeki çığlıkları duymayan her cümle monoloğa dönüşecektir.
Kökeni önceki aylara uzansa da ocak ayında başlayan ve hızla yaygınlaşan işçi hareketliliği Türkiye’de hem siyasal atmosfer açısından hem de ekonomi politikası yapımı açısından hizaya çekici bir özellik sergiliyor.
Bu iki unsuru görmeyen bir siyasi müdahalenin yaya kalması olası.
EYLEMLERİN KARAKTERİ
Emek Çalışmaları Topluluğu’nun yaptığı döküme göre 12 Ocak’tan 6 Şubat’a kadar 33 ayrı işyerinde 10’u aşkın ilde eylemler görüldü. Bu sayının yazı yayımlanana kadar daha da arttığını ve bazı işyerlerinde herhangi bir sendika olmaksızın işçilerin taleplerine kavuşmak için eylem başlattıklarını görüyoruz.
Çeşitli işten çıkarmalar ve polis müdahalelerinin gösterdiği üzere işverenlerin ve güvenlik güçlerinin aldıkları önlemler Türkiye’nin otoriter emek rejimini henüz temelden karşısına almamış hareketlenmenin ve yasal olan eylemlerin dahi düşmanlaştırıldığını ve bastırılmaya çalışıldığını söylemeye izin veriyor. Ancak çok önemli bir husus bu eylemlerin ilk haftalarda oldukça kısa sürmesi. Bazı işyerlerinde işten çıkarmalara ve sendikalaşma önündeki engellere tepki gösterilse de çoğunlukla düşük ücret artışları karşısında sokağa taşan bir canlılık mevcut. Yakın zamanda değişebilir, fakat ilk dalgada eylemlerin genellikle başarıya ulaştığını ve emekçiyle dalga geçer düzeydeki ücret artışlarının tersine çevrilebildiğini, en azından bazı kayıpların telafi edilebildiğiniileri sürebiliriz.
Ancak siyasal atmosfer açısından hizaya çekici etki, söz konusu başarıdan ziyade neyin olasılıklar kapsamında bulunduğuna dair algıyı değiştirecek bir gücün açığa çıkması.
OLUR MU OLMAZ MI?
Türkiye ILO sözleşmelerinin çoğunluğunu imzalamış bulunuyor, fakat örgütlenme hakkını kısıtlayıcı şekilde yorumlanabilecek ifadeler anayasada korunuyor. Otoriter emek rejiminde daha önce yapılan kısmi değişiklikler (örn. 2010’da yapılanlar) durumu değiştirmedi. Resmi sendikalaşma oranında 2010’lu yıllar boyunca süren ve pandemiye kadar devam eden sendikalaşma oranını kamu kurumlarında çalışan taşeron işçilerin sendikalaşmasına ilişkin düzenleme ve kamu emekçilerinin yandaş sendika üyesi olmaya zorlanmaları ile açıklayabiliyoruz.
Otoriter emek rejiminde olumlu bir düzelme görülmediği gibi 2014’ten bu yana ülkenin anayasası fiilen askıda bulunuyor. Önceki yıllarda, sendikaların yetkisini düşürmek üzere işçi alımından bizzat çalışma saatleri ve işe ulaşıma dair düzenlemelerle çeşitli yıldırma tekniklerini kullanan Türkiye’li işverenlerin bu alanda kat ettiği mesafelere OHAL döneminde artan sıklıkta grev yasakları eklenmiş, milli güvenlikten genel sağlığa birçok gerekçeyle OHAL sırasında emekçilerin üzerindeki karabasanı dağıtma potansiyeli taşıyan grevler de yasaklanmıştı. Dolayısıyla, hukuksal başvuru kanalları son derece zayıf ve baskıcı bir çalışma yaşamının hakimiyetini koruduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.